İnci Köyü Yardım Kampanyamıza Destekleriniz İçin Teşekkür Ediyoruz
Muhterem İnci Köylüler,
Ramazan ayında Prof. Dr. Mustafa Ağırman hocamızın işaretiyle ve siz değerli köylülerimizin katılımıyla köyümüz için Oltu Birlik Beraberlik Yardımlaşma ve Dostluk Vakfı olarak bir yardım kampanyası düzenledik.
Bu kampanya sonucunda;
Köyde ve Oltu’da ikamet eden köylülerimizden 80 haneye toplamda 151 adet yardım paketi ulaştırdık.
Köyde 25 haneye 23 adet kumanya paketi ve 18 adet hijyen paketi ulaştırdık.
Oltu’da 55 haneye 56 adet kumanya paketi ve 54 adet hijyen paketi ulaştırdık.
Bu kampanyanın masraflarının yarısı, siz köylülerimizin destekleriyle finanse edilebildi.
Kampanya Oltu’da vakfımız icra heyeti başkanı Arif Macit başkanlığında, Hafız Burhaneddin Candan, Hafız Hüseyin Sancar, Hafız Şükrü Kaya ve Hafız Mehmet Emir Ağırman hocalarımızdan oluşan bir komisyon tarafından organize edildi.
Kumanya ve hijyen paketleri Hüseyin Sancar, Mehmet Emir Ağırman ve Hasan Sevinç tarafından gizlilik içinde ve titizlikte komisyonun belirlediği hanelere ulaştırıldı.
Fitreler nakit olarak ulaştırıldı.
Bu vesileyle kampanyaya her türlü destek olan köylülerimize gönülden teşekkür ediyoruz. Komisyonda ve ulaşımda özveriyle çalışan arkadaşlarımıza gönülden teşekkür ediyoruz.
Desteklerinizle, ihtiyaç sahipleri iftar ve sahur sofraları kurabildi, zekat ve fitrelerinizle rahat bir nefes aldı. Bu vesileyle desteklerinizi her zaman beklediğimizi hatırlatıyor ve vakıf olarak, paylaştıklarınızla umut olduğunuz ve unutmadığınız ihtiyaç sahipleri adına hepinize tekrar teşekkür ediyoruz.
Birinci Dünya Savaşı ve Milli Mücadele gazilerimizin büyük fedakarlıkları ile yürütülmüştür. Erzurumlu olup da Halit Paşa’yı (Deli Halud Paşa) duymayan ve bilmeyen yoktur. Ona dair efsaneleri büyüklerimizden çok dinlemişizdir.
İşte Halit Paşa’nın bir askeri: Gazi İbrahim Dede.
İbrahim Dede’nin hayatı, askerlik macerası ve Gazi ünvanını alış hikayesi ise şöyle:
Çolakoğullarından Şerif Oğlu İbrahim
Şerif oğlu İbrahim, resmi kayıtlara göre 01.07 1892 (1308) yılında Oltu’nun İnci Köyü’nde dünyaya geldi. Babası Çolakgil’den Şerif Bey. Anası Şeyih Dede’nin kızı Elmas Hatun.
Askerliğe gidene kadar köyde çift-çubuk, tarla-çobanlık işleriyle uğraşmış.
Bir Osmanlı Askeri Olarak Gazi İbrahim Dede Birinci Cihan Harbinde
Gazi İbrahim Dede ilk önce Osmanlı İmparatorluğu döneminde askerliğe alınmış.
Muhtemelen 1912 (1328) yılında yirmi yaşında askerliğe alınmış ve 1923 (1339) yılında terhis edilmiş. Torunu Hafiz Kadir Altunok’un rivayetine göre İbrahim Dede 12 yıl askerlik yaptığını söylermiş ki bu da bu hesabı aşağı yukarı doğrular niteliktedir.
1912 (1328) yılında askerliğe alınmış. O dönemde en aşağı askerlik süresi 3 yıl. Buna göre İbrahim Dede askerliğini tamamlayamadan Birinci Cihan Harbi patlak vermiş ve 2 Ağustos 1914 yılında seferberlik ilan edilmiş.
İbrahim Dede böylece Kafkas Cephesi’nin bir neferi olarak Birinci Cihan Harbi’ne katılmış. Anılarından anlaşıldığına göre 1914 yılından 1917 yılına kadar Kafkas Cephesi’nin bir neferi olarak çarpışmış. Özellikle 1916 yılı boyunca Kop Savunmaları’na dedem Mustafa Çavuş (Altaş) ile birlikte katılmış.
Gazi İbrahim Dede’nin Birinci Cihan Harbinde Kop Savaşı’na Dair Bir Anısı
Aşağıda suretini koyduğum dilekçede bir ayrıntı dikkat çekiyor: İbrahim dede diyor ki: “ve hatta yanımda şehit düşen birkaç arkadaşımı da düşman ateşinden kaçırmış ve kendi elimle defnetmişim…”
Torunu Hafiz Kadir Altunok dedesinden şu anıyı naklediyor:
“Birinci Cihan Harbi’nde 1916 yılında gardaşluğum Mustafa [Altaş] Kop Dağında şehit oldu. Onu orada ben kendi elimle defnettim ve mezarının üstüne de beyaz büyük bir taş diktim.”
Gazi İbrahim Dede muhtemelen 1917 yılının ilk yarısında, Birinci Cihan Harbi sürerken Kafkas Cephesi’nde Ruslar’a esir düşmüş.
Rusların eline esir düşen Türk askerleri büyük zorluklar çekmiş, esir düşen 65 bin askerin büyük kısmı kamplarda, açlıktan ve yollarda vefat etmiş, ancak 20-25 bini Türkiye’ye dönebilmiştir. Bu dönüşler ancak Rusya’da 1917 Bolşevik devriminden sonra yavaş yavaş esir kampları üzerindeki baskının hafiflemesi ile gerçekleşebilmiştir.
Gazi İbrahim Dede esir kampındayken esir olan bir komutanıyla aralarında şöyle bir konuşma geçmiş:
Gazi İbrahim Dede’nin Esaretten Kurtuluşu
İbrahim Dede Örüklü Kestane Feyyaz Dede’ye esaretten kurtuluşunu şöyle anlatmıştır:
“Bir Rus askeri gece vakti pencereye dayandı ve pencereden içeri kısık bir sesle seslendi. Yanına yaklaştım ve “ne diyorsun, ne istiyorsun?” dedim. O asker bana dedi ki: “Bu gece gaz döküp sizi yakacaklar, ben Türkler’in çok insanlığını gördüm, bu gece buradan kaçın.” Ardından da iki demir testeresi verdi. Gece boyunca pencerenin demirlerini kestik ve şafak vakti oradan kaçtık. Uzaktan bir tepeye varıp geri baktığımızda bizi esir tuttukları yeri yaktıklarını gördüm.”***
Gazi İbrahim Dede esir kampından köye 1920 (Rumi 1336) yılında dönmüştür. Çünkü torunu Hafız Kadir Altunok’un rivayetine göre köye geldiği gece annesini evde bulamayınca “Anam nerede?” diye sorunca anasının ebelik için İsmail Altaş dedelerin evinde olduğu söylenmiş. Yani o gece dedem Yusuf Altaş (Topal Hoca) doğmuştur ki dedem resmi kayıtlara göre 1336 doğumludur.
Bu durumda Gazi İbrahim Dede 1917 yılının ortasından 1920 yılına kadar 3 yıl esarette (“yetsirlik” derlerdi eskiler) kalmış ki zaten kendisi de üç yıl esir kaldığını söylermiş.
*** [Oltu Birlik Camii emekli İmamı Ali Hoca anılarında (bu anıları ilerleyen zamanlarda yayınlarız inşallah) bu olayın aynısını Osman Çavuş’tan naklediyor. Osman Çavuş, kendilerini kurtaranın Cücürüs kökenli bir Ermeni asker olduğunu anlatırmış. O Ermeni asker Ahmet Pehlivan’dan çok iyilik gören bir arkadaşıymış. Osman Çavuş’un yeğenlerinden Gazi Osman Çavuş’un hayatının ana hatlarını yazmalarını ya da yazalım diye bize bilgi belge vermelerini istirham ederiz. Rahmetli Osman Çavuş, hafızlara fazlasıyla destek veren bir Kur’an muhibbi imiş.]
Gazi İbrahim Dede’nin Milli Mücadele’ye Katılması
Gazi İbrahim Dede esaretten döndükten sonra aşağıda İstiklal Madalyası için müracaatına verilen cevabi yazıda da görüleceği üzere 28. 07. 1920 (1336) tarihinde askerliğe tekrar alınmış ve 24.06. 1923 (1339) yılına kadar üç sene daha askerlik yapmıştır.
İbrahim Dede aşağıdaki anılarında belirttiği gibi Kurtuluş Savaşı’na Halit Paşa Komutasında 9. Kafkas Fırkası, 8. Alay, 3. Piyade Taburu, 10. bölük neferi olarak katılmıştır.
Anılarındaki ayrıntılar, Gazi İbrahim Dede’nin Milli Mücadele yıllarında Kazım Karabekir Paşa komutasında 1920-1921 yılları arasında yapılan Doğu Harekat’ına katıldığını gösteriyor. Nitekim Halit Paşa’nın birliği de bu savaşta görev almıştır. Çünkü hem başarı, hem hatt-ı hareket, hem de düşmanın Ermeniler olması bunu gösteriyor.
Doğu Harekatının genel seyri şöyledir: Kâzım Karabekir Paşa, 14 Ocak 1920 yılında Şark Cephesi kumandanlığına getirilmiş ve ardından doğu illerinin kurtarılması için harekete geçmiştir. Karabekir Paşa Kars’a taarruz emrini 24 Ekim 1920 tarihinde vermiştir. Bu harekata büyük bir katkı sağlayan Halit Paşa, birlikleri ile Kars’ı doğu yönünden kuşatmıştır. Bu taarruzla Ermeni ordusu üç saat içinde yenilmiş ve Karabekir Paşa 30 Ekim’de karargâhını Kars’a taşımıştır.
Gazi İbrahim Dede’nin aşağıdaki belgede bahsettiği savaşlar işte bu harekat dönemine aittir. [Belgede 1914’te Birinci dünya savaşına atıf varsa da Gazi’nin anlattığı anılar 1920 yılına ait savaş anılarıdır.] Ayrıca sözü geçen Gümrü muharebesi, 7 Kasım 1920’de Ermenistan Demokratik Cumhuriyeti’ne bağlı Ermeni askerleriyle yapılmış ve Türk ordusu Gümrü’yü almıştır. Ancak daha sonra Gümrü Sovyet Rusya’yla yapılan Kars Antlaşmasıyla Ermenistan’a geri verilmiştir.
Gazi İbrahim Dede’nin Halit Paşa İle Bir Anısı
Gazi İbrahim Dede Halit Paşa ile olan bir anısını şöyle anlatmıştır:
“Bir gün hücum halindeyken çok acıkmıştık. Bir kadının yufka pişirdiğini gördüm ve birlikten ayrılarak gidip kadınan bir yufka istedim. Kadın yufka verdi, ben de dönüp geldim ve birliğe dahil oldum. Halit Paşa beni dürbünle izliyormuş. İctimada bana “üç adım ileri çık” dedi. Üç adım ileri çıkınca namluyu anlıma dayadı. “Başarılı bir asker olmasaydın şimdi seni burada vururdum” dedi. Ardından da yaptığımın neden yanlış olduğunu anlattı.”
Gazi İbrahim Dede bu olayı anlattıktan sonra şöyle dermiş:
“O kadar düşman askeriyle karşılaştım, ömrümde korkmadım. Yalnız Deli Halit Paşa anlıma tabancayı dayayınca altıma kaçıracak kadar büyük bir korku yaşadım. Çünkü Deli Halit Paşa’nın iki tabancası vardı. Birincisi namuslu, öteki namussuz. Namuslu tabancayla sadece düşmana ateş ederdi. Namussuz tabancayla da askerden kaçanları ve ihanet edenleri vururdu.” [Halit Paşa, bu tabancayı kullanmak için cephe gerisinde yüksek bir kayanın üzerine oturur, kaçacak birini beklermiş].
Gazi İbrahim Dede’nin İstiklal Madalyası İçin Dilekçesi
Gazi İbrahim Altunok 1968 yılındaki İstiklal Madalyası almak için aşağıdaki dilekçeyi vermiştir:
İstiklal Madalyasına Müstahaktır: Madalya İmza Kağıdı
Gazi İbrahim Altunok dedenin İstiklal Madalyasına müstehak olduğunu ifade eden resmi yazı:
İbrahim Dede’ye Verilen İstiklal Madalyası
Aşağıdaki madalya Gazi İbrahim Dede’ye, 1920-1923 yılları arasında Kazım Karabekir ve Halit Paşa komutasındaki Doğu Harekatı’na katılması sebebiyle verilmiştir.
Gazi İbrahim Dede’nin Savaş Sonrası Hayatı
Gazi İbrahim Dede Kurtuluş Savaşı’ından sonra köyüne dönmüş ve İnci Köyü’nde ikamet etmeye devam etmiş. Askerlik dönüşü Ahmet Bey ve Zahide Hanım’ın kızları Hatice Hanım ile evlenmiş ve bu evlilikten Melek ve Zeynep adında iki kızı ve Şerif adında bir erkek çocuğu olmuş.
Köyde geçimini çiftçilik ve çobanlık gibi faaliyetleri ile sağlamış.
Gazi İbrahim Dede yukarıdaki dilekçeden anlaşılacağı üzere nihayet 1968 yılında Gazi’liğinin resmen kayıtlanması için müracaat etmiş, kendisine ancak Mayıs 1972 tarihinden itibaren gazi aylığı verilmeye başlanmış.
Gazi ünvanını aldıktan sonra Oltu’nun Kurtuluş gününden bir gün önce köyümüze askeri araç gelir, İbrahim Dede’yi alır, Oltu’ya götürürdü. O gece Oltu’daki askeri alayda misafir edilir, ertesi gün kurtuluş törenlerine protokolde katılırdı, sonra da köye getirilirdi.
Gazi İbrahim Dede 09.04.1981 günü İnci Köyü’nde hakkın rahmetine kavuşmuş ve köydeki mezarlığa defnedilmiştir.
Kadir Altunok’un Gazi Dedesi Hakkında Bilgi Edinmek İçin Başvurusu:
Kadir Altunok 2010 yılında Milli Savunma Bakanlığına Dedesi Gazi İbrahim Altunok’un bilgilerine ulaşmak için şu müracaatı yapmıştır.
Son not ve kaynaklar:
Belgeler ve hatıralar, bana, Gazi İbrahim Altunok Dedenin torunu Kadir Altunok tarafından iletilmiştir.
İbrahim Dede’nin katıldığı savaşları ise ben belgelerden hareketle savaş tarihleriyle karşılaştırarak kronolojik olarak tespit ettim.
Gazi Dede’yle ilgili hatırası, belgesi ve bilgisi olanlar aşağıya yorum olarak yazabilirler.
Bu arada maalesef Gazi Dede’nin hiçbir fotoğrafına ulaşamadık. Belki okuyucularda bir fotoğrafı vardır. Bize ulaştırabilirlerse memnun oluruz.
Allah bütün ölen gazilerimize rahmet eylesin. Hayatta olanlara sağlık sıhhat ve afiyet versin. Amin.
Şehitlerimizin ve ölen gazilerimizin ruhlarına el-Fatiha.
Köylümüz olan öteki Gazilerimiz ve Şehitlerimiz için aşağıdaki yazımızı okuyabilirsiniz.
Bu yazının amacı mezarlığa tarlalarını vakfeden insanlara birer Fatiha ile rahmet okumak, aynı zamanda mezarlığın tarihine küçük de olsa bir ışık tutmaktır. Ben büyüklerimden ve özellikle Rahmetli Hamza Çelebi’den duyduğumu ve öğrendiğimi yazıyorum.
Şeyhgil’in Tarlanın Tamamen Mezarlık Olarak Vakfedilmesi
Köyümüzün şimdi yekpare görünen mezarlığı, esasında dört farklı tarladan oluşmuş. En eski mezarlık yeri Şeyhgilin tarlası. Şimdiki mezarlığın tam ortasından üst duvara doğru olan orta kısım (1 nolu kısım).
Bu arada resimdeki tarla sınırlarının tahmini olduğunu hatırlatmak isterim. Yolun altındaki çizgiler tarlaların vakfedilmeden önceki bütünlüğünü göstermek üzere çizildi. Yolun altında kalan kısımlar vakfedilmemiş, sadece yolun üstündeki kısımlar vakfedilmiştir.
Çakmaktaşına Yeni Yolun açılması
Eskiden Çakmaktaşı’ndan gelen yol, çaya yukarı Gazi İbrahim Dede’nin değirmeninin önünden, sonra diğer değirmenin önünden çayın kenarını takip ederek köye ulaşırmış. Zamanla şimdiki yeni yol yapılmış. Çakmaktaş’ından gelen yeni yol, Çakmaktaşı’ndaki diktaşın boynundan şimdiki mezarlığın alt köşesine kadar gelip buradan itibaren ise o zamanki tarlaların ortasından geçerek köye ulaşmış. Böylece mezarlık önündeki yol, Salihgilin tarlanın ve Paracıgilin tarlanın (şimdi Feyzullah eminin tarlası) tam ortasından geçmiş.
Salih Dede’nin Tarlasının Yolun Üstünde Kalan Kısmını Mezarlığa Vakfetmesi
Salihgilin büyük atası Salih Altaş dede, yeni geçen yolun böldüğü tarlanın üst kısmını, yani mezarlığın alt başındaki düzlük kısmını mezarlığa vakfetmiş. Bir diğer ifadeyle Salih Dede, ikinci salurdan yani Şeyhgilin tarladan Çakmaktaşı yönündeki sonuna kadar olan kısmı vakfetmiş (2 nolu kısım).
Paracı Dede’nin Tarlasının Yolun Üstünde Kalan Kısmını Mezarlığa Vakfetmesi
Paracı dede ise (Nazir Emigil’den Zahire Nene’nin dedesi) şimdiki mezarlığın giriş kapısından ikinci salura kadar yolun üstünü, yani şimdiki Feyzullah Emi’nin tarlasının üstüne paralel olan mezarlığın düz kısmını vakfetmiş (3 nolu kısım).
Tatlı Dede’nin Tarlasını Tamamen Mezarlığa Vakfetmesinin Hikayesi
Girişin üst tarafındaki Sabiler Mezarı’nın (çocuk mezarları) bulunduğu dik yamaçtan yukarı dere boyunca ise Datlıgil’in tarladan oluşuyor (4 nolu kısım). Aslında mezarlığa en geç vakfedilen kısım burasıdır.
Datlıgil’in kısmın vakfediliş hikayesi ise şöyle: Mezar yeri azalınca Tahsin Helfe’nin babası olan Tahir Hoca (İlyas ve Kamil Hoca’nın babası Tahir Hoca ile karışmasın lütfen) Datligil’in tarlanın tumbuna defnedilmiş. Tahsin Helfe rüyasında mezar yerinden dolayı babası Tahir Hoca’nın sürekli rahatsız olduğunu görürmüş. Bunun üzerine Tahsin Helfe, Datlı Dede’ye durumu iletmiş; mezar yerini satın almak istemiş. Ancak Datlı Dede: “Biz o kadar kötü insanlar mıyız ki mezarda bile Tahir Hoca’yı rahatsız ediyoruz?” demiş ve tarlayı olduğu gibi mezarlığa vakfetmiş.
Mezarlığın Su Arkı ve Güzergahı
Bu tarlaların suyu ise Büyük Ark’a bağlıydı ki bizim çocukluğumuzda bu ark köyün içini geçerek mezarlığa kadar ulaşırdı. Büyük Ark’ın devamı olan bu ark, Süleyman Tarla’dan geçip Kartal Hacı’nın ve Böcükligil’in evlerin önünden geçer, sonra Mevlüt Hacı’nın, Şeyhgil’in ve Züfer Emigil’in evlerin önünden geçerek Su Deresi’ne ulaşır, oradan da Şirin Emigil’in evlerin boynundan Datlı mahallenin önünden geçip Mollagil’in evlerin boynundan Küçük Hösenge ve Kilise tarlasından geçerek Büyük Hösenge, nihayet oradan da mezarlığın tam üst başına ulaşırdı. Böylece Hiros’tan başlayıp mezarlığa kadar ulaştığı için Büyük Ark adını alırdı. Hatta seksenlerde bu arkla su getirilip mezarlık ağaçlandırılmak da istenmişti. Biz mezarlığa kadar ulaşan suya tanıklık ettik. Ama köy içindeki ark maalesef zamanla işlevini kaybetti. Eski Büyük Ark yerine zamanla yenisi yapıldı.
Velhasıl-ı kelam: Vakıf, köyümüzdeki hayır faaliyetlerinin merkezini oluşturmuş. Mezarlığın yeri de, Camii’nin giderlerinin karşılandığı birçok tarla da vakfedilmiş. Bu vakıflar hâlâ duruyor; milli emlake ya da belediye mülkiyetine geçmesi dinen onları vakıf olmaktan çıkarmıyor. Çünkü vakıf tescil edildiği andan itibaren Allah’ın mülkiyetine geçer.
Vakfeden dedelerimiz, nenelerimiz hayır yaparak amel defterlerini açık bırakmak istemişler. Vakfı bozarak onların amel defterini kapatan, kendi amel defterine ebedi günah yazdırır. Ne demiş atalarımız: “Vakfa bir çivi çakan âbâd olur, vakıftan bir çivi söken berbâd olur.”
Sonsöz: Mezar yerini vakfedenlere, mezarlıkta isimleri unutulmuş nesilleri kesilmiş müminlere, dedelerimize ve nenelerimize Allah rahmet etsin. Mekânları cennet olsun. Amin! Ruhları için birer Fatiha okuyunuz lütfen.
NOT:
Mezarlığın yeri ile ilgili varsa diğer bilgiler,
Mezarlığın duvarlarının ne zaman yapıldığı,
Otlarını kimin biçtiği, kimin yaktığı,
Mezarların üstünü örten geçmişteki sel olayları,
Mezarlığın aydınlatılması,
Mezarlıkla ilgili diğer konular ise
sizlerin yorumları ile bu sayfada yer alacaktır ve İnci Köyü tarihine not düşülecektir inşallah.
İnci Köyü-Oltu arasında arabalı servis hizmetini ilk kim verdi? İlk servis hangi arabayla verildi? İkinci servisin özellikleri nelerdi? Hangi yol kullanılıyordu? Aşağıdaki yazıda bu ve buna benzer soruların cevaplarını bulacaksınız.
Belgelerin menşei ve telif sahibi: Foto Kadir Altaş, Zeki Ağırman.
Köyümüzün insanları en eskiden kağnılarla Erzurum’a kömür nakli yaparlarmış. Ya da eşek, katır ve atlarla şöşe (şose) kadar gider ve oradan Oltu ya da Erzurum’a giden arabalara binerlermiş. Özellikle ellili altmışlı yıllarda Ali Altunok’un (rahmetli Gavur Ali) atıyla tam bir servis hizmeti yaptığı anlatılır.
Köyden Oltu’ya yol yapılınca da Huvak (Alatarla) Köyü’ne ait kamyonlarla, mesela Hacı Pehlül amcanın kamyonuyla Oltu’ya giderlermiş, zannederim masirik üzerinden. (Yazının bu kısmını Kömürcüoğlu Kadir dayım ya da başka büyüklerimiz çok iyi bilirler).
Köyümüzde ilk kimin arabası oldu tam bilmiyorum ama rahmetli Ağa Mustafa Ağırman’ın 42 plakalı jeepini hatırlıyorum. İlk zamanlarda hasta nakli vb. durumlar için bu araba iş gördü. Ama tam bir servis hizmeti vermedi hatırladığım kadarıyla.
Köye düzenli olarak ilk arabalı servis hizmetini veren Fikri Emi’dir (Fikri Ağırman. Biz köy çocukları “Fihremi” derdik). Fikri emi bizim için şoförlüğün piriydi. Hepimiz sahte ve hayali arabalarımızı onu yansılayarak sürerdik. Günçiçeğinden, günçiçeğinin sapından ve kabaktan yaptığımız “fort”ların direksiyonunu onun gibi çevirirdik.
İlk servis
Köyümüzün ilk servisi:
Sahibi: Fikri Ağırman.
1977 model Dodge Desoto 200 kırmızı pikap, benzinli.
Plakası: 25 AN 177.
Bizim nesildeki çocuklar, ilk defa araba olarak Fikri Emi’nin bu kırmızı kamyonetine binmiştir. Ben, amcamla Güynes’ten köye gelirken ilk defa Cart’ta bu arabanın şoför mahalline binmiştim. Yol kenarındaki ağaçların neden hızla geri geri gittiklerini ilk başta çözememiştim. Onlar değil, biz hızlı bir şekilde ileri doğru gidince meğer beynim ilk defa karşılaştığı hızı anlamlandıramamış.
Köyün ikinci servisi 1986 yılının Aralık ayında 0 km olarak köye geldi.
Sahibi: Yine Fikri Ağırman
1986 model Fiat 50 NC otobüs.
Plakası: 25 DE 003.
Yukarıda videoda görülen bu otobüs, hafızlık bittikten sonra kendisiyle sürekli Oltu’ya gidip geldiğimiz otobüs. Koltuklarına oturur, koltuk aralarına eşya, un çuvalı, hatta odun ve koza da yüklerdik. İçerisi dolarsa bagaja yani arabanın üstüne binmek hepimiz için büyük bir keyifti. Tabi asfaltta arabanın içine girmek şarttı.
Köyden Oltu’ya giden eski yol temelde dört parçadan oluşur. a) Köyden sırta kadar, b) sırttan Hüsüpens boyunca Pestasor’un sınırına kadar, c) Pestasor’un sınırından derin dereler, keskin virajlar ve tehlikeli eğimlerle şöse kadar, d) şöş (şose) ya da asfalt kısmı.
Özellikle Pestasor-asfalt arası eğimli, virajlı, karlı, çamurlu bir yoldu. Bu yol çok eğimli olduğundan çok fren yapılırdı. Bu sebeple arabaya sık sık binmeyenler mide bulantısı yaşar, arabada daima bulunan siyah poşetlere istifra ederlerdi. Bir de yolun bu kısmında kışın karda ve baharın çamurda arabayı itelemek ya da halatla çekmek şarttı. O zamanki yolculuklarımızın vazgeçilmez bir parçası, arabanın bizi taşıdığı kadar bizim de arabayı iteleyerek çamur ve kardan kurtarmamız olurdu.
Videoda görülen yol işte bu Pestasor’un güneyinden asfalta inen kısım.
Bu vesileyle bütün geçmişlerimize, özellikle Fikri Ağırman Emi’ye Allah rahmet etsin.
Hepsinin ruhuna Fatiha!
NOT: Belgeleri bize ulaştıran Zeki Ağırman dostumuza teşekkür ediyoruz.
Diğer servislerin tarihini yazmak için de belge ve bilgilerin bize ulaştırılmasını özellikle bekliyoruz.
Mevlid-i şerif, Süleyman Çelebi’nin (ö. 825/1422) asıl adı Vesîletü’n-necât olan meşhur eseridir. Bursa’da kaleme alınmıştır. Mevlid aynı zamanda Peygamber Efendimizin doğum gününün kutlanması vesilesiyle yapılan dini törendir.
Mevlid törenleri, köyümüzde de eskiden beri doğum, ölüm, düğün, kutlama, kandil vb. farklı vesilelerle yapılıyor. İşte köyümüzde okunan mevlid-i şeriflerden birinin eski bir kaydını yayınlıyoruz.
Kaset kaydının tam olarak kim tarafından yapıldığı bilinmiyor, ancak İnci Köyü eski ahşap camiide 1980 öncesi yapılmış. Kayıt, Yusuf Hoca‘nın çocukları tarafından saklandı ve torunlarına ulaştırıldı. Allah Yusuf Hoca’ya, o mevlid töreninde hazır bulunan ölmüşlerimize ve bütün geçmişlerimize rahmet eylesin. Amin!
Sizi mevlidle baş başa bırakıyoruz. Okunan kısımları aşağıdaki metinden takip edebilirsiniz.
Mevlid-i Şerif (Süleyman Çelebi)
Ola kim rahmet kıla ol padişah Ol Kerimü ol Rahimü ol ilâh
Birdir ol birliğine şek yokdürür Gerçi yanlış söyleyenler çok dürür
Cümle alem yok iken ol var idi Yaradılmıştan Gani Cebbâr idi
Var iken ol yok idi ins-ü melek Arşü ferşü ayü güm hem nüh felek
Sün ile bunları, ol var eyledi Birliğine cümle ikrar eyledi
Kudretin izhâr edüp hem ol Celil Birliğine bunları kıldu delil
‘Ol! ‘ dedi bir kere var oldu cihan ‘Olma! ‘ derse, mahv olur ol dem hemân
Bari ne hâcet kılavuz sözü çok Birdir Allah andan artık Tanrı yok
Ey azizler işte başlarız söze Bir vasiyet kılarız illa size
Ol vasiyyet kim derim hem tuta Mis gibi kokusu canlarda tüte
Hakk Teala rahmet eyleye anâ Kim beni ol bir dua ile anâ
Her kim diler bu duada buluna Fatiha ihsan ede ben kuluna
VİLADET BAHRİ
Amine hatun Muhammed anesi Ol sadeften doğdu ol dür danesi
Çünki Abdullah´dan oldu hâmile Vakt erişdi hefte vü eyyam ile
Hem Muhammed gelmesi oldu yakîn Çok alametler belirdi gelmeden
Ol Rebiul evvel ayı nicesi On ikinci gice isneyn gecesi
Ol gice kim doğdu ol hayrûl beşer Anesi anda neler gördü neler
Dedi gördüm ol habîbin ânesi Bir acep nûr kim, güneş pervânesi
Berk urup çıktı evimden nagehan Göklere dek nur ile doldu cihan
Gökler açıldı ve feth oldu zulem Üç melek gördüm elinde üç alem
Biri meşrık biri mağribde anın Biri damında dikildi Kâ´benin
İndiler gökten melekler saf ü saf Kabe gibi kıldılar evim tavaf
Köyümüzün eski insanları birer lakapla ve kendi emeklerinin sıfatları ile çağrılırdı. Tahsin Helfe, Molla Fehret, Ahmet Pehlivan, Kamil Ağa, Ahmet Usta, Eşref Usta, Demürci(gilin) Ahmet vb. (Allah hepsine rahmet etsin).
Sonra ustalar vardı. Demir ustası, değirmen ustası, duvar ustası, teker ustası, vb. Sonra Muhtar, İmam, Hoca, Bekçi sıfatları oldu. İmam Hoca mesela. Hem imam, hem hoca. Galiba İmam resmi görevini hoca bilgi düzeyini ifade ediyordu.
Sonra askerlik sıfatları çavuş, onbaşı.
Hacılar, hafizler çoktu. Sonra İmam özel birinin adı olmaktan çıktı. Köyümüzden elhamdulillah çok imam müezzin yetişti. Öğretmen de öyle. Sonra diğer görevler geldi.
Demem o ki, devir değişti. Artık el emeği, ustalığı, mahareti olan ve her yiğidin lakabı olduğu köyümüz/köylümüz yerini düz insanlara bıraktı/bırakıyor yavaş yavaş.
Merhum Yusuf Usta “ula haciiii, üç kişi kaldık, üç” demişti. Artık o üç kişi de kalmadı.
Helfeler, Mollalar, Ustalar birer birer çekildi/çekiliyor dünyamızdan. Fakirleşiyoruz farkında olmadan. Kültür fakiri oluyoruz.
Yusuf Usta mesela:
Yusuf ustanın dingi vardı: Bulgur çağının insanları idi onlar. Önce bulgur pilavını sevmez olduk, elimizle yaptığımız bulguru terk ettik, aşlamalık, gendime, kavut, herle ve diğerlerini terk ettik tek tek. Bunların yerine satın aldığımız pirinç geldi. Ağzımızın tadı değişti. Sonra ding öldü.
Yusuf ustanın değirmeni vardı. Kırmızı buğday, beyaz buğday, kılçık, topbaş, krik, vb. her türlü buğday ekilirdi. Hepsinin arazisi tarlası, hergi, mıntıkası başkaydı. Ne, nerede güzel olur, bilinirdi. Zaten çavdar ve arpa ekmeğine biz yetişememiştik. Önce bir ziraatçi geldi köyümüze. Güya daha fazla ürün alacaktık. Ama gel gör ki güzelim buğdaylar yerini tek bir türe “ziraat buğdası”na terk etti. Sonra onu da sevmedik. Mehendis, patatesimizi ilaçladı. Böcek nedir tanımazdık, böcek oldu. Çuval unu, beyaz un, birinci un alıp yemeye başladık. Ekmeğimizin rengi açıldı, amma özünü yani tadını kaybettik. Buğday öldü, öküz öldü. Herekeşlik bozuldu. Sonra değirmen öldü.
Yusuf Ustanın demirci dükkânı vardı mesela: Bıçak yapardı. Balta, kazma, kürek her türlü tarım aleti. Tarım öldü. Kimse artık hark çıkarmıyor. Sonra Demirci dükkânı evrimleşti, değişti.
Yusuf Ustanın evinin etrafında süddamı da vardı. İnek ürünü sarıyağı, cilpeyniri, yoğurdu ayranı, loru orada yapılırdı. İnek öldü. Sarıyağ kalp çarpıntısı yaptı. Ayran sunileşti. Yoğurt bakkallaştı. Altmışlık yetmişlik, babalarımız dedelerimiz süddamını inatla sürdürüyorlar, şehirlerdeki biz çocuklarına peynir yollamak için. Belki eski dünyanın tadını unutmayalım diye. İnadına sürdürüyorlar. Şükür henüz ölmedi. Ama süddamı da can çekişiyor.
Köyün sanatkârane yapılmış balkonu onundu. Yeşil boyalı ve süsleme, ağaç oyma kemerli Balkonda asılı duran av keçisinin boynuzları hep enteresan gelirdi. Sonra balkon ve ambar da zamanla karardı.
Yusuf Usta, dedemin iyi arkadaşıydı. Bana hep dedemle olan dostluklarını anlatırdı. Ben de gördüğümde elini öperdim. Yusuf Usta ve daha başka büyükler dedemin evinde Karagöz, Hacivat dinler; Muhammediye, Fuzuli okurlardı. Dostluk vardı. Şimdi insanlar nerde o eski dostluklar diyor. Demek ki sonra dostluk da öldü.
Öküz öldü, inek öldü, guy öldü, kızılpeynir öldü, herekeşlik öldü. Degirman öldü, ding öldü.
Baktı Yusuf Usta, ne var ne yok hayatında, hepsi ölmüş. Eee, Yusuf Usta durur mu?
Takdir yetişti, ecel geldi, Yusuf Usta da öldü.
(Yusuf Usta’ya Allah rahmet eylesin, mekânı cennet olsun, yakınlarının başı sağ olsun.)
Önce Türkçe sözlükte kesim kelimesinin konumuzla ilgili karşılıklarını verelim.
kesim: Sözleşme, nikâh, kesim kesmek, evlenen kız için oğlan tarafıyla yapılan ödeme anlaşması, mihr, düğün öncesi iki tarafın alınacak takı üzerinde anlaşması.
Bu gün evlenen kızların at, yat, kat istedikleri söylenir. Analar da “atlıya, yatlıya, katlıya gidesin!” diye (bed)dua ederler. Kızlar da; “Ben varmam inekliye/Yoğurdu sinekliye/Allah nasip eylesin./Omuzu tüfekliye!” diye mızmızlanırlar.
Biz de köyümüzde altmışlı yıllarda evlenen büyüklerimizin kesim kâğıtlarından örnekler yayınlıyoruz. Bu kâğıtlar o zamanın resmi evlilik belgeleri niteliğindedir. Bu belgeler gerçek kişilere aittir. Maksat köyümüzde altmışlı-yetmişli yılarda insanların çeyizleri üzerinden ekonomik durumları hakkında bir nebze fikir sahibi olmak, bir yarı resmi geleneğe ışık tutmaktır.
Kesimlerde genellikle madeni lira, çeyrek (altın değil, gümüş), gümüş yüzük, peşkeş parası, şerbet harcı, yatak, kemhıs ya da karagöz kuşak, cislavit, yazma, cecim, büyük küçük ihram, mendil, mintan, leçek, tülbent, puşi, iskarpin, çorap, çarşaf, ayakkabı, ham ve has elbise, kuşkana, sahan, tas, ibrik, gügüm, kapaklı sahan, su tası, bakır sofra, çam sandık, petek, koyun, keçi, düge, inek, zemin katı ev yazıldığını görüyoruz.
Altmışlı yıllara ait elimizdeki kesim kâğıtlarının hiçbirinde altın takı yazılı değildir. Şu anda ise altınsız düğün düşünmek mümkün değil. Öyle kesim kâğıtları var ki gelinin çeyizi bir kapaklı tencere, oğlanın mihri de bir kuşaktan ibaret.
Örnek Bir Kesim Kâğıdında Neler Var
Kesim kâğıdı besmele ve “Bir Kıta Nikah Kağıdı” başlığıyla başlar.
Kesim kâğıdında oğlanın verdikleri ve kızın verdikleri ayrı ayrı ederleriyle birlikte sütunlara yazılır. Toplamı belirtilir. Kesimin aslının (mihrin toplamı) ne kadar ettiği sütunların ortasına (mümkünse farklı renkte kalemle) yazılır. Tarih atılır. Kimin oğlunun kimin kızıyla evlendiği yazılır. Sonunda oğlan ve kızın vekilleri, şahitleri, muhtar ve azanın ad-soyadı ve imzaları bulunur.
Metin kısmı genellikle şöyledir.
Allah’u Teala’nın emriyle, Peygamber Efendimizin sünnetiyle, İmam-ı Azam’ın içtihadıyla, iki tarafın rızasıyla, şahitlerin şehadetiyle, Cumhuriyet hükümetinin kanuni yollarıyla köyümüz halkından Mustafa A’nın kerimesi Ayşe bikr-i baliğayi talip olan yine köyümüz halkından Ahmet B’nin oğlu Ali’ye 2038 Lira mihr ile akd ü nikah olunup, 2038 lirası düğün masrafına ödenerek ve eşya bedeli olup, 13 lirası baki olduğuna mübin işbu nikah kağıdı şehadetler huzurunda ata kılındı. Tasdik eyleriz.
Şehirdeki evinin bir odasını şark köşesi yapmayı hayal edenler çoktur. Nitekim işyerinin bir köşesini, evinin bir odasını şark köşesi yapan dostlar da gördüm. Hatta bir sanatkâr işadamının kendi köyüne bir müze açtığını da haberlerden okudum. Adam hayatını buna vakfetmiş, mimari açıdan enteresan bir müze binası yaptırmış ve içine köyüyle ilgili her şeyi koymuş.
Edit: Yakın zamanda Dursun Çiçek ağabeyinin rehberliğiyle Kayseri’de Mehmet Akgül Beyefendi’nin Osmanlı, Selçuklu, Cumhuriyet dönemlerinden kalma parçalarla oluşturduğu müze-evi ziyaret etme şansı bulmuştum. Aşağıda bir kısa tanıtımını bırakıyorum. Aslında geniş bir mekanda İnci Köyü Müzesi buna benzer objelerden oluşturulup tasarlanabilir.
Mehmet Akgül Beyefendi’nin Kayseri’deki müze-evinin AA tarafından çekilmiş tanıtımı.
Bir köylümüz çıkar da ben İnci Köyü’ne bir müze yaptıracağım derse, içine neler koymalı. Benim aklıma gelenler aşağıda. Siz de aklınıza gelenleri eklerseniz, böylece:
– “şimdilik” kültürel değerlerimizin en azından adlarından bir müze, – “yakında” fotoğraflarını da ekleyerek sanal bir müze, – “ilerde”de bir köy evi içinde bizzat kendilerini koyarak gerçek bir müze yaparız, inşallah.
süt damı malzemeleri
tandır malzemeleri
neşberlik malzemeleri
dokuma hazır kilim malzemeleri
balta, keser, tırmık satır, dirgen, bıçkı vb. köy demir alet malzemeleri,
bir kuy tezgahı
hasır dokuma dezgahı
kemhıs kuşak
karagöz kuşak
cislavit
kara lastik
yazma
cecim
büyük küçük ihram
mendil
mintan
leçek
tülbent
puşi
iskarpin
çorap
çarşaf
çarık ayakkabı
ham ve has elbise
kuşkana
sahan
saplı
tas
ibrik
gügüm
kapaklı sahan
su tası
bakır sofra
çam sandık
Benim aklıma gelenler bunlar. Eminim, sizin aklınıza gelenler de vardır. Buyrun, siz de bir köy müzesinde neler olmalı, aklınıza gelenleri buraya ekleyin.
Temmuz sıcağında Ramazan yaşayanlarımız bilir. Bitmek tükenmek bilmeyen bir günde, şafakla birlikte güne ot toplamakla başlayan, güneşle beraber tırpan elinde akşama kadar mütemadiyen sallanıp duran bir rençperin orucu “Susuz Oruç”tur. Doğru, her oruç susuzdur, ama temmuz sıcağında tırpan sallayan memleketim insanının, bir NBA maçının tamamını oruçlu olduğu için su içmeden oynayan Nijeryalı efsanevi basketbolcu Hakeem Olajuwon’un orucu daha bir susuzdur.
Biliyorum, iftarınızı Cola ile açmıyorsunuz. İftarı suyla açmak sevaptır, öyle değil mi? Buzdolabı yoksa soğuk su da yoktur. Ama nice delikanlılar, babasına annesine iftarda soğuk su içirebilmek için 3030 metrede Akdağ’ın zirvesinde “kürtük” halinde buzlaşmış haldeki karı heybelerine doldurur da getirirdi.
Biz ilkokul çağındaki çocuklar ise ellerimizde ibrikler ve güğümlerle çaydan, çermeden, Dana Pınarı’ndan tam iftar saatinde sofrada olacak şekilde soğuk su taşırdık. Tam saatinde sofrada olmalı. Erken gelirsen su ısınır, geç kalırsan iftar edilmiştir, soğuk suyun bir anlamı kalmaz. Saatimiz yoktu, ama iftara ne kadar var gölgeden anlardık. Şimdi güneş görmeden sadece saatlerine bakarak yaşayanları düşündükçe… Her neyse!
İftar öncesi tatlı bir telaş misafir karşılamalar, yemek göndermeler, radyodan Kur’an dinlemeler vb. ama çocukların görevi başkadır. Elektriğin dolayısıyla hoparlörün olmadığı imamın müezzinin saf sesiyle gönüllerin derinine okuduğu ezanı hane halkına bildirmek çocukların göreviydi. Bacada, pencerede ezanın tam duyulduğu bir yerde ezanı işitmek ve “Oruç kaçtiiiii, Çukurtarla’yı bir aştiii” diye avazı çıktığı kadar bağırmak çocukların en büyük eğlencelerinden biriydi kuşkusuz. Sonrası malum…
Şimdi olduğu gibi, öğle, ikindi ve yatsı öncesi mukabeleler, Teravih namazında aşkla şevkle okunan salâvatlar Ramazanın manevi bereketini katmerleştirirdi. Sezai Karakoç, “Oruç da acıkır” demişti. Orucu ancak, elinden gelen her türlü ibadet, taat, zikir ve iyiliği esirgemeyen insanlar doyurabilirler. Şimdinin birçok insanındaki laubali ve bir zorunluluk hissiyle verilen ve belki de unutulan fitreleri, Ramazan’ın en önemli ibadetlerinden biriydi. Biz çocuklara düşen ise kendi fitremizi de sağ elimize alıp sol elimize göstermeden ihtiyaç sahiplerine ulaştırmak idi. Bu bereket ve rahmetin bir nişanesiydi.
Sahura kalkamayıp “sabaha kalmak” ve mahalledeki komşuların diline düşmek de var işin içinde… Büyükler bir yolunu bulur da kalkmak için, çocukların işi zordu. Cep telefonunun çalar saati olmayınca sahura kalkmak için çırpınan bir çocuğun yaptığı en iyi şey neydi, biliyor musunuz? Kadir ağabeyin zekâsı işte. Ayağının başparmağına bağladığı bir ipin diğer ucunu sofraya bağlamak… Evin annesi sofrayı alınca başparmağını çeken ip de onu uyandıracak. Büyük bir ihtimalle sironu, erişteyi, makarlamayı, hingeli ya da ne bileyim hasutayı, düğmeçi, haşılı, tirit veya umacı kaçırmak istemiyor, bahtına ne çıkarsa artık?
İşte böyle bir sabah öğleye kadar zar zor dayanan öğle ezanıyla birlikte tekneden aşırdığı ekmekleri yiyen çocuğun orucu da “Tekne Orucu”dur. “Çocukların abdestlerini Hz. Ali almıştır.” derdi amcam. Herhalde tekne orucunun devamını da Hz. Ali tutmuştur, bilemem. Ancak bunun çocukların oruca alıştırılmasında önemli bir aşama olduğunu biliyorum.
Ramazan ve oruçla ilgili çok şey yazılabilir. Ancak ben son olarak şunu yazacağım. Yatılıda kalırken okulun yüz kişisini de iftar saatinde bir şekilde evlerinde ağırlayan Oltuluları hala her arkadaş minnet ve şükranla anıyor.
Her Müslüman Ramazan’ını rahmet ve bereketli kılmak için çabalamalıdır. İsteyen bu yazıyı, “Nerede o eski Ramazanlar” yazısı olarak okuyabilir, ama asla ve asla bir Cola reklâmı değildir.
Erzurum ramazanlarına özgü manevi zevklerden biri de teravih namazının en sonunda üç defa salavat okunduktan sonra okunan işfe‘ lenâ duasıdır. Bu sadece Erzurum ramazanlarına özgüdür. Nitekim bu günlerde Erzurumdaki tartışmalardan biri, bu duanın eski makamında okunup okunmadığıdır. Bazı Erzurumlu eğitimciler duanın orijinal makamında okunması için müezzinlere kurslar açılmasını teklif etmektedirler.
İşte biz Erzurum ramazanlarına özgü bu duayı, Hamza Emi’nin makamıyla sunuyoruz. Çünkü Ramazanda köyümüzde Hamza eminin işfe‘ lenâ okuması bir gelenektir.
Zemherinin çocuklarıyız. Kış üç aydır: Karakış, Zemheri, Cücük, sonrası bahar yani Mart. Erzurum’da Mart da kışa tabidir ve Mart bizim için farklı anlamlar taşır. Erzurum için karakış bir yazgı ise bu yazgısının bir parçası da Mart’tır.
Şair, bu ay için demiştir “Beni bu havalar mahvetti” diye. Bir gün kış, bir gün bahar kıvamında yaşamak her babayiğidin harcı değildir. Zira mevsim geçişi zordur. Her doğumun bir sancısı vardır ve baharı göğüsleyen kişi de Mart sancısını çekmelidir işte. Atalarımıza müracaat edersek “Mart ayı, dert ayı, bir sepet saman ver Ali dayı” demişlerdir.
Ne zordur kış ülkesinde hayvancılık. Mart kapıdadır, evet umut vardır, zira bahar gelmiştir ama Mart’a güven olmaz, aldatıcıdır.
Bir merek samanı biten bir adam biraz nüktedan bir edayla komşusundan saman istemekten başka ne yapabilir ki? Ama memleketimin insanında söz tükenmez. Altı ay kışı olan, işi olmayan bir yerde sözden, laftan, yârenlikten, nükteden daha kıymetli ne olabilir? Saman mı dediniz? Cevap hazırdır: “Geldi çattı Mart, sığırını sat.” Ah benim insanım, bu ne zekâ, bu ne kafiye böyle…
Mart’ın dert ayı olmasında, mevsim değişiminin inişli çıkışlı, rüzgârlı, karlı, güneşli, yağmurlu havası nedeniyle yataklara düşen, yeni bir bahara çıkamadan öksüre tıksıra hakkın rahmetine kavuşan ihtiyarların da bir payı vardır sanırım.
Ne kış, ne de kışın âlâsı. Sadece Mart korkutur insanı. Ya umutlar tükenmişse ve ambar boşalmışsa, ya odun-kömür bitmişse… Biraz ders çıkarmak için, biraz da durumun vahametini anlatmak için bir başka atasözü folklorik bir kafiyeyle dillerde dolaşır. “Mart kapıdan baktırır, kazma kürek yaktırır.” Tıpkı Allah’a duyulan “havf ve reca” (korku ve ümit) gibi. “Hem tedbir hem de takdir” gibi.
Aldırmayın yine de siz. “Mart ayı, dert ayı” atasözü, “düz adam” için kafiyeli bir nükteden öte bir anlam taşımaz. Çünkü dertlerin tamamen Mart’ta toplandığına inanmak, hesap erbabınca ham ervahlık sayılır.
Derler ki karanlığın yoğunluğu şafağın yakınlığının göstergesidir. Erzurum için Mart işte budur. Karanlıktır, soğuktur ama aydınlığın, kurtuluşun, baharın başlangıcıdır. Mart, kardelenlerin “işte buradayız, en burada, kıyamda” diye başlarını kaldırıp selama durdukları bir aydır yine. April (Nisan) baharın nazlı kızı ve duygusal olabilir ama Mart tüm soğukluğuna rağmen müjdecidir ve bir başlangıçtır.
Biz çocuklar baharın anısına, yeni mevsimin başlangıcında (muhtemelen Hidrellez’de) İnci Köyü’nün güneyindeki ısınmış kayaların dibinde kilisede ya da kazanın deresinde pilav yapar yerdik. Belki Ergenekon’dan bir çıkış değildi, ama bütün kış boyu kaydığımız kızaklarda iliğimize işlemiş soğuktan bir çıkıştı. Dağların arkasında bir kış boyu saklanmış güneşin, Cücük ayından fırlayıp ben buradayım demesiydi.
“Mart dokuzundan sonra dağlar misafir alır.” demiş atalarımız. Mart dokuzunu bütün tabiatın kış uykusundan uyandığı gün diye bellemişler. Cemreler birbiri ardına düşmüştür. Anâsır-ı erbaa’nın yani havanın, suyun ve toprak peşi peşine ısınmıştır. (ateş). Mart, ot kopumudur, kuzu ayıdır, döl dökümüdür, berdelacûzdur. Kışın en sert günlerinin Erbaîn ve Hamsîn’in bitişi, “çille”den çıkıştır. Ve yeni bir yılın başlangıcıdır. Daha ne olsun ki?
İyi ama bunlar beni tatmin etmedi derseniz size unutmadan başka bir şeyi, örneğin “mart kedisi”ni yazayım. Mart, aynı zamanda kış boyu soba başlarında tüy döküp mırıltılarla uyumuş kedi milletinin “on bir ayın sultanı” diye tesmiye ettikleri, damlarda, şurada burada “hoş geldin yâ şehr-i Mart” diye mırlayıp durdukları bir aydır.
Oltulular, Erzurumlular tüm bunlara bir de iki kurtuluş günü eklemişler. Ne denebilir ki?
Sahi şimdi aklıma geldi. İhram Emi’nin ölümünden sonra bu hesapları bilen kaldı mı? Hakkın rahmetine kavuşunca İhram Emi, şimdilerde iklimlerin karışması gibi hesaplar da mı karıştı yoksa? Belki de ne “cücük taşı”nı bilen kalmıştır ve ne de İhram Emi’yi tanıyan?
Allah, “İşte biz, bu mevsimleri insanlar arasında döndürür dururuz.” buyurmaktadır. Öldüren de dirilten de Allah’tır. Mekân da onundur, zaman da…
Not: Yazıdaki Mart Rumi takvimin Mart ayı olup bugünkü Miladi takvimde 14 Mart-13 Nisan arasına denk gelir. Aşağıda yorumlara bakınız.
Son not: İhram Eminin hesaplarını aşağıda yorumlar kısmında yazdım. Köye özgü hesapları da Kömürcüoğlu Kadir Altaş’tan derledim.
Çişgan (Çişhan): Türkçe adı “yalancı iğde”. Bilimsel adı “Hippophae Rhamnoides”. İnci Köyü Sözlüğü‘nde şöyle tanımlanmış:
Çişgan
Özellikle tarla kenarlarına, tarlayı su baskınından korumak ve içeri girme ihtimali bulunan hayvanları engellemek için dikilen, iri dikenleri olan bodur ağaç.
Köyümüzde çişgan, Uzundere ilçesinde çişhan olarak adlandırılır. Uzundere ilçesi ile Tortum gölü arası çok yoğun yalancı iğde kaplıdır. Aynı iklim özeliği gösteren köyümüzde de çişgan, dere kenarlarının vazgeçilmez ağaçlarından biridir. Çünkü suyu seven çişgan bütün köylülerimiz tarafından sele engel oluşturması için kandara olarak kullanılır.
Çisgan: Başka bölgelerde Çıçırgan. Bilimsel adı: Hippophae Rhamnoides
Çişgan tam manasıyla “arsız” bir bitkidir. Bir dalını koparıp su gören bir yere sokmak çişganın bir iki senede bütün o bölgeyi kaplaması için yeterlidir. Bu nedenle çişgan canlı ve uzun süreli bir kandaranın gerçek garantisidir. (Kandara: sel suyunun mahsulü ziyan etmesini ve tarlaları yok etmesini engellemek için ağaç, taş ve her türlü malzeme ile oluşturulan set. bk. İnci Köyü Sözlüğü‘nde şöyle tanımlanmış:
Gandara
Akarsu kenarındaki tarla,bahçe gibi yerleri sel baskınından korumak için doğal yollarla ( ağaç,taş vb) yapılan set.
Çocukların yalancı domatesi çişganın küçük domatese benzeyen meyvesi Ağustos-Eylül aylarında olgunlaşır. Köyümüzde kullanılmamakla birlikte çişganın meyveleri yöremizde ağrı kesici, yaraları tedavi edici ve egzama tedavisinde kullanılmaktadır.
Hayvancılığın yaygın olduğu bir bölgenin çocuklarıyız. İnek ve koyun köyümüzde yaşayan insanların hâlâ geçim kaynakları. Köyümüzün belki de en orijinal üretimi peynirin ve sütün kaynağı da bu hayvanlar. Tabi tedavülden kalkmış bir hayvan daha var ki onu en iyi Kömürcüoğlu’nun keçiler şiirinden öğrenebilirsiniz.
Çobanlar sabah kalkar, “puuç, ho, eyle puuçi, eyle diiydo” sesleriyle süren bir temsille bütün köyün ineklerini toplar, götürür Hüsüpens’e, Ense’ye, Gedük’e Tarmut’a. İkindiden sonra akşama doğru malı toplar, köye getirir. Kadınlar sorar birbirine, nahır geldi mi?
İmamlar, bilindiği gibi köy hayatının önde gelen insanlarıdır. Elbette eski Türk filmlerindeki imam tiplerinden bahsetmiyoruz. Çünkü bizim imamlar, özü sözü düzgün, insanlar arasında saygın konumu olan adamlardı(r). Ortalama insanlar gibi yaşarlar, kimseye şeyhlik taslamazlar. Köyün ilk okur-yazarlarıdır. Kur?an okumayı öğreten muallimlerdir. İlk zamanlar köylünün verdiği hakla, parayla geçinirlerken şimdilerde kadrolu imamlarımız var. Her meslek sahibi insanlar gibi, imamlar çevresinde de köyümüzde belli bir sözlü kültür oluşmuştur. İşte bu platform imamlarımız hakkındaki sözel kültüre dayanan anlatıların kayıtlarını tutmayı amaçlamaktadır.
Yıllar önce köyde yaz döneminde emaneten medresede (Kur’an Kursu) çocukları okuturken “geçmiş hocaları tanıyanınız var mı?” diye sordum. Ne tesadüftür ki “Büyük Hafız”ın, “İnce Hoca”nın, “İbrahim Hoca”nın torunları da sınıftaydı. Ben de “Topal Yusuf Hoca”nın torunuydum. Torunlardan hiçbiri daha ağzını açmadan diğer çocuklardan biri “Bekir Hoca” dedi. Anlamadım, çocuk şaşkınlığımı görünce “hocam” dedi, “bizim okulda 2. sınıfları okutuyordu.” Anlamıştım, öğretmenlerden biriydi. Ben imamları kastettiğimi anlatınca geçmişe doğru bir yolculuk yapmaya çalıştık. Ama çocuklara geçmiş imamlarımızı tanıtırken bayağı zorlandığımı itiraf etmeliyim. Sürekli kimin nesi diye soruyorlar, ben torunlarını gösterince de torunlar dahi şaşırıyorlardı. Bazı şeylerin yapılması gerektiğini işte o zaman daha derinden fark etmiştim.
Öyleyse buyurun hep beraber bir yolculuğa çıkalım. Biz elimizden geldiğince iz bırakan insanlarımızı tanıtacağız. Ama özellikle burada adı geçen hocalardan yaşayanların kendilerinden, Rahmet-i Rahman’a kavuşanların çocuklarından ve torunlarından belge ve bilgi anlamında katkılarını bekliyoruz. Adını yazmayı unuttuğumuz ya da imamlığını bilmediğimiz birisi varsa da bildirmelerini rica ediyoruz.
Yemeklerimiz ile hasuta, çılbır, haşıl vb. aşlarımızı kastediyoruz.
Yemekler
Ayran Çorbası
Bulgur Pilavı
Düymeç
Erişte
Gavut
Gaygana
Gendime Çorbası
Hasuta
Haşıl
Helva
Heyle
Hıngel
Kartol Aşı
Kartol Kavurması
Kelec Aşı
Kesme Çorbası
Keşgâh
Kızambuk
Kuymak
Löbiye
Makarlama
Mıhla
Pestil Kayganası
Siron
Tatar Böreği
Tirit
Umaç
Yahni
Ekmeklerimiz
Ekmeklerimiz ile katmer, kete, cat, pağaç gibi hamur işi olup tandır ve fırında pişirdiğimiz ekmeklerimizi kastediyoruz.
Ekmekler
Arpa ekmeği
Bişi
Cat
Cıllik
Çavdar ekmeği
Düşük
Fırın Ekmeği
Gagala Ekmek
Hoca başı
Kadı Kulağı
Kara ekmek
Katmer
Kete
Pağaç
Su Böreği
Tandır Ekmeği
Yufka
Yemişlerimiz
Bitkisel Yiyeceklerimiz ve Yemişlerimiz ile banda, gırget, sıçankulağı, öküz götü gibi yabani meyvelerimizi ve ısırgan, yemlik, danaburnu gibi bitkisel kökenli sebze ve yiyecekleri kastediyoruz.
Yabani Meyvelerimiz Hakkında Genel Bilgi: Köyümüzdeki banda, salur, çigelek, joğ, gırget, öküzgötü (aluç), sıçankulağı, kuşburnu, lilik, kızambuk gagası meyvelerin olmadığı zamanlarda köylümüzün beslenmesi ve sağlığında çok önemlidir. Çünkü bu yabani meyveler su içerikleri düşük olduğu için, besin maddeleri bakımından normal meyvelere göre daha zengindirler. Ayrıca aromatik kokuları, meyve asitleri, renk maddeleri, mineraller bakımından da normal meyvelere göre daha zengindirler.
Yemişler
Banda
Salur
Joğ
Çigelek
Öküzgötu
Gırget
Sıçankulağı
Lilik
Karayemiş
Pişirilenler
Kuşburnu
Kızamık
Danaburnu
Isırgan
Çaşur
Pancar
Evelük
Mantar
Yaprak-kök yemişler
Yemlik
Kabalak
Gımi
Bayır Telhacı
Su telhacı
Öciyen
Tere
Kuzukulağı
Goşguz
Yer elması
Dikentopbuzu
Meyvelerimiz
Meyvelerimiz ile vişne, armut, elma vb. köyümüzde yetişen meyveleri kastediyoruz.
Meyveler
Armut
Ceviz
Elma
Erik
Kiraz
Vişne
Sebzelerimiz
Sebzelerimiz ile patates, fasulye, soğan, marul, kabak vb. köyümüzde yetişen sebzeleri kastediyoruz.
Sebzeler
Biber
Fasulye
Hıyar
Kabak
Marul
Patates
Soğan
Tahıllarımız
Tahıllarımız ile buğday (her türlüsü), arpa, mısır vb. tahılgilleri kastediyoruz.
Tahıllar
Kırmızı buğday
Beyaz buğday
Topbaş buğday
Kırik
Çavdar
Arpa
Mısır
NOT: Her Hafta “Köyümüzden Haftanın Menüsü” başlığı altında bir yemek, ekmek, yemiş vb. tanıtılacaktır. Sitemiz katkılarınıza açıktır. Katkıda bulunmak isteyenler, yukarıda adı geçenlerden bir yemişi; faydası, yetiştiği yerler, yeme, toplanma zamanı vb. özellikleriyle birlikte tanıtabilirler. Yemek ve ekmeklerin ise malzeme ve tarifi yapılabilir. Örnekler için tanıtılan yemişlere ve tarifi verilen yemeklere bakılabilir.
Top ve televizyon daha köyümüze gelmemişken köyümüzün kültüründe onlarca oyun ve eğlence tarzı vardı. Ne yazık ki bunların büyük çoğunluğu bugün oynanmıyor, birçoğu ise unutuldu ve unutulmakta. Oysa her biri bir espri ve öğretim şekli taşıyan oyunlar hiçbir zaman unutulmayı hak etmiyorlar. Bu oyunların bir kısmı başka köy ve yörelerde de oynanan genel oyunlardır, bir kısmı ise sadece köyümüze has olan geleneksel oyunlarımızdır.
Oyunlar köy ortamının vazgeçilmez eğlence araçlarıdır. Köylünün neşesi, çocukların kaynaşması, ufak çaplı kavgalar, sosyalleşmeler hep oyunlar oynanırken gerçekleşir. Köy kültürünün en iyi aktarılabildiği platformlar da kesinlikle oyunlardır. Bu bakımdan biz oyunların kuralları vb. her türlü özelliklerini not etmek istiyoruz. Bu işin kesinlikle katkılarınızla gerçekleşeceğini biliyoruz ve katkılarınızı da bekliyoruz.
Oyun-Eğlence Adları
Avlanmak
Bar oynamak
Basdik
Biliye
Birdirbir
Bulunti
Cim Cim Ana
Çeçen
Çelik-çomak
Çimmek
Çizgi oyunu
Domine
Düğünler
Ford sürmek
Futbol
Gıllanboci
Güreş
Güvercin taklası
Holla birisi
Kabak
Kasa yapmak
Kayak
Kız taklası
Kız topu
Kızak kaymak
Kiprit oyunu (Hırsız-polis)
Kuyu
Mendil Kapmaca
Menemşe
Mırmıncik
Örümcek
Pil
Derede kumda oyun
Seyire gitme
Sıra türküleri
Sobe
Top mu- kılıç mı?
Voleybol
Yüzük
Not: Lütfen eksik kalanları bildirin. Tanıtmak istediğiniz oyunu detaylarıyla yazarak bize gönderin. Adınızla birlikte yayınlayalım.
Bölgemizde yüzyıllar boyunca savaşlar olmuş. Osmanlı Rus Savaşları ve özellikle 93 Harbi, Ermeni Katliamlarına karşı koymalar, Ceceim Alaylarının köyümüz arazisinde cereyan eden savaşları, Kurtuluş Savaşı yakın tarihimizin bilinen savaşları. Bunun dışında Osmanlı döneminde üç kıtada savaşan, şehit düşen dedelerimizi de anmalıyız.
Savaştıklarını bildiğimiz Hasan Albayrak’ın babası merhum Aslan Albayrak, Ceceim Alaylarının tanığı merhum Rüfet Ağırman (ki konuyla ilgili kendisiyle yapılan röportajın video kaydı burada yayınlanacaktır.), Kop Dağında Şehit düşen Demirci Mehmet Çavuş’un dedesi Şehit Mustafa Altaş, yine Kurtuluş Savaşı yıllarında orduya alınmış olan merhum Daştan Aktaş dedeyi anmalıyız.
Nihayet Kore’ye gönderilen askerler içinde olan gazilerimiz ve Kıbrıs Savaşında yer alan gazilerimiz de bulunmaktadır. Burada adları geçen kişilerin bir kısmı Rüfet Dede ve Cemile Nene’nin röportajlarında da adı geçen kişilerdir.
Mustafa Altaş (Ayşe, Zeycan, ve Talha Nenelerin; Ahmet ve Eşref dedelerin babaları; Mehmet ve Fikri Altaş’ın dedeleri) Kop Dağında şehit olmuştur.
Yemene giden Şeyihgil’den İsmail Dede’nin dönüp dönmediğine dair henüz bilgi edinemedik.
Ceceim Alaylarının Hüsüpens’te ve Pulun Sırtta yapılan Savaşlarında
Fuat (Fiyet) Usta: Hüseyin Akpınar’ın babası Fiyet Emi’nin amcası
Molla Mehmet Çelebi: (Hamit, Taksim, Halit, Tahir ve Cemile Nenenin ağabeyleri, önce 16-17 yaşında, geri hizmetinde kullanılmak üzere Erzurum’a götürülmüştür.)
Ekşi Mehmet:
Parpacı Osman:
Gazilerimiz
Savaştıklarını bildiğimiz Hasan Albayrak’ın babası merhum Aslan Albayrak, uzun süre Rusların elinde esir kalmış, geç zamanlarda köye dönmüştür.
Kâmil Efendi: Birinci Dünya savaşında Pulun sırtta yapılan savaşta yaralanmıştır.
Ceceim Alaylarında savaşmış olan Ahmet Pehlivan (merhum Rüfet Ağırman’ın babası ki konuyla ilgili Rüfet emi ile yapılan röportajın video kaydı burada yayınlandı. )
Birinci Dünya Savaşı Gazisi Osman Çavuş (Ahmet Pehlivan’ın Kardeşi). Savaşta yaralanıp esir düştükten sonra 8 yıl boyunca köye dönemeyen Osman Çavuş Birinci Dünya Savaşı Osmanlı dönemi gazilerimizden biridir. Birlik Cami emekli İmamı Ali Hoca hafızlık anılarında şunu söyler: “Okuduğumuz müddetçe amcam rahmetli Osman Çavuş her hafta İnci katmeri ile pileki pağacı yaptırır, semaverle çay demletir bize yedirirdi. “Yeter ki siz okuyun canımı bile size feda ederim” derdi.”
Kurtuluş Savaşı Yıllarında savaşmış Arap Dede Lakaplı merhum İbrahim Altunok (yakında hayatını ve anılarını yayınlayacağız.)
Topal Kıraç Ahmet Dede Kurtuluş Savaşına katılmış.
Yine Kurtuluş Savaşı yıllarında orduya alınmış olan merhum Daştan Aktaş dede de gazi sayılmalıdır.
Uzun Ahmet lakaplı Ahmet Kaya, Kore Savaşına katılmıştır. (kendisiyle yaptığımız röportaj videoları yakında yayınlayacağız.)
Şerif Kaya Kıbrıs Savaşına Katılmış yaşayan bir gazimizdir. (kendisiyle yapılan röportajı yayınlayacağız.)
Köyümüzde yüzyıllardır insanlar kaynak sularından içerek beslendiler. Yüce dağ Akdağ, aklığını biraz da yılın dokuz mevsimi üzerinde kar olmasından almıştır. Kışın karı, yazın soğuk suyu demektir. Akdağ sayesindedir ki köyümüzde zannederim hiç bir tarihte teyemmüm de yapılmamıştır. Çünkü köyümüzde en susuz mesafe teyemmümü gerektiren bir mili (dört bin adım= yaklaşık 1,6 km.) asla geçmez.
Çeşmelerimiz, köyümüzün ve arazilerimizin süsüdür. Her bir köylü hangi mekâna en yakın gözenin, derenin ve pınarın hangisi olduğunu bilir. Suyun adı köyümüzde zaten “göze”dir, “pungar”dır, “çeşme”dir, “çay”dır, “dere”dir, “çerme”dir, “kaynak”tır.
Sularımız da içimine göre tasnif edilmiştir. Tatlı suyumuz, acı suyumuz ve şorak suyumuz vardır. İnce suyumuz, kalın suyumuz ve sert suyumuz vardır. Buz gibi suyumuz, soğuk suyumuz, ılık suyumuz, sıcak suyumuz ve kaynar suyumuz vardır. Bir tekne ekmek yediren suyumuz da vardır, bir lokmayı boğaza tıkayan suyumuz da. Velhasıl suyumuz da insanımız gibi çeşit çeşittir.
Bitirmeden önce çeşmelerin araziye dağılmasında büyük emeği geçen merhum (Hacı Cafer) İbrahim Aksu‘ya ve onun izinden giden hayır sahiplerine Allah’tan rahmet diliyorum. Peygamberimizin sadaka-i cariye (akan, hiç kaybolmyan sadaka) müjdesine nail olması için dua edelim.
Bu başlık altında neleri yazacağız, nelerin resmi olacak?
Köyümüzdeki bütün gözelerin adını, adı yoksa yerlerini tek tek sayacağız. Mümkün olursa fotoğraflarını yayınlayacağız. Sulu derelerimizi, arazide köylümüzün başına gidip su aldığı yerleri tek tek sayacağız. Ancak şimdilik özellikle yapılmış çeşmelerin, pınarların adını aşağıda sayıyoruz.
Niyetimiz bu çeşmeleri tek tek tanıtmak: Yerini, suyunun kalitesini, özelliklerini, kimin, ne zaman, nasıl, niçin yaptırdığını, kimlerin özellikle hangi mevsimde faydalandığını, farklı özelliklerini hepsini kayıt altına almak istiyoruz. Bu konuda her türlü katkıya açık olduğumuzu belirtelim: Pungarın, çeşmenin adı, yeri, tanıtımı ve fotoğrafı konusunda her türlü katkılarınız sizin adınızla birlikte yayınlanacaktır. Bir çeşmenin tanıtımı da sizden olsun, böylece o aktığı müddetçe adı da var olur ve size de sevap yazılmaya devam eder, inşaallah.
Konu Başlıkları
Hacı Cafer İbrahim Aksu (Köyümüzde çeşmelerin yapımının piri)
Bu hafta sizlere köyümüzün dağlarının, taşlarının, tarlalarının, arazilerinin, çeşmelerinin kısaca bütün mekânların adlarını sunuyoruz. Yanlış yazdığımız, tekrar yazdığımız ya da yazmayı unuttuğumuz arazi adlarını yorumlar kısmına eklemenizi sizden rica ediyoruz. Elinde arazi resimleri olanlar nereye ait olduğunu belirterek bize gönderebilirler. Çünkü bu arazilerin resimlerini link olarak eklemeyi düşünüyoruz. Büyük bir köy haritası üzerinde gösterme işini de ilerleyen zamanlarda yapacağız inşallah. Yorum, arazi ismi ekleme ve resim destekleriniz için şimdiden teşekkür ederiz.
Köyümüzün eski çınarları bir bir devriliyor, farkında mıyız?
Çocukluğumda kış gecelerinde, ailemizin akşam oturmaları için Merhum Mösüne (Muhsine) Nenemin evine giderdik. Harmanın altından girilen eski karanlık evde, elektriğin olmadığı zamanlarda karanlıktan ürperirdik. Allah rahmet eylesin, Muhsine Nenem meyvelerden ne varsa mutlaka biz çocuklara verirdi. Evimiz aşağı mahallede olmasına rağmen Cıdır Ahmet Dede’yi o zamanlardan tanıdım. Muhsine Nenemin vefatından sonra “Yalnızlık Allah’a mahsus, oğul!” derdi sık sık. Büyükleri olan nenemi ve ablası Nazlı Nenemi ziyarete gelir, mutlaka ismimle, medreseden sonra ise “Hafiz” diye takılırdı. Son zamanlarda ise “Hoca” derdi.
Biliye oynayacaklar önce birer bilye (misket) alırlar. Düz bir harman bulunur. Harmana bir kuyu kazılır. Kuyu kara lastiğin topuğuyla kazınırsa çok güzel olur. Kuyudan üç, dört metre uzaktan bir çizgi çekilir ve bu çizginin adına emel denir. Önce herkes emele gider. Elindeki bilyeyi kuyuya girecek şekilde ya da en yakın olacak şekilde atar. Bu oynama sırasını belirlemek için yapılır ve motor sporlarındaki sıralama turları gibidir. Eğer bu atışlarda bir bilye ötekine çarparsa atışlar yenilenir ve önceden alınmış sıralar geçersiz olur. Sonra tekrar emele gidilir, bilyeler atılır. Kuyuya en yakın olan oynamaya başlar.
Öncelikle oynayacaklara birer numara verilir. Bu numaralar 1, 2, 3, 4, 5 gibi ritmik devam eder. Ebe eline bir kemer (kayış) alır. Sonra şöyle diyerek oyunu başlatır. “Ben bizim tarlayı ektim biçtim 5 kabak oldu.”
Beş numaralı oyuncu hemen cevap verir: ?Beş kabak olmaz.?
Ebe hemen sorar: Ya kaç kabak olur?
Beş numaralı oyuncu aklına gelen bir numara söyler. Örneğin, ?2 kabak olur? der. Böylece iki cevap vermelidir.
Köyümüzün yabani yemişlerinden biri joğdur. Çoruh vadisinin birçok bölgesinde olduğu gibi, köyümüzde de ormanlarda, derelerin güney kenarlarında yetişmektedir. Yoğun olarak İncegüney?de, Ganlımerekler?de, Sarıkaya?nın önünde, Iğasor?da, Orcukdere?de, Mağarabaşı?nın çeşitli derelerinde bulunmaktadır. Böğürtlen köyümüzde taze tüketilirdi. Ancak şimdilerde, marmelat ve reçel olarak da değerlendirilmektedir.
Erzurum?un İspir ve Uzundere ilçelerinde yoğun olarak bulunan salur, köyümüzde de yetişmektedir. Uzundere?nin Öşvank köyünün salurları çok ünlüdür.
Köyümüzde salurlar, Tarmut?ta, Çatak?ta, Gezor?da, Gölyer?in bazı bölgelerinde ve her tarafta tarla tumplarında bulunur. Özellikle mezarlığın duvarındaki salurlar, çocukluğumuzun ikilemleri arasında büyük yer tutar. Köyümüzdeki âdete göre mezarda yetişen bir şey yenmez, hatta hayvanlara dahi yedirilmez. Oysa yeşil, bordo, kırmızı, sarı salurlar yolun üzerine sarkmakta ve biz çocukların ağzının suyu akmaktadır. İşte ikilem budur: Mezardan yenilir mi? Mezarın salurları en güzeli ve olgunlaşmış yememek olur mu? İtiraf edeyim ki hep korku içinde yerdik. Yedikten sonra da ne zaman bize bir şey olacak korkusuyla beklerdik. Üstelik salur dipleri yılanların doğal mekânı sayılır.
Yer: Süt damı Kadınlar oturmuş sohbet etmektedirler:
– Gız Anşa, gördün mi? Beymurat tikilacahlar. Getmiş, bula bula bizim çayırı yedürmişler. Zatan billohma otumuz var. Oni de soyha galacah danalar yimiş. Bilmérem bu dana çobanını biz neye duttuh.
– Gız, her teref ot dutmiş. Gétmiş, dört tene otun peşine düşmişsin.
– Toprah başaan. Dağın daşın otuni sene kim getürecah ki mallara veresin.
Tıbbî Faydaları: Meyveleri soğuk algınlığına karşı kullanılmaktadır.
Yetiştiği yerler: Köyde meşe içlerinde, tarla tumplarının kenarlarında, özellikle erken olarak Madur?da, Tarmut?ta. Erzurum?da Çoruh vadisinde, Tortum gölü çevresinde yoğun olarak bulunur. Kızambuğun yaprakları ilkbaharda toplanır. Kırmızı küçük meyveleri ise -ki biz kızambuk gagası deriz- Eylül sonunda olgunlaşır.
2, 3, 4 yaşındaki bir kaç çocuk, bir büyüklerinin eşliğinde eğleniyorlar. Eller karışık bir şekilde üst üste gelecek şekilde ve işaret parmağıyla başparmakla alttaki ellin derisini sıkmaktadır. Başlanır eller aşağı yukarı sallanmaya. Sallanırken aşağıdaki tekerleme söylenir. İşte bu küçük çocukların eğlencesi “Cim Cim Cim Ana”dır.
Aynı oyunun farklı yörelerde farklı tekerlemeleri vardır. Biz geçimimizin dayalı olduğu arpa, buğday ve sarıkoyunu söyleyip eğlenirken, başka memleketler kendi geçimleriyle, kültürleriyle tekerlemelerini söylüyorlar. Karşılaştırma olsun diye, işte size iki örnek: Biri bizim “Cim Cim Cim Ana”, diğeri Rize’den “Çimi Çimi Çirona”. Form ve şekil aynı; içerik ve sözler farklı.
Evet, yanlış duymadınız. Bizim köyde ilim yenilir. Yeni nesiller değil belki, ama 30 yaşın üzerindeki her köylümüz neredeyse ilim yemiştir. Nasıl mı? Anlatayım efendim.
İlim öğrenilir, talep ve tahsil edilir değil mi? Oysa bizim köyde ilim yenilir de. Aylardan Mayıs ya da Haziran’ın ilk günleri, yani geç ilkbahardır. Önünde öküzlerle Mağarabaşı’na, Eysüpens’e, Üşüler’e, Alininçayırları’na giden her hodak ya da kuzuları otlatan küçük uşak mutlaka cebinde keskin bir Huvak bıçağı taşır. Öküzler, kuzular yayılırken (otlarken) hodağın işi yoktur. Hodak, kendine bir eğlence bulmalıdır. Bıçağı eline alır, çıkar bir doruğa (Doruk, çamın körpesine denir.). Kabuğu oldukça yufkadır. Kâğıt gibi düz, sapsarı. Kabuğun altına bahar olduğu için su yürümüş, elastiki bir jel halini almıştır, jelâtin kadar şeffaf ve ince yani. Ağaç gövdesinin üstünde, kabuğun hemen altındadır. İşte baharda ağacın kabuğunun altında oluşan jelatinimsi katmana “ilim” denilir. Tadı mükemmel, şekli ince ve şeffaftır. “Peki, nasıl yeriz ilimi?” derseniz, onu da anlatayım:
Büyük şehirlerde yaşayanlar bilir: Kurbanın alınmasından -kayrılmasından demiyorum- kesilmesine kadar bir sürü meşakkati vardır. Hele son yıllarda medyanın ?kurban kaçma sahnelerini? bayramın en seyirlik malzemesi haline sokması da cabası. Bayram artık dinî bir gün değil, ya tatil, ya da kaçak hayvanların oynadığı bir film. Oysa köyümüzün bayramları her haliyle güzeldir.
Şimdi size halen yaşayan bir geleneğimizi aktaracağım. Hayır, bayram günü değil, arefe gününü. Arefeyi diğer günlerden ayıran en önemli şey, köyümüzde kütük patlatılmasını ve sırık ucu atılmasını seyretmektir. Bir de yeni elbiselerini giyen çocukların birbirlerine ?bayramda bele misin?? sorusudur. Yani ?bayramlık elbiselerin bunlar mı?? Esasında fakirliğin sorusudur bu. Maşallah şimdiki çocuklarımızın giyimleri her gün bayramlık gibi. Şimdi detayları anlatalım:
Bandanın daha bilinen adı yabani armut. Latincesi Pyrus eleagriftolia. Çoruh vadisinde oldukça yoğundur. İspir, Uzundere ve köyümüzde oldukça yaygındır. Zaten köyümüzde Çoruh havzası içinde yer almaktadır.
Banda ağacı oldukça serttir. Baltayı vurduğunuz zaman geri sıçrar, yani balta bu ağacı zor keser. Bu yüzden tırpanların natındaki elcek genellikle bandadan yapılır. Kargalar banda çalılarını taşıyarak yuva yaparlar. Banda toplamaya çıkan her çocuk, bu ağacın kazık gibi sivri uçlarıyla, haşin gövdesiyle yaralanır. Sağlam bir kök üzerine kurulu onlarca dal, kısa boy ve tepesi genellikle yuvarlak bir ağaçtır. Çoğu kez de bodurdur.