Kategori: Makale (Sayfa 1 / 4)

110 kayıt bulundu

Hafız Mevlüt ALTAŞ

Önsöz:

Vefatının 21. yılında babam Hafız Mevlüt Altaş’ı hayr ile yad ederim. Rabbim rahmet eylesin. Bu yazıda babamın kısa bir biyografisini, fotoğraf galerisini, bir düğün merasiminde yapmış olduğu konuşmasını, cenaze törenini, Esatpaşa İHL’deki veda programından bir kesiti ve son olarak akrabalarının, arkadaşlarının ve öğrencilerinin bizimle paylaştığı anılarını izleyecek veya okuyacaksınız.

Bu çalışma esnasında babam hakkında hiç bilmediğim bilgiler öğrendim. Mesela babam Erzurum İHL’de öğrenci iken iki yaz tatilinde Aşkale Çimento fabrikasında çalışmış. Bu sebeple sizlerden anılarınızı bizimle paylaşmanızı istirham ediyorum.

Bu sayfayı hazırlamamda emeği geçen, anılarını paylaşan herkese çok teşekkür eder, saygılarımı sunarım.

Yusuf Ziya Altaş

Biyografi:

Hafız Mevlüt ALTAŞ
Hafız Mevlüt ALTAŞ

Hafız Mevlüt Altaş 1951 yılında Erzurum’un Oltu ilçesinin İnci köyünde dünyaya geldi. İlk tahsilini aynı köyde yaptıktan sonra babasından (Yusuf Hoca) hafızlığa başladı. Hıfzını müteakip Erzurum İmam Hatip Lisesi’ne kaydını yaptırdı. Orta lise tahsilini Erzurum’da tamamladı. 1973-1974 öğretim yılında İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü‘ne girdi ve yüksek tahsilini bitirdikten sonra 1978 yılında İstanbul Motor Meslek Lisesi Din Dersi öğretmenliğine atandı. 1981 yılında askerliğini İstanbul Tuzla’da kısa devre olarak yaptı ve tekrar aynı görevine döndü. 1981 Eylül’ünde Ümraniye Orta Okulu’na tayin oldu ve üç sene burada görev yaptıktan sonra Üsküdar İmam Hatip Lisesi’ne tayin oldu. 1994 yılına kadar öğretmen, müdür yardımcısı, müdür baş yardımcılığı görevlerini ifa ettikten sonra okulun erkek bölümünün Esatpaşa’ya taşınması nedeniyle Esatpaşa İmam Hatip Lisesi’ne geçiş yaptı. Burada da müdür yardımcılığı ve öğretmenlik görevlerini yaptıktan sonra geçirdiği pankreas kanseri neticesinde 24 Mart 2002’de vefat etti. Cenazesi Üsküdar’da bulunan Bülbülderesi mezarlığına defnedildi.

Hafız Mevlüt Altaş Hoca’nın 5 Kasım 2000 tarihinde yapmış olduğu konuşma

Fotoğraf Galerisi:

Veda:

Hafız Mevlüt Altaş Hoca’nın Cenaze Merasimi (24 Mart 2002)
Esatpaşa İmam Hatip Lisesi öğrencileri tarafından hazırlanan Hafız Mevlüt Altaş Hoca’ya veda programı (15 Haziran 2002)

Anılar:

Bir Dosta Mektup

Sevgili dostum, arkadaşım ve meslekdaşım Hafız Mevlüt Altaş Hoca,

Seninle İnci köyünde başlayan çocukluk arkadaşlığımız önce Kur’an Kursu’nda, arkasından ilkokulda devam etti. İlkokulda çoğu zaman İlyas, Kadir, Mevlüt aynı sırayı paylaşan üçlü olduk, beraber ders çalıştık, ödev yaptık, oyun oynadık, güzel günler geçirdik. İlkokulu bitirince ben Adana İmam Hatip okuluna gittim, sen köyde hafızlığa başladın. Böylece birbirimizden uzak kaldık. Ancak yıllar sonra sen hafızlığını tamamlayarak Erzurum İmam Hatip okulunda öğrenci oldun, ben ise İmam Hatip Okulunu bitirip Erzurum Yüksek İslam Enstitüsüne geldim. Yollarımız burada tekrar buluşmuş oldu. Erzurum’da da beraberce güzel günlerimiz geçti. Sonra sen İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü’nü kazanıp İstanbul’a gittin, ben ise askerlik yaptıktan ve Mardin’de üç yıl görevden sonra İstanbul’a atandım. Tekrar aynı şehirde buluştuk. Yüksek İslam Enstitüsünden mezun oldun, İstanbul’da görev aldın, beraberce aynı şehirde yaşamaya başladık, hatta bir ara aynı okulda görev yaptık. Evlendik, çocuklarımız oldu fakat dostluk ve arkadaşlığımız zayıflamadı, aksine güçlü bir şekilde devam etti. Hafta sonları ya biz sende ya sen bizde, yaptığımız sohbetlerle haftanın yorgunluğunu üzerimizden atardık. İstanbul’un yoğun trafiği ve meşgalesi hiçbir zaman bir araya gelmemize engel olmadı. Ancak ilahi takdir her şeyin önüne geçti ve bu ilişkimizi sonlandırdı. İtiraf etmeliyim ki, 20 yıldır senin ayrılığını kabullenmek benim için kolay olmadı, seninle yaptığımız sohbetlerimizi unutmadım ve zaman zaman yalnız kaldığımda keşke… diyorum. Değerli arkadaşım, sen benim gözümde güzel ahlakın, tevekkülün, kanaatin, sabrın ve şükrün temsilcisi güzel bir insandın. Bu dostluğumuza nokta değil, virgül koyduğumuza inanıyor ve Cenab-ı Hak’tan bizi cennetinde, Hz. Peygamber’in livau’l-hamd sancağı altında buluşturmasını niyaz ediyorum.

Mekânın cennet, ruhun şad olsun. Allah Teala geride bıraktığın aile efradına sağlık ve uzun ömürler versin.

20.03.2022 / Prof. Dr. İlyas ÇELEBİ

Hafız Mevlüt Altaş
Mevlüt Altaş & İlyas Çelebi (1978)
Prof. Dr. Mustafa Ağırman anlatıyor…

Dağdaki Ahenk


Köyde arkadaşlarla çıktım dağlara,
Aksuda ekmeği ıslatıp yedik,
Yeniden yöneldik eski çağlara,
Burası bizim memleket dedik.

Çevirmede yaktık kebap ateşi,
Bir koyun etinden doldurduk şişi,
Sofralar donandı katmerle bişi,
Buyurun sofraya arkadaş dedik.

Papatya kaplamış deresi dağı,
Sümbülle laleler gönüller bağı,
Menekşeler içinde kurduk otağı,
Akdağ’ın belinde bir nefeslendik.

Servet’le Muzaffer Tıperden geldi,
Yusuf’un feryadı dağları deldi,
Kaya Ahmet ıslıkla koyunu saldı,
Hafız Mevlüt’e yoğurdu serptik.

Sanırsın yeşile bezenmiş dağlar,
Kuşlar ötüşür dereler çağlar,
Her çeşme başında bir kuzu ağlar,
Böyle yaşamayı çok özlemiştik.

Kadir ile Faruk Aksuda yattı,
Muhittin elini buzlara attı,
Kömürcüoğlu çıkıp yanına gitti,
Bu dağda yaşanan hatıra dedik.

Kömürcüoğlu Kadir Altaş / 26 Temmuz 2001

Hafız Mevlüt’e,
2001 yılının Temmuz ayının 26. Günü ve köydeki son gününde arkadaşlarla birlikte geçirdiğimiz günün anısına o gün için yazdığım şiir.

Hafız Mevlüt Altaş
Mevlüt Altaş & Kadir Altaş (1984)
Hamza Çelebi anlatıyor…

Babamla Anılarım

Rahmetli babamla geçen birkaç anımı sizlerle paylaşmak istiyorum.

Rekabet: 5-6 yaşımdam itibaren satranç oynamaya başladım. Rahmetli babamla mücadelelerimiz her zaman kapışmalı geçerdi. Düstur yenilen pehlivan güreşe doymaz idi. O yüzden her iki tarafta kazanana kadar mücadele devam ederdi. Yaz tatilleri ve Ramazan ayı en yoğun oynadığımız zamanlardı. Babamın en güçlü tarafı satrançta vezirini kullanması idi ama bu bir zaafiyette doğuruyordu. Vezirini kaybetmesi en sevmediği ve yenilgiye götüren kısım idi.

TV: Eski bir Grundig marka siyah beyaz televizyonumuz vardı. Artık eskimesi sebebiyle iyi göstermemeye başlamıştı. Okuldaki bilgisayarcı tozun elektrikli aletlere çok zarar verdiğinden bahsetmiş hatta bilgisayarcı bazı durumlardı bilgisayar parçalarını suyla yıkıyormuş. Bunu öğrenen babam bir akşam geldi televizyonu yıkayacağız dedi. Evin ortasına kocaman bir leğen koyduk, televizyonun arka kapağını açarak leğenin içine yerleştirdikten sonra marşapayla su dökerek bir güzel yıkamıştık. İki gün soba arkasında kuruyan televizyon pek birşey değişmese de çalışmaya devam etmişti. En azından temiz bir televizyon olmuştu.

Kopya: Yazılı kağıtlarını genelde evde okurdu. Bende yanına oturur verdiği notlara bakardım. Birgün kağıtlara bakarken iki öğrencinin kağıtlarının birebir aynı olduğunu görmüştüm. Babama söyleyince elindem aldı, hemen vermiş olduğu yüksek notları silip ikisine de zayıf not vermişti.

Küfürlü konuşmazdı, dürüst ve doğru bir insandı. İçi gülerdi, merhametli idi. Biz ondan razı olduk, Rabbimde razı olur inşallah.

Allah rahmet eylesin. Mekanı cennet olsun.

Yusuf Ziya Altaş

Yakın arkadaşı İbrahim Turgut anlatıyor…

Mevlüt Altaş (Allah C.C. rahmet etsin)

Mevlüt Bey’le yolumuz 1987 yılında Üsküdar İ.H. Lisesine atanınca kesişti. 1990 yılında Md. Yardımcılığı görevini üstlenince biraz daha yakınlaştık. İleri ki zamanlarda buradaki bazı akraba ve hemşehrilerini de tanıdım. Mesela Hattat Hasan Çelebi ve diğer Çelebiler… hemşehrisi Harun Keleş gibi.

Hasan Çelebi Hocaya hat derslerine gidiyorduk. O da geliyordu. Daha sonra bırakınca Hasan Hoca kabiliyetinin iyi olduğunu gelirse iyi bir hattat olacağını söylüyordu. Maalesef hatta devam etmedi.

İmam hatip liselerinde öğrenci alma geleneğinde iki düşünce vardı.

  1. Kemiyeti önemseyenler
  2. Keyfiyeti önemseyenler

O keyfiyeti öne çıkarırdı fakat kemiyet düşüncesi okula hakim oldu. Hal böyle olunca bunun için idareciliği bıraktı.

Okulun dışında beraber olabildiğimiz diğer bir mekanda din görevlileri lokali idi. Müsait zamanlarda diğer din görevlileri ile orada bulunurduk. Oradaki bazı faaliyetlere iştirak ediyorduk.

Hafız olması ve arapça biliyor olması mesleki yönünün güçlü tarafı idi. Nitekim din görevlileri lokalinde bazı din görevlileriyle arapça çalışıyorlardı. Bunların arasında hafız İlhan Tok’ta vardı.

Hastalığının son günlerinde Esatpaşa Mahallesindeki evinde bir saati aşkın hasbihal ettik. O halde bile İHL derdi ile dertleniyordu.

Allah rahmet eylesin.

Hilmi Beyca

Hafız Mevlüt Altaş
Hilmi Beyca & Mevlüt Altaş (1994)

Hattat Hasan Çelebi anlatıyor…

Köydeki Son Gün

2001 yılı Temmuz ayında Hafız Mevlüt benden bir hafta önce gitmişti köye. Ben bir hafta sonra Oltu’ya geldiğimi haber alan Hafız Mevlüt ve Yusuf Ağırman bir haftadır beklettikleri bir türlü yiyemedikleri yarım şaka yani koyun gövdesinin dörtte biri olan bölümünü buzdolabında bekletiyorlar. Hemen alelacele yağmurlu bir günde kabanın başına gidip kebap yapmak istiyorlar. Kadir gelir bir kebabı yiyemediniz demesin diye yağmur yaşta karanlıkta kebap yapıp yiyorlar.

O günün sabahında ben köye vardım olayı anlattılar. Aradan bir hafta geçti köyümüzde geleneksel ve yaygın olan arkadaşlar arasında cağ kebabı kırda bayırda veya evlerde yapıp yemektedirler.

Bu geleneğimiz yaşlılara sorduğumda seferberlikten önce (1914) köyümüzde yapılıp yenildiğini söylerlerdi.

Bizde köydeyiz her gün bir yere gezmeye gidiyoruz. Piknik yapıyoruz ama kebabımız yok. Bir gün yine köyde birlikte evin kapısında Hafız Mevlüt, ben ve Yusuf Ağırman oturuyoruz. Bir kebap olsa da yesek diye konuşuyoruz.

Ben heme kalkıp gidiyorum nereye diye sordular. Biz kurtuz kendimiz yakalar kendimiz yeriz. Başkasının leşini yemeyiz dedim.

Üçümüz kalktık bakkal Ali Aydın’a gittik. Onun koyunları vardı, Ali Usta satılık koyunun var mı? Var ağabeyi. Ama arkaçta. Arkaç koyun ve keçilerin yani küçükbaş hayvanların ağılına denir.

Birisini bulun alsın getirsin dedi. Tamam dedik. Bakkal dükkanında çıktık. Köyün camisine yakın olduğu için caminin bahçesinden geçelim dedik tam caminin bahçesinden geçerken solak Mustafa Altaş’la karşılaştık. Mustafa’nın arabası vardı. Mustafa araban nerede dedik. Mustafa evin önünde dedi. Bize arkaçtan bir koyun alıp gelir misin diye söyledik. Mustafa hemen ağabeyi ne demek nereye derseniz oraya giderim dedi. Hafız Mevlüt bende beraber gideyim çok zamandır arkaçı görmedim dedi.

Hafız Mevlüt ile solak Mustafa beraber arabaya bindiler gitti koyunu aldı geldiler. Koyunu kestirdik bir şakasını (koyunun yarısı ortadan bölünce) aldık bizim eve geldik.

Sabah oldu bir araba bulalımda gidip kebap yapıp yiyelim dedik. Bir yandan da hafız Mevlüt, Yusuf Ağırman 3 kişiyiz bir şaka et 14 kg bize çok dediler.

Ben dedim ki ayranımız olsun sineği bağdattan gelir diye bir tekerleme sözümüz vardır. Onu söyledim. Sineği bağdattan gelir dedim.

O zamanlar köyümüzde araba şimdiki gibi yaygın değil. Traktörler var, ondan bulalım dedik. Bilal Acar isminde bir arkadaşımızın traktörü vardı. Onu ileri çıkardık. Eşyalarımızı traktörün römorküne attık. Sokaktan hareket ettik. Köyle yukarı giderken bizi gören bende gelim beni de alın diyenleri bindirdik. 3 kişi ile başlattığımız kebap pikniğimize köyden çıkana kadar 22 kişi olduk. Gedik denilen mahale  vardık ateşleri yaktık kebabı kazırladık. 14 kg et 22 kişi yetmez derken Oltu’da ikamet eden Servet Ağırman, Muzaffer Akçay ve Ahmet Altaş’ta duymuşlar onlarda dağdan aşarak geldiler. 25 kişi olduk. Bu et yetmez dağda davar otlatan Ahmet Sancar’dan (Şef Ahmet) bir koyun daha aldık. Ahmet Alkan’la gönderdim kessinler diye bense Aksu’da olan arkadaşlara haber vermek için ayrıldım. Gittim onlara haber verdim beraber piknik mahaline geldik. Şef Ahmet’ten aldığımız koyunu kesmemişler koyunda sürüye geri kaçmış.

25 kişi 14 kg et yetmedi ama güzel bir muhabbet oluştu, akşama kadar bu piknik devam etti. Akşam neşeli bir şekilde köye vasıl olduk.

Köye varınca mezarlıktaki ziyaretlerimizi yaptık çıktık köyün eski imamı Hasan Acar bizi güğnes denilen mevkide arı kovanları vardı bal yemeye davet etti.

Gittik ikram edilen balları yedik.

Hafız Mevlüt, İmam Hasan’a bizi Huvak (Alatarla) köyünde bulunan teyzesini ziyaret için götürmesini istedi.

İmam Hasan tamam dedi yola koyulduk. 4 km mesafede olan Alatarla köyüne vardık. Vardığımızda Hafız Mevlüt’ün teyzesi Fedime Hacı kazanlarda pekmez kaynatıyordu.

Akşam namazını camide kıldık, camiden çıkınca taze pekmez koydular onuda yedik. Az sonra köyden telefon ettiler sizi yemeğe davet ettiler bekliyorlar diye.

Hemen harekete geçtik köydeki davete yetiştik.

Davette sofraya donatılan yiyeceklerden de yedik. Daha sonra evin kapısında babamın kurmuş olduğu sedirin başına geldik. Çok yemenin hazımsızlığı bizi rahatsız etmesine rağmen hafız Mevlüt her zaman mı yiyoruz bugünde böyle olsun dedi.

Sabahleyin 27 Temmuz 2001 günü İstanbul’a dönmek için yola çıktık. Yol boyunca o günkü muhabbeti konuştuk. Hafız Mevlüt’ün köydeki son yaşantısı oldu.

O günkü gruptan aramızda olmayan Hafız Mevlüt, Mevlüt Akçay, Bilal Acar ve Mehmet Acar için Rabbim gani gani rahmet eylesin, mekanları cennet olsun.

Yaşananlar hayal imiş düş imiş
Gözde kalan iki damla yaş imiş.

Kömürcüoğlu Kadir Altaş / 26 Temmuz 2001

Hasan Ağırman anlatıyor…
Arkadaşları Yusuf Ağırman, Servet Ağırman ve Ahmet Kaya anlatıyor…
Yeğeni ve öğrencisi Kerim Ağırman anlatıyor…
Öğretmen arkadaşı Arif Öcaldı anlatıyor…
Çocukluk arkadaşı Veysel Altaş anlatıyor…

Merhum Mevlüt Altaş Hoca (Hemşehrim)

1988 öğretim yılı yaz döneminde Bafra İmam Hatip Lisesinden Meslek dersleri öğretmeni olarak Üsküdar İmam Hatip Lisesine tayinim çıktı.

Okula gittiğimde Müdür Satı Demirci ile ilk görüşmem oldu. Müdür Beyi Fatih İmam Hatip Lisesinden tanıyordum. Aynı okulda okumuştuk. Biraz sohbetten sonra baş muavin Mevlüt Altaş’a git ve programa alsın dedi. Merhum Mevlüt hocaya gittim ve durumu izah ettim. Hoş geldin hocam nerelisin dedi. Erzurum Oltu doğumlu Olur kazasındanım dedim.

Merhum gülümsedi ve bende Oltu’luyum. Kızmazsan bir şey diyebilir miyim dedi. Neden kızayım hocam buyrun söyleyin dedim.

Bizim Oltu’da Olur’lular için şöyle söylerler, doğru mu? “Olur’dan iki kişi Oltu’ya düğün için alışverişe gelmişler. Mağazada esnaf nerelisiniz? demiş. Biri de ban mı demiş”. Sizin orada ben değil ban derlermiş doğru mu? dedi ve ikimizde güldük.

Hocam siz öyle duyduysanız doğrudur olmayan şey söylenmez dedim ve ilk tanışmamız sıcak ve esprili bir havada geçti. Sonra öğretmenler kurulunda ders programı verildi. Programda haftalık 30 saat ve yalnız Hitabet ve Kuran dersi var. Biraz garibime gitti, bu bir tevafuk mu yoksa özellikle mi iki ders verildi diye Mevlüt hocaya gittim. Elimde programı görünce, bir sorun mu var hemşehrim dedi . Merhum bana hep hemşehrim derdi.

Ben bir sorun yokta merak ettim, özellikle iki ders var. Arapça tefsir hadis kelam vs dersten yok dedim. Merhum dedi ki, bak hemşehrim bu dersleri özellikle verdim. Bafra’dan buraya geleceğinizi duyduk ve bende program yapmadan Bafra İHL müdürü Mehmet Dede’ye telefon açıp, Cengiz Gül hoca bize geliyor. Hangi dersleri verirsem öğrencilere daha başarılı olur diye sordum? O da bana hocaya hangi dersi verirsen başarır. Ancak iki ders var ki o dersleri onun gibi hiçbir hoca başaramaz. Bafra IHL binasını onun uygulamalı çalışmaları ile yaptık ve hiçbir öğrenciyi hutbe okumadan mezun etmez dedi.  Ve Kuran dersi içinde buna benzer şeyler söyledi. Bende onun için öğrencilere daha faydalı olursun diye verdim dedi. Hem burada her sınıfta 5-10 tane hafız var onları hutbeye çıkardın mı iş olur biter dedi.

Ben dedim ki hocam hafızlar bana ne onları yetiştiren hocalar övünsün. Ben hafız olmayanları da hutbeye çıkarmak isterim. Hem geldiğim okullarda böyle yaptım. Benim prensibim bu. Merhum şu anda gözümün önünde canlandı. Allah rahmet etsin. Makamı cennet olsun. Bana gülümseyerek dedi ki, bak hemşehrim prensibin çok güzel saygı duyarım yalnız ortada bir gerçek var onu da kabul etmelisin. Demek istiyorum ki buradaki çocuklara, Anadolu çocukları gibi her dediğini yaptırmak zordur. Bunlar İstanbul çocukları bunu kabul etmen lazım dedi.

Ben de hocam öğrencinin İstanbul’u ve Anadolu’su olur mu? öğrenci öğrencidir dedim.

Bana hemşehrim bu biraz zor ama Allah kolaylık versin seni takip edeceğim dedi gülümseyerek ve böylece yanından ayrıldım.

Hitabet dersinde devamlı hitabetin öneminden ve hitabet imam hatiplerde 7 sene okunan meslek derslerinin toplu olarak hutbe yoluyla cemaate sunmaktır. İddia ediyor ve diyorum ki kişi hafız olsun ezher üniversitesini bitirsin mükemmel Arapçaya vakıf olsun eğer bu sıralarda hutbeye çıkıp o heyecanı gidermedi ise hayatta bu olay başına gelince zorlandığını bizzat gördüm ve şahid oldum. Çoklarınız ben imam mı olacağım, imam olanlar okusun diye düşünenleriniz olabilir. Yalnız hutbede cemaatin huzurunda o çekingen ve heyecanı gideren hayatta her meslekte faydasını görür kanaatindeyim. Siz anlattıktan sonra nottan endişeniz olmasın, bende not bol. Şöyle ki hutbeyi okuyan notunu deftere kendisi yazar. Yazılılardan tam notta alsanız benim için geçerli not hutbe uygulamasıdır bunu böyle bilesiniz diye uyarılarımı her fırsatta yamaya gayret ettim. Sorası gelenleri önce okul mescidinde sonra Üsküdar’daki camilerde bir rehber öğretmeni nezaretinde hutbe çalışmaları devam ediyordu.

Bir sınıfta Koç Kundura sahibi Aziz Koç Kuranı okuyor, fakat Türkçe’de takılıyor, kelimeyi birkaç sefer tekrarladıktan sonra okuyor. Bunu hutbeye çıkarmak için çok uğraştım ve de hutbe okuttum. Bu benim işimi kolaylaştırdı. Hutbe okumaktan kaçanlara, Aziz’i örnek gösteriyordum ve mecbur kalıyorlardı hutbe okumaya.

Birinci dönem bitti ikinci dönem başladı. Sokullu Mehmet Paşa ilkokulunun önünden Üsküdar’a gidiyordum. Üç öğrenci karşıma çıktı. Biri çok havalı bir tavırla; benim yazılı notlarım iyi olduğu halde benim karneye zayıf vermişsiniz neden? Yazılı notunu takip ediyorsun da neden sözlü notun olan hutbeyi okumadın ve sıran geldiği halde kaçtın. Sınıflarda devamlı hatırlatma yapmıştım. Geçerli notunuz sözlü yerinde hutbe okumanızdır diye. Sen bu söylediklerimi duymadın mı? Eğer aklınızdan geçeni sakın uygulamaya koymayın. Güreş ve judoda derecelerim var. Evel Allah sizin gibi 3-5-10 kişiyi yere serer üstünüze basar geçerim. Akıllı ol ve Aziz kadar olamıyor musun? Seni programlarda güzel şiir okuduğunu biliyorum. Hutbe okumadan aciz misin utanmıyor musun? Akıllı ol. Hutbeye çık ve notunu kendin yaz ve bunun gibi bir sürü laf edip yoluma devam ettim. O hafta içi de hutbe okumaya geldi ve büyük camilerden birinde okuyacağını söyledi. Ve özür diledi. Sonradan öğrendim ki Erzurumlu bir hocanın oğlu imiş. Halen görüşüyoruz.

Meğer mevlüt Hocamız İstanbul öğrencisi Anadolu öğrencisine benzemez demesi bu gibi olayları hatırlatmak istemiş bana.

Bu hadiseden sonra sınıflarda ne anlattılarsa hiç sorun yaşamadan devam ettik. Hatta bu çalışmalara uygulamalı gasil tekfin işlerini de ilave ederek okul mescidinde çalışmaya devam ediyorken bir gün okul mescidinde namaz kılmaya gelmişti. Uygulamayı orada gördü ve kefenleme yaparken orada resim de çektirmiştik. O resmi bulamadım. Kefenleme uygulamasında unutamadığım bir olay oldu. 3 metre kefenlik bez aldım mescitte uygulamalı bir öğrenci üzerinde kefenleyecektim.

Kefenlemeden kim korkmaz? Diye sordum birisi ben korkmam beni kefenleyin Hocam dedi. Oğlum gerçekten korkmazsan gel. Hocam bez parçasından mı korkacağım dedi ve upuzun uzandı.

Önce kefenlemeyi kesmesini göstedim. Üç parçadan oluşur. 1. Parça en uzun ayak ve baş ucundan bağlanacak kadar uzundur. Buna lifafe denir. 2 bezi İzar’dır. Omuz ve diz kapakları altına uzanır. 3. Bez; kamis. Yakasız cepsiz gömlektir diye izah ettim.

En alta lifafe onun üstüne izar ve izarın üstüne kamis konulur. Sonra gasil yapılmış ölü gibi uzanan öğrenciyi bezlerin üstüne koyduk. Önce başından gömleği giydirdik. Soldan sağa sağdan sola sardık. Sonra izarı daha sonra lifafeyi sardık. Ayaktan bağladık tepeden de hafif bağlayıp sordum en yakın sıra arkadaşı kimse son olarak yüzüne bakabilir diye.

Hafiften yüzünü açtım ki öğrencinin yüzü kefen gibi ses yok bayılmış. Hemen koşun kolonya soğan getirin dedim. Öğrenciler kolonya soğan getirdiler. Burnuna koklattık derinden bir iniltiyle gözlerini açtı. Hani bez parçasından korkulur mu diyordun ne oldu? Hepimizi korkuttun dedim. Öğrenciler alaylı gülüşmeler başladı. Hemen bezleri poşete koyup doğrudan merhum Mevlüt hocaya götürdüm. Ne oldu hemşehrim bir şey mi oldu? Hemşehrim bana ya su veya çay söyle olayı anlatayım dedim. Çay ve su geldi. Suyu içtikten sonra olayı anlattım. Rahmetli güldü ve dedi ki aman hemşehrim bu uygulamadan vaz geç biri ölürse başımız belaya girer dedi. Bende aynı senin gibi düşünüyorum. Bu poşeti al dolaba at. Ama ben uygulamadan vazgeçmem. Poşeti bana verdin hemde uygulamadan vazgeçmem diyorsun bu nasıl olacak?

Evet erkeklere erkek bebek kızlara kız bebek alıp bebekler üzerinde uygulama yapacağım dedim ve dedi ki bunu baştan düşünseydin ya? Zararın neresinden dönsen kardır derler ya dedim ve ayrıldım.

Merhumla aramızda güvenli bir dostluk ve fikir alışverişi, konularda istişare eder hale gelmişti. O bana devamlı hemşehrim der bende merhuma hemşehrim derdim. Bir gün telefon açtı hemşehrim odadan ayrılma seninle bir sınıfa gitmemiz gerekiyor dedi. Bekledim geldi. Heyecanlı gördüm ve sordum hayrola hemşehrim konu nedir? Ya hemşehrim öğrenciler ve hoca sınıfa girmiyorlarmış. neden? Hemşehrim. Hiç sorma hemşehrim sınıfı üç harfliler basmış. Çocuklar ve hoca sınıfa giremiyorlarmış korkudan.

Hocam ne üç harflisi? Öyle şey mi olur dedim. Hele gidelim bakalım durum nedir. Sınıfa çıktık gerçekten de öğrenciler koridordalar. Hocada başlarında bekliyor. Sınıfın kapısı açık, tavanda ayak izleri var. Öğrenciler gayet ciddi duruyor, yalnız arkada iki öğrenci güldüğünü gördüm. Sınıfın içine adım attım merhum kolumdan tuttu geri çekti. Hemşehrim görmüyor musun gerçekten üç harfliler dolmuş çarpılırsın dedi.

Dedim ki hocam üç harfliler bu öğrencilerin içindedir. Nasıl yani? Hocam bu üç harfliler diğer sınıflarda yokta bu sınıfımı seçtiler. Ben bu olayı çözerim. Nasıl yani? Sen rahat ol odaya git yarım saat sürmez sana haber veririm dedim.

Rahmetlinin bir dudak bükmesi vardı. Dudağını bükerek haydi hayırlısı haber bekliyorum dedi ve odasına gitti.

Ben hoca hanım öğretmenler odasına gönderdim. Gidin çayınızı için bu dersi başka zaman telafi edersin dedim. Hemen koruma derneğinde pala namı ile meşhur Ahmet Aksoya söyledim. Uzun sırığa süpürge taktı temizledi ve boya atmaya dursun ben o iki gülen öğrenciyi odaya çağırdım. Anlatın bakalım nasıl oldu bu olay? Tavandaki o izleri nasıl yaptınız?

Bu olayı olduğu gibi anlatın ve yapanların isimlerini de söylemeyin. Bağırma, sopa, disiplin olayı yok. Hocam bizi döverler dedi birisi. Oğlum yoksa bana güvenmiyor musunuz? Hocam güveniyoruz. o halde neden korkuyorsunuz söz arkanızda ben varım dedim. Çocuklar anlatmaya başladılar. Hocam öğlen teneffüsünde derslere girmeyelim dediler. Biri dedi sınıfa pis koku atalım hoca girmez birkaçı dedi ki hayır bir sefer attınız cengiz hoca ders boyunca hocayı çıkardı. O pis kokuyu bize koklattı. Biz bu işte yoğuz. Cengiz hocaya söyleriz dediler. Bundan vaz geçtiler. Biri dedi ki ben buldum dedi. Bir leğende çamur yaptılar. Sıraları üst üste koydular ve küçük birini üsteki sıraya çıkardılar. Ayakkabıyı çamura batırıp tavan üzerinde ters yürüttü ve o şekil çıktı. Sonra sıraları yerine koydular. Mevlüt hocaya haber verdiler. Olay böyle oldu. Çocukları haydi gidin bana anlattığınızı arkadaşlarınıza anlatmayın dedim. Ve çocuklar gitti. Mevlüt hocaya telefon açtım olayı anlattım vay be bu p… korkulur dedi. Ve hemen olaya karışanları disipline ver dedi. Bende hayır hemşehrim ben onları disipline vermeyeceğim. Ya hemşehrim olur mu? bir dersi yediler. Hemşehrim hoca hanıma söyledim. Dersi sonradan telafi edecek. Sonra söylettiğim çocuklara disipline vermeceğim diye söz verdim. Ben sizi iyi tanıyorum siz bir şeye söz verdiyseniz ondan caymayacağınızı biliyorum. Bende söz verdim sözümden dönmem sizce uygun olur mu? hayır olmaz dedi. Sonra dedim ki bu şeytani akıl, yarın rahmani yönden çalışırsa kim bilir ne icatlar bulur. Tamam hemşehrim haklısın dedi. Disiplin olayı kapandı.

Önceden de söylediğim gibi öğrenci öğretmen ve başka konularda birbirimizle iştişare de bulunurduk. Bir gün bir konu hakkında merhumla görüşmem icap etti. Yalnız program yaptığı zaman kapıya yazı yazar rahatsız etmeyin diye.

Müdürde Mevlüt beyle işi olan diğer idarecilere gitsin diye öğretmenlere tembihte bulunurdu. Zaten gidenlere de kapıyı açmazdı. Bir konu hakkında mutlaka görüşmem icap etti ve gittim kapıya vurdum. Kim o yazıyı görmüyor musun? Okur yazarlığın yok mu?

Hemşehrim yazıyı gördüm biliyorum ama sizinle bir konuyu görüşmem lazım dedim. Ha hemşehrim sen misin dedi ve kapıyı açtı oturduk konuyu görüştük. Bir şey dikkatimi çekti ve sordum? Uzun çalışma masası, masa boyunca çarşaf gibi bir kağıt, kağıt üstünde nokta ve üzerlerinde öğretmen ismi, her öğretmenin üzerinde fasulye birinde mısır mercimek renkli küçük taşlar. Bunları sordum bunlar ne oluyor. Dedi ki bak hemşehrim 130 küsür öğretmen var bunları çakışmadan program yapmak çok zor oluyor her öğretmen bir şekil verdim mesela biri fasulye biri mısır. Böyle değiştirmek kolay oluyor. Bunu ben buldum ve diğer büyük okulların programını yapmada da yardıma gidiyorum. Dedi. Hayret ifade ettiği yerlerde onun dudak bükmesi gibi aynı hareketi yaparak bravo hemşehrim diyerek tebrik ettim. İşte gençler: Mevlüt hoca böyle hoca idi beyin gücü ve parmak marifetiyle okulu idare ederdi.

Şimdi ki gibi masada bilgisayarda bir parmak işaretiyle program yapılmıyordu. Bir program yapmak için haftalar sürüyor ve çalışmada zaman tahdidi yoktu gece gündüz adete okula öğrencilere kendimizi vakfetmiş öyle çalışıyorduk ekip halinde. Hiç unutmuyorum bilgisayar olayı çıkınca ilk olarak Haydarpaşa Lisesi ve biz Üsküdar IHL olarak bilgisayar kursu açtık. İlk olarak bilgisayardan karneleri çıkardık nasıl çocuklar gibi sevindik. Ama sevincimiz fazla sürmedi Milli Eğitim’den geldiler. Biz tebrik takdir beklerken karneleri kabul etmediler. Matbu karne olmazmış. Elle yazacakmışız. Tekrar başa döndük ve elle yazdık.

Başa dönüyorum sene sonunda son sınıfta 174 öğrenci vardı. Birinin ayağı yandı biri okuldan ayrıldı. Diğer öğrenciler hutbeye çıktı ve Mevlüt hoca dedi ki brova hemşehrim ben hiç beklemiyordum ama sen dediğini yaptın. Uygulama dersini çok güzel yaptın. Kuran dersini de Emre’den takip ediyorum o da gayet güzel demişti.

Ez cümle diyorum ki, hani musalla da hoca sorar bu mevtayı hali hayatında kemali sıhhatinde muvahhit musalli hak ve hukuka riayet eden biri olduğuna şahit misiniz? Hep birden şahidiz derler ya.

Siz de bana Mevlüt hocanın muvahhit musalli öğrenci ve öğretmenler arasında adil dürüst ve hak yemez islami konularda taviz vermeyen bir hoca olduğuna şahit misin derseniz bütün benliğimle içtenlikle bir kere değil bin kere şahidim derim.

Ahirete taalluk eden hak ve hukukum varsa bin kere sana helal olsun benim aziz Mevlüt Altaş hemşehrim. Makamın cennet olsun can peygambere komşu olmamdır arzum daima sana budur niyazım.

Cengiz Gül
Emekli Öğretmen
17 Mart 2022
Berat Kandili

Hafız Mevlüt Altaş
Cengiz Gül & Mevlüt Altaş ve öğrencileri (1990)
İdareci arkadaşı Satı Demirci ve öğrencisi Murat Yartaşı anlatıyor…

MEKANLAR “BACALAR”

Evvel zaman içinde bacalar vardı. İnsanı insandan, insanı doğadan ve insanı güneşten, komşuyu komşudan ayıran çatılar çıkmadan önce.

Evlerimizin güneşe, semaya bakan yüzleriydi,

Hayatı gören gözleriydi.

Nefes alınan yer, aya bakılan yerdi bacalar.

Biz “baca” diyorduk, başkalarının “dam” dediği yerlere. Başkalarının “baca” dediği yerlere de “buhari” diyorduk. Buhurun, buharın çıktığı yer anlamında. Biz yine dam’ı davarlar için yapılan kışlık ahırlar için kullanıyorduk. Bu açıklamalardan sonra biz tekrar bacaya çıkalım.

Düz ovalara değil de dağ yamaçlarına kurulan köylerde bacaya merdivenle değil, düz ayak çıkılır. Her yolun, her sokağın altı düz ayak bacadır. Bacalar yolun bir parçası ya da devamıdır. Onun için yol ile baca iç içedir ve her an hayatın bir parçasıdır.

Sabahtan hayata bismillah dediğimiz yerdi orası.

Güneş bacadan doğar bacadan batardı. Bacada karşılanırdı güneş, bacadan uğurlanırdı.

Duvarlara pencere konulmadan önce bacalarda pencere vardı. Küçük bir pencere; “dünyaya kapalı Allah’a açık.”

Çocukluğumuzun oyun parkıydı. Kazardık “kuyu”muzu bilye oynardık; “gıdma” oynayarak kazanmanın zevkine varırdık. Bazen de kaybeder hayatın kazanmadan ibaret olmadığını, kaybetmenin de dünyanın sonu olmadığını öğrenirdik. Yiğit düştüğü yerden kalkar der, yeni bir oyunla kazanmanın yollarını öğrenirdik. Kazanan da dünya benimdir hayalini kurmazdı. Arkadaşının bilyesi azalınca kazandığı bilyeleri tekrar bölüşürdü. Hayatın bir anlamının da paylaşmak olduğunu kaybeden arkadaşımızın gözlerinden öğrenirdik. Soğukta bilye oynarken bacanın toprağına sürtüne sürtüne soyulurdu ellerimiz, çatlardı parmaklarımız.

Bacaya çizgimizi çizer, kuralına göre çizgi oynardık. “Api api nos” ile biterdi çizgi oyunumuz. Gözlerimiz kapalı hayal gücümüzle çizgilerden ilerlerken, ferasetle görmeyi öğrenirdik.

Çeliğinden çomağına, bastik’inden domine’sine kadar her oyun bacalarda oynanırdı ve geleceğin büyükleri olarak hayatın kurallarını biz bu bacalarda bu oyunlardan öğrenirdik. Hayat mektebiydi bacalar.

Bacalardan atlardık kışın kar yığınlarının, yazın da saman yığınlarının içine. Büyüdüğümüzü ispatlamak için en yükseğinden atlardık pantolonumuzun yırtılmasına ya da çamurlanmasına aldırış etmeden.

Bacalar boş kalmazdı. İşinden dönen, işine ara veren nefes almak için bacaya çıkar ve çocukların oyunlarını gayrı ihtiyarı izlerlerdi.

Mızıkçılık yapılmazdı, yapılamazdı. Çünkü bacanın ucunda kendi dünyasının hesabını yapan ve oyunlara ilgisizce düşüncelere dalan büyüklerimiz buna müsaade etmezlerdi.

Komşunun komşu çocuğunu hiç çekinmeden terbiye ettiği yerdi bacalar. Komşu çocuğun komşu amcadan teyzeden terbiye dersleri aldığı yerdi. Hiçbir baba ya da anne ‘benim çocuğuma karışamazsın’ deme edepsizliği göstermezdi. Mahalle sakininin öğretmen ve öğrenci rolünü en güzel ve karşılıksız ve de samimiyetle oynadığı yerdi. Edep mektebiydi bacalar.

Büyükler için de sosyal bir alandı. Kışın güneşlenmek için yazın da serinlemek için bacaya çıkılır. Kışın güneşin aldığı yerler vardı bacada. Hele bacanın arka tarafında bir ambar var ise ambarın koluna yaslanmak güneşlenmek için en ala yerdir. Av yarenliklerini dinlerken kendimizi ormanın içinde iz sürerken yakalardık. Bitmezdi ambar kolunda yapılan yarenlikler ta ki güneşin feri gidene kadar.

Camiden çıkan yaşlılarda bacaya dizilirlerdi. Beklerlerdi sonraki namaz vaktini bacalarda. Eski zamanları konuşurlardı birbirleriyle. Ne çok anı biriktirmişlerdi. Hele askerlik anıları hiç bitmezdi. Biz çocuklar, Dede Korkut’u dinler gibi huşu içinde dinlerdik yaşlılarımızı.

Televizyon yoktu. Telefon yoktu; akıllısı zaten hiç yoktu. İnternette haliyle yoktu. Bütün dünyamız bacalarda büyüklerin anlattığı kadar genişti. Ama bize yetiyordu.

Ağlamak için de gülmek için de gidilecek yer bacaydı. Varsa bir derdin bacanın bir köşesine oturur gizli gizli ağlarsın. Dökersin içini, rahatlarsın. Gülmeni durduramıyorsan kaçarsın büyüklerin yanından (onların yanında her şeyin aşırısı gibi gülmenin aşırısı da ayıptı) bacada doyasıya gülersin.

Sonra bacalar, geride kalanların, el sallayanların yeriydi. Gurbetin yolu buradan gözlenir, gurbetçi buradan uğurlanırdı. Gidenin arkasından bacanın ucuna kadar gidilir; bir adım daha atılamazdı. Sidretü’l münteha noktasıdır o yer.  Gidenler orada beklenir, gidip de gelmeyenlerin türküsü orada yakılır kimseler duymadan. Bacanın ucunda başlayan gurbet, bacanın ucunda biterdi.

Sevdalar çekilirdi bacalardan. Her leylanın kapısı mutlaka bir bacadan görünürdü, uzaklık yakınlık fark etmez. Mecnun leylayı görmek için kışın ayazında saatlerce bacanın kuytu bir gölgeliğinde soğuktan kıvranır dururdu. Efkarla çektiği sigaranın ateşinde ısınırdı.

1975 yılında köyde öğretmenlik yapan Yılmaz öğretmenin arşivinden…

Kışın bereketi ambara girmeden önce bacalarda boy gösterirdi. Harmandan kaldırılan tahıl, önce ‘kurun’larda yıkanır sonra bacaya çıkardı, günlerce mısır ‘çala’sından yapılan hasırlar üzerinde bacayı süslerdi. Bacanın bir ucunda ‘aşur’lar pişirilir bulgur yapılırdı.

Sabahleyin, çobanın dağları uyandıran tulumuyla, karşıdan nazlı nazlı süzülerek giden davar seyredilirdi bacadan. Akşam dönüşte de filmin ikinci yarısı izlenirdi.

Bir de bacaların ucundan kabristana bakılırdı. Bütün geçmişin ve geleceğin sırrı işte o bakışta gizliydi.

Daha neler saklıydı o bacalarda, çocukların gözyaşları, gençlerin sırları, yaşlıların hüzünleri, gizemleri, geçmişleri, korkuları, ümitleri…

Türkülerimiz de bile bacalara yer vermişiz; “bacadan bakan oğlan, göyneği keten oğlan…” “bacaya serdim kilim, gel otur benim gülüm….”

Gelini, damat ve sağdıçlar al yeşil puşularla bacada karşılarlardı. Davulun sesi harmanların bacasından gelir, bara dizilirdi gençler tey, tey, teeey…

Davetlerimiz için sofrayı bacaya kurar, kurban bayramında kınalı koçlarımızı bacada keserdik.

Hayatı bacada yaşadık biz…

Arşiv: Kadir Altaş (Kömürcüoğlu)?

Bacaların bir de bakımı vardı, zahmetliydi. Toprak bacalar. Yağmurdan sonra damla damla ev göl olmasın ya da kışın soğuktan korusun diye her yıl bakımı yapılırdı. Has toprak getirilir her tarafına, bilhassa ince yerlerine güzelce serilir. Baca silindiriyle çiğnenir. Olmadı yağmurdan sonra baca küsküsü ya da bel küreğiyle tokmaklanırdı. Ama yine de yağmurlu gecelerde evin çeşitli yerlerinden “dıp dıp” sesler gelir; tencere, tava, leğen evde halaya dizilirdi.

Hayatı kolay kılmak adına, baca küsküsünden kurtulmak için bacalardan vaz geçtik. Evlere tıkandık. Komşularla aramıza paslı tenekeleri perde yaptık.

Şimdi ne tahıl kurutacak bacamız var ne de “aşur” kaynatacak yerimiz var. Tahılı sokaklara seriyoruz, pilavlık bulguru da bakkaldan alıyoruz.

Yüksekten ayaklarımızı sallandıracağımız ya da ucunda “guguz” oturacağımız bir bacamız bile kalmadı.

Vesselam…

NECDET YAYLALI’YA

MEKÂNIN CENNET OLSUN NECDET BEY KARDEŞİM!

Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN

Hicrî 1400 yılına girerken farkındalık oluşturmak gayesiyle, Erzurum’dan Kayseri’ye kadar yürümek ve Kayseri’de yapılacak ‘Hicret Mitingi’ne katılmak için üç üniversite öğrencisi yola çıktı. Erzurum’dan Kayseri’ye kadar uğradıkları her yerleşim biriminde, köyde, kasabada, şehirde, yolda, dağda karşılaştıkları her insana Hicrî 1400’ü anlatacaklardı. Ben, o günlerde Iğdır’da askerlik yapıyordum. Iğdır’daki dostlarla birlikte, bizim olan gazetelerden ve dergilerden takip ediyorduk bu üç gencin şanlı yürüyüşünü. Duâ ediyorduk bunlara, gıpta ediyorduk kendilerine.

Askerliğimi bitirdiğim 1980 yılının Şubat ayından sonra bir yıl Sivrihisar İmam-Hatip Lisesi’nde öğretmenlik yaptım. O günler Afgan cihâdının olanca hızıyla devam ettiği günlerdi. Bizim olan gazetelerden ve dergilerden takip ederdik cihâd haberlerini. Meral Maruf’un mektupları, Abdülhamid Muhâcirî’nin cihâd haberleri, Erdem Beyazıt’ın seyahat hâtıraları heyecanlandırırdı bizi. Gözyaşlarıyla okurduk bu yazarların o güzel yazılarını. Uyumazdık sabahlara kadar, duâ ederdik Afgan mücâhidlerine. Cihad haberlerini öğrencilerimizle birlikte okur, gözyaşı döker, birlikte duâ ederdik mücâhidlere.

​Afgan cihadının devam ettiği sıralarda ülkemizde on iki Eylül askerî darbesi olmuştu. On iki Eylül askerî darbesi olduğunda ben, Eskişehir ilimizin Sivrihisar ilçesindeydim. Sivrihisar İmam-Hatip Lisesinde Meslek Dersleri öğretmeniydim. Soğuk bir kış günüydü, Sivrihisar’ın kuru soğuğunun yüzümüzü yaladığı bir gündü. Akşama doğru okuldan çıkmak üzereydim. Son dersten çıkıp evlerine gitmek üzere olan öğrencilerden biri, yanında uzun boylu ve esmer bir delikanlı ile öğretmenler odasına gelip bana şöyle dedi: “Hocam! Bu ağabeyi sizi arıyor, sizinle görüşmek istiyor.” Ben de delikanlıya hemen “buyurun, hoş geldiniz!” dedim. “Hoş bulduk hocam! Ben, Necdet Yaylalı, Erzurumluyum; arkadaşınız Davut Yaylalı’nın amcasıyım” dedi ve kendisini tanıttı.  Daha sonra konuşmasını şöyle devam ettirdi: “Hocam, ben, Afyon Mali Bilimler Fakültesi’nde okuyorum. Davut Bey’den öğrendim sizin burada olduğunuzu ve sizinle tanışmaya geldim.” Ben de tekrar “hoş geldiniz!” dedim ve misafirimi alıp bekâr evime götürdüm. Değerli arkadaşım Davut Bey’in amcası olan Necdet’le ruhlarımız, hemen birbirine ısındı. Kısa zamanda dost ve arkadaş olduk. Çünkü kalplerimiz aynı dâvâ uğruna çarpıyordu. 12 Eylül hareketinden kısa bir süre sonraydı bizim bu karşılaşmamız. 12 Eylül hareketiyle Türkiye’de çok şeyler değişmişti. Müslümanlar çok şeylerini kaybetmişti. Bu sebepten dolayı dertliydik, üzüntülüydük, konuşacak çok şeyimiz vardı. Necdet’le gece geç saatlere kadar konuştuk. Ortak dertlerimizi konuştuk. Necdet bir ara bana şöyle dedi: “Hocam, biz Afganistan’a gidiyoruz. Erzurum’dan bir grup arkadaş gitti; biz de yola koyulduk gidiyoruz.” Misafirimizle biraz da bu konu üzerine konuştuk. Sabahleyin Necdet’le vedalaştık ve ayrıldık. Necdet’i yolcu ettikten sonra okula geldim, derslere girdim ama gönlüm Necdet’le birlikte gitti. Necdet, Erzurum’a gidiyordu; oradan da Afganistan’a gidecekti. Kendisine imrenerek, takdir ederek, duâ ederek yolcu ettim.

1981 yılının Şubat ayında ben de Erzurum’a geldim. 1968 yılında ayrıldığım Erzurum’a dönmenin sevinci içindeydim. Erzurum Yüksek İslam Enstitüsü’nde asistan olarak göreve başladım. Yeni görevime başlar başlamaz, çevremdeki dostlarıma Hicrî 1400’de Erzurum’dan Kayseri’ye yürüyen üç genci sordum. “Hocam, onların ikisi mezun oldu; biri de Afganistan’da cihâd ediyor” dediler. “Abdülhamid Muhâcirî adıyla cihâd haberlerini Türkiye’ye iletiyor” diye de ilave ettiler. Ben de gayr-i ihtiyârî: “Ya! Bizim, dergilerdeki yazılarını severek okuduğumuz Abdülhamid Muhâcirî o arkadaş demek ha?” diyerek takdirlerimi dile getirdim. Bir ara arkadaşımızın cephede yaralandığı ve hastanede yattığı haberi geldi Erzurum’a. Öğrenci evlerinde, dost meclislerinde gece gündüz duâ ettik kendisine. Bu arkadaşımız, Bahaddin Yıldız’dı. Yıllar sonra Afganistan’da bir uçak kazasında şehid olan Bahaddin Yıldız. O, Palandöken dağlarından Kunduz dağlarına kayan yıldızdı.

Erzurum’a gelir gelmez, mesai arkadaşım ve can kardeşim Davut Bey’e amcası Necdet Bey’i sordum. O da Necdet Bey’in Afganistan’a gittiğini söyledi. Necdet Yaylalı ve Bahaddin Yıldız, diyâr-ı gurbette birbirlerine destek oldular. O günkü şartlar, bu değerli vatan evlatlarının yurt dışına çıkmalarını gerektiriyordu. Bunlarla beraber nice kıymetli kardeşlerimiz, bu vatanı gözyaşları içinde terk edip gittiler. Batıya gitmediler, doğuya gittiler. Dönerken de Afganistan, Pakistan ve İran tecrübesi ile döndüler. Türkiye’de şartlar biraz normale dönünce bu arkadaşlar da vatanlarına ve evlerine döndüler. Döndükten sonra kendileri gidip adalete teslim oldular. Şartlar normale dönünce adalete teslim olmaktan çekinmediler. Çünkü hiçbirinin suçu yoktu. Hepsi aklandı ve yeni bir hayata adım attılar. Yarım kalan tahsillerini devam ettirdiler, fakültelerini bitirip diplomalarını aldılar. Necdet Bey, Erzurum’da tanındığından daha çok Afyon’da tanınan bir arkadaşımızdı. Yıllarca orada MTTB başkanlığı yaptı, güzel dostlar ve arkadaşlar edindi.

Necdet Bey, Erzurum’a dönünce hep beraber olduk. O sıralarda Bahaddin Yıldız da Afganistan’dan dönmüş ve yarım kalan tahsilini devam ettirmek için Erzurum’a gelmişti.  Kendisiyle o zaman tanıştık. Bahaddin, aslen Sivaslı’dır. Âilesi, İzmir’e yerleşmiş ve Bahaddin 1975 yılında İzmir İmam-Hatip Lisesi’ni bitirdikten sonra Erzurum’da İktisadî İdarî Bilimler Fakültesi’nde yüksek tahsile başlamıştı. Darbeden önce MTTB’de ve Akıncılar teşkilatında çalışmıştı. Kendisini Erzurum’da tanımayan yoktur. Afganistan’dan döndükten sonra Erzurum’da herkesin yani İslamcı her öğrencinin ağabeysidir. Bahaddin ve Necdet ikilisi, Erzurum’dan yolu geçen her İslamcı gencin tanıdığı örnek iki insandır. Bu iki arkadaş Erzurum’a gelir gelmez, bizim oluşturduğumuz yapının içine girdi ve bize güç kattılar. Matematik öğretmeni Mehmet Katmer’in evinde gece sabahlara kadar sohbetler ettik. Allah razı olsun, Mehmet Bey ve kardeşleri Ahmet ile Mustafa yıllarca bize hizmet ettiler. Rahmetli Prof. Dr. Necmeddin Erbakan hocamız, hürriyetine kavuşup yeniden teşkilatlanmak için Erzurum’a geldiğinde bu evde misafir kalmış ve biz de kendisinin özel sohbetini gece geç saatlere kadar ve ertesi sabahın kahvaltısında bu evde dinlemiştik. Muhammed Emek, Yasin Şorsu, Bünyamin Çamkerten, Sadreddin Dağ, Bahaddin Yıldız, Necdet Yaylalı, İhsan Tetikçi, Cahid Ağapınar, Vahdettin Tortumlu ve diğer arkadaşlar, bu evdeki sohbetin müdavimi olan arkadaşlardı. Bu faaliyetlerin temeli Pervizoğlu Medresesi’nde atılmıştı. Ben, on iki Eylül’den sonra Erzurum’a döndüğümde bizim teşkilatların hepsi kapatılmıştı. Milli Selamet Partisi ve partinin gençlik kolları, Akıncılar teşkilatı ve MTTB, darbeciler tarafından kapatılmıştı. Yasin Şorsu ve arkadaşları ile Pervizoğlu Medresesi’nde öğrencilerin kendi harçlıklarından yaptıkları yardımlarla temelini attığımız, Ali Paşa mahallesindeki öğrenci evinde Selami Camcı ve arkadaşları ile filizlendirdiğimiz ve Abdurrahman Gazi Vakfı çatısı altında kök saldırdığımız samimi bir yapılanma, kapatılan teşkilatlarımızın özellikle de MTTB’nin yerini doldurdu. Bu yapılanma uzun yıllar üniversite öğrencileri ile ilgilendi; halen daha ilgilenmeye devam ediyor. Abdurrahman Gazi Vakfı, Erzurum’da MTTB çizgisinin ve Büyük Doğu ruhunun temsilcisidir.

Necdet Yaylalı ve Bahaddin Yıldız, Erzurum’a döndükten sonra yukarıda adı geçen arkadaşlarla birlikte Abdurrahman Gazi Vakfı çatısı altındaki faaliyetlerimiz artarak devam etti. Rahmetli Prof. Dr. Nazif Şahinoğlu hocamız ve diğer hocalarımız zaman zaman, Prof. Dr. İhsan Süreyya hocamız da devamlı bu çalışmalara destek verdiler. Hafta sonları vakıfta, hafta içi rahmetli Bahaddin’in Mustafa Kasadar ve arkadaşları ile birlikte kaldığı Mahallebaşı’ndaki evde bir araya gelir sohbet ederdik. Necdet, Bahaddin ve ben, birbirinden ayrılmayan üçlü olmuştuk. O zaman üçümüz de bekârdık. Önce Necdet Bey evlendi. Kayınpederi Hacı Selahaddin, Erzurum’da herkesin tanıdığı samimi bir müslümandı.  Necdet Bey’i çok severdi. Biz de kendisine saygı duyardık. Bahaddin’i ve beni Necdet’ten ayırmazdı. Hacı Selahaddin’in evi, hem tekke hem dergâh hem lokanta ve hem de oteldi. O da bu dünyadan erkenden ayrıldı. İnanıyorum ki, cenneti kazandı ve fazla beklemeden asıl yurduna göçüp gitti. Kendisinin ve hacı annemizin mekânı cennet olsun! Âmin!

Necdet, Gürcü Kapı semtindeki İhmal Camiinin önünde bir tabla ile ticarete başladı. Bizim uğrak yerlerimizden biri de bu tablanın başıydı, orda çay içer sohbet ederdik. Evlendikten sonra bizi evine de davet ederdi. Evinde de çok yedik, içtik, sohbet ettik. Necdet, hânedân bir âilenin evladıydı. Âilenin bu özelliğini taşırdı. Yüce Allah’ın lütfuyla ticareti de iyi gitti, işleri iyiydi. Müşterisi olan köylülerle ve gariban insanlarla çok güzel anlaşırdı. Çünkü kendisi iyi bir insandı, iyi bir müslümandı, dost canlıydı, sıcak kanlıydı. Tablasının başında hem köylülerle hem de üniversite öğrencileriyle sohbet ederdi. Kısa zamanda kendisine o çarşıda bir dükkân almak nasip oldu ve işlerini büyüttü. Artık iyi bir tüccardı. Biz de artık sohbetlerimizi açık havada ve soğukta değil, içeride ve sıcak bir havada devam ettiriyorduk. Necdet’in Emre Tuhafiye’si, Yasin Şorsu’nun Tûbâ kitabevi, Sadreddin Dağ’ın küçücük terzi dükkânı, Hacı Zeki Korucuk’un işyeri, Boyacı Ahmed ustanın sanayi sitelerindeki atölyesi bizim insanlarımızın sık sık buluştuğu sohbet mekânları olmuştu. Avukat Lütfi Esengün ağabeyimiz, başta Arap Salih ve Bahaddin olmak üzere derdi ve sıkıntısı olan müslümanlara hukukî bakımdan yardım ederdi.

İşlerinin yoğunluğu ve ticaret hacminin büyümesi Necdet Bey kardeşimizi İslâmî faaliyetlerden alıkoymadı. Devamlı bizimle beraberdi. Erzurum dışından gelen misafirlerimizle candan ve yakından ilgilenirdi. Onlara yemek yedirir, misafir eder, ilgilenir ve uğurlardı. Hele Mehmet Güney, Ali Bakaner, Arap Salih ve mezun olup gittikten sonra Bahaddin Yıldız gibi arkadaşlar gelirse Necdet’in gülleri açardı. Ben, Necdet’in İslâm’a gönülden bağlı olduğuna, samimi bir müslüman olduğuna ve samimi müslümanları çok sevdiğine şahitlik ediyorum. Rabbim, şahitliğimi kabul eylesin.

Necdet Bey kardeşim! Aramızdan erken ayrıldın. Rabbim, böyle takdir etmiş. Onun takdirinin başımızın üstünde yeri vardır. İnanıyorum ki, bir an önce cennetine kavuştun. Bu hastalıktan dolayı senden önce giden Haydar Savaş, Metin Katkat ve Abdulgafur Sarıkaya hocalarımıza kavuştun. Onlar da çok iyi kardeşlerimizdi. Haydar Hoca, yıllarca hafız yetiştirdi. Mesaiye sabah namazından önce başlardı, görünmez bir kahramandı. Onun hafızları tohum gibi dünyanın her tarafına serpilmiştir. Kıyamete kadar amel defteri kapanmayacaktır. Sevgili Peygamberimiz, bir hadis-i şeriflerinde öyle haber veriyor. Metin Hoca, imamlık yaptığı câmilerin mihrabını dolduran bir arkadaşımızdı. Herkes onu Gez câmiinde ve Ulu câmide hatimle kıldırdığı teravihlerle yâd edecek ve hatırlayacaktır. Abdulgafur Hoca, yıllarca Kur’an kursları müdürlüğü yaptı. Emekli olduktan sonra köşesine çekilmedi. Soğucak Kız Kur’an Kursu’nda hizmete devam ediyordu; oranın belkemiğiydi, orta direğiydi. Onlar, senden önce gittiler. Sen de o kervana katıldın. İstanbul’da senden önce Mehmed Ali Tekin ve Asım Gültekin kardeşlerimiz gittiler. Mehmed Ali de senin gibi mücâhiddi. Bosna’da ve Çeçenistan’da bulunmuştu. Dünya müslümanlarının ve özellikle de şehidlerimizin nüfus memuruydu; hepsini o bilirdi. Biz de onun kaleminden okur ve kendisine dua ederdik. Asım, bambaşkaydı. O, bir dervişti. Ben ona, Nazif Gürdoğan’ın rahmetli Mehmed Efendi için kullandığı ‘Görünmeyen Üniversite’ tabirini kullanırdım. Asım ile Bahaddin, gençlerle ilgilenmek ve onlara nüfuz etmek bakımından birbirlerine çok benzerlerdi. Rabbim, mekânlarını cennet eylesin! Âmin!

Necdet Bey Kardeşim! Hastalandığında sana çok duâ ettik. Seni tanıyan herkes duâ etti. Rahmetli Mehmed Ali Tekin’nin cenazesine katılan Prof. Dr. İhsan Süreyya Bey hocam, senin hastalandığını orada duymuş ve hemen bana telefon açmıştı. İstanbul’da Fatih câmiindeki cenaze merasiminde seni konuşmuşlar, dostların ve dâvâ arkadaşların sana çok duâ etmişler. Bu duâlar bizim için ibadet, senin için de rahmettir. Rabbim, sana bol bol rahmet eylesin!

Necdet bey kardeşim! Vefat ettiğini duyunca çok ağladım. Yukarıdan beri anlattıklarım gözümün önünden gelip geçti. Seninle geçen günlerimizi yeniden bir daha gözden geçirdim ve bol bol gözyaşı döktüm, çok ağladım. Hak ve halk âşıklarının türkülerini dinleyip ağladım. Sıtkı Eminoğlu’nun ‘Kal Mezarımda’ türküsünü ve rahmetli Reyhânî’nin ‘Gidirem’ ve ‘Karayer’ türkülerini dinledim ve ağladım. Önce iyice bir ağlayıp rahatladım, sonra da abdestimi alıp ruhuna bol bol Kur’ân-ı Kerîm okudum. Necdet Bey kardeşim! Ben, ağlamayaydım da kim ağlasın. Siz gidiyorsunuz, yeriniz boş kalıyor, ona ağlıyorum. Şimdiki nesil bizi anlamıyor ona ağlıyorum. Mustafa Özden’in, Bahaddin’in yeri dolmadı, senin yerin de dolmayacak; ben de işte buna ağlıyorum.

KARA YER

Gözüm yummuş gafletinen giderken
Dediler ki tebdil görmüş kara yer
Dünya varlığını hayal ederken
İki taş bir mezar örmüş kara yer

Sanma bu dünyanın bir vefası var
Aldatır oynatır eder ihtiyar
Ağayla hızmekâr yan yana yatar
Ne asıl ne nesil sormuş kara yer

Reyhanî farkı ne az ile çoğun
İkisi bir olur var ile yoğun
Mezar bir tarladır insanlar tohum
Her gün dane dane sürmüş kara yer

Aşık REYHANİ

Aşık Reyhani-Kara Yer – YouTube

Necdet bey kardeşim! Sen aramızdan ayrıldıktan sonra oturup Mustafa Yürekli’nin hazırladığı ‘Mücahid Bahaddin Yıldız’ kitabını yeni baştan bir daha okudum. Bu kitap bana, Erzurum’un yaşayamadığım en hareketli yılları olan yetmişli yıllarını yaşattı. O yıllarda ben, İstanbul’da öğrenciydim. Bu kitap sayesinde yetmişli yıllarda Erzurum’da var olan ve varlığı ile İslâmî harekete destek veren Anadolu evlatlarını tanıdım ve onları çok sevdim. Sen de o yıllarda Afyon ile Erzurum arasında gidip gelen bir delikanlıydın. Afyon MTTB’de aktif bir üniversite öğrencisiydin. Ticaret Lisesi mezunuydun ama bir İmam-Hatip Lisesi mezunundan daha çok İslamcıydın. Çünkü sen, MTTB’liydin. Mustafa’nın kitabını okuyunca ve oradaki vatan evlatları ile tanışınca biraz umutlandım. ‘Allah’ım! Senden bu gençlerin benzerlerini ve hatta daha güzellerini istiyoruz; lütfeyle, ihsan eyle, kerem eyle!’ diye duâ ettim. Birden bire dilimden Alvarlı Muhammed Lütfî Efendi’nin şu müjdesi dökülüverdi:

Göl yerinde elbet sular bulunur

Yine vardır diye ümîd olunur

Bugün yine bin bahaya alınır

Mevlâya emânet olsun Erzurum.

Alvarlı Efe hazretlerinin bu kıt’asını okuyunca umutlandım; içime bir ferahlık yayıldı. Bu müjdeyi veren Efe’ye, ‘Sevinin Mehmed’im’ diyen Üstad Necip Fazıl’a Fâtihalar ve İhlaslar okudum. Zaten Allahu Teâlâ Kur’ân-ı Kerîm’de, sevgili Peygamberim de hadis-i şeriflerinde ümitsizliği yasak ediyorlar, ama biz bazen sabırsızlanıyor ve karamsarlığa düşüyoruz. O zaman da Kur’ân âyetleri ve hadis-i şerifler imdadımıza yetişiyor. Kurân’ı ve Hadis’i iyi anlayan âlim ve fâdıl kişiler, bize yol gösteriyor. Allah, kendilerinden razı olsun! Âmin!

Necdet Bey! İnanıyorum ki, Yüce Allah, sizin ve sizin gibi samimi arkadaşların içten ve gönülden yaptığı çalışmaları bereketlendirecektir. Bu bereket, İslâm âleminin kurtuluşuna vesile olacaktır. Bu halkanın başında olan ve yıllar önce aramızdan ayrılan Mustafa Özden, Salih Âşık, Dr. Kubilay Örten ve diğer arkadaşlarımızın çalışmalarının bereketi, bizi bu noktaya getirdi. İnşâallah, Bahaddin’in, senin ve sizin gibi samimi arkadaşların çalışmaları da bizi daha güzel günlere götürecek.  İnşâaallah, o günler yakındır. Sözlerimi bitirirken, oğulların Emre’ye, Talha’ya ve annelerine, ağabeyin Vahdettin beye, yeğenin Prof. Dr. Davut Yaylalı bey kardeşime ve diğer yakınlarına başsağlığı dileklerimi iletir, sana da Yüce Rabbimden bol bol rahmetler dilerim. Mekânın cennet olsun kardeşim!

Mustafa Ağırman Hoca’dan İhsan Süreyya Sırma Hoca’ya

AZİZ VE MUHTEREM HOCAM

Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN

Bu yazı, Muhterem Prof. Dr. İhsan Süreyya Sırma için Siirt Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nin yaptığı veda gecesine gönderilen konuşmanın metnidir.

Çok Aziz ve Muhterem Hocam Prof. Dr. İhsan Süreyya Sırma Bey; sizi ilk defa Düşünce Yayınları’ndan çıkan “Yemen İsyanları”  isimli kitabınızla tanıdım. Daha sonra “dergi gibi günlük gazete” olarak bilinen Yeni Devirgazetesinin yazarlarından İsmet Özel’in köşesinde isminizi gördüm. Şerafettin Gölcük, İbrahim Canan ve zât-ı âlinizin Erzurum’dan yazmış olduğunuz bir yazı yayınlanmıştı İsmet Özel’in köşesinde. O zaman sizi gıyâben tanımış ve sevmiştim. 1978 yılında yedek subay olarak geldiğim Erzurum’da sizi vicâhen tanıdım ve daha çok sevdim. O günlerde Raşit Küçük ve Yusuf Ziya Kavakçı hocalarımızın da aralarında bulunduğu çiğ köfte meclislerinize katılmış ve sohbetlerinizi dinlemiştim.

1982 yılında Erzurum Yüksek İslâm Enstitüsü’ne asistan olmak için girdiğim imtihanın mülâkatında jüri üyesi olarak siz vardınız. 1984 yılında da Erzurum İlâhiyât Fakültesi’ne geçmiş ve asistanınız olmuştum. Yüksek Lisans ve doktora tezlerimi sizden yapmış olmam benim için büyük bir şeref oldu. Yüksek İslâm Enstitüsü’nde ve İlahiyat Fakültesi’nde girdiğiniz derslere ben de dinleyici olarak girer, öğrencilerin oturduğu sıralarda oturur ve sizi dinlemekten zevk alırdım.

KAYNAK: https://www.milliyet.com.tr/yerel-haberler/erzurum/erzurum-kitap-gunleri-nde-islam-peygamberi-ve-prof-dr-muhammed-hamidullah-konferansi-10755914

Erzurum merkezinde ve ilçelerinde yaptığınız akşam sohbetlerini kaçırmamaya gayret ederdim. Sizinle birlikte seyahat etmenin büyük bir zevk olduğunu bilenlerden ve yaşayanlardanım. Hınıs, Muş, Bitlis, Baykan üzerinden yaptığımız Siirt seyahatini unutmam mümkün değil. Siirt ve Tillo medreselerini ziyaretimiz, Molla Bedreddin ve Molla Burhan ile olan sohbetlerimiz hiç unutulur mu? Siirt’te yediğimiz Büryan kebabı ile Kilis’te (Siirt ile Pervari arasında bir mola yeri) içtiğimiz çayın tadı hâlen daha damağımızdadır hocam.

 Muhterem hocam, bunların hepsi bir yana, Pervari’de Şeyh Müşerref efendinin huzurundaki müeddep tavrınız beni çok etkilemişti. O zaman size söyleyemedim, ama izninizle şimdi söyleyeyim: Taptuk’un dergâhındaki Yunus’a benzetmiştim sizi o zaman. Sizi tanıyan çok kişi, sizin bu cihetinizi belki bilmeyebilir. Bu cihetinizin bilinmesini istediğim için yazdım bunları. Ne güzel insandı Şeyh Müşerref Efendi, değil mi hocam? 

Yazının Kaynağı: https://www.yenisafak.com/yerel/o-hem-seyda-hem-mursitti-âleme-107640

Ah hocam ah! Bu akşam orada, sizinle birlikte olmayı ne kadar çok arzu ederdim. O güzel dinleyicilere sizi ben anlatmalıydım. Gittiğimiz her yerde bir arkadaşınızın, bir ahbabınızın olduğunu benden dinlemeliydi arkadaşlar. Halep’te, Hama’da, Humus’ta, Şam’da, Amman’da, Medine’de, Mekke’de, Tâif’te, Riyad’da, Kuveyt’te, Bağdat’ta tanıdıklarının, dost ve arkadaşlarının bulunduğu İhsan Süreyya Sırma’yı benden dinlemeliydi bu güzel insanlar. Bir dünyalı, bir dünya vatandaşı, İslâm Ümmeti’nin bir ferdi olan hocam İhsan Süreyya Sırma’yı ben anlatmalıydım bu akşam. Suriye ve Irak’taki Kürtlerle Kürtçe, Arabistan’daki Araplarla Arapça, İran’dan gelenlerle Farsça, İngilizce bilenlerle İngilizce, Fransızca bilenlerle Fransızca konuşan hocamı, hocası Muhammed Hamidullah’a benzeterek anlatmalıydım bu gece. Ama olmadı. Her şeyde bir hayır vardır inşâallah. Sizin de çok yakından tanıdığınız arkadaşlarımızın daveti üzere şu anda Fransa’da bulunuyorum. Sizin doktora yaptığınız ve hepimizin üstadı olan Prof. Dr. Muhammed Hamidullah hocayı yakından tanıdığınız ve hizmetinde bulunduğunuz Fransa’dayım. Buradaki müslümanlarla hasbihal etmek için geldim. Çok önceden verilmiş bir sözü yerine getirmek için buradayım. Sizden izin alıp geldim buraya. Buradaki dostlarımızla beraber size ve salondaki herkese selam ediyoruz. 

Hocam! Türkiye ve Avrupa’da nereye gidiyorsam İslâm adına derdi ve gayreti olan arkadaşların hepsi sizi tanıyorlar ve sizi soruyorlar. Bu da bir talebeniz olarak beni çok heyecanlandırıyor. Karşılaştığım her insan, sizin hoş sohbetlerinizden, sıcak ilgi ve alâkanızdan, verdiğiniz konferanslardan, yaptığınız esprilerden söz ediyorlar. Sizi tanıyan herkes, sizi seviyor hocam.

Saygıdeğer hocam! Bizi yetim bırakıp aramızdan ayrıldıktan sonra sizin yerinizi doldurmaya çalışıyorum. Ben de sizin gibi eve çok geç gidiyorum hocam. Hiç bir Cumartesi ve Pazar evde çocuklarımla tatil yapamıyorum. Ümmet darda iken, ümmet yetim iken, ümmet sürünüyorken biz nasıl tatil yaparız, değil mi hocam? 

Hocam, siz Erzurum’da iken gerçekten Erzurum’da bir canlılık vardı. Diğer fakültelerin öğrencileri sizin derslerinizi dinlemek için bizim fakülteye gelirlerdi. Girdiğiniz sınıflar tıklım tıklım dolardı. Fakülte öğrencisinden daha çok diğer fakültelerin öğrencileri olurdu sınıflarda. Kendi aramızda yaptığımız Cuma derslerinin tadı ve lezzeti daha bir başkaydı. Nazif Şahinoğlu Bey’in çıkışları, sizin sertleşen havayı yatıştırmaya çalışmanız, güzel bir hâtıra olarak kaldı bizlerde.

Oltu Birlik ve Beraberlik Vakfı’nın Oltu İmam Hatip Lisesi öğrencileri arasında düzenlediği Hafızlık Yarışması, Kur’an’ı Kerim’i Güzel Okuma Yarışması, Hadis Ezberleme Yarışması ve Arapça Bilgi Yarışması sonrasında İhsan Süreyya Sırma Hoca ile çekinilmiş bir fotoğraf. Yıl 1993
Kaynak: Oltu’dan Selam Dergisi Fotoğraf Arşivi

Sevgili dinleyiciler! Sizlere hocamın birkaç özelliğinden söz ederek konuşmamı bitirmek istiyorum. Bizim cephede Necip Fazıl gibi hem konuşan hem de yazan üstadlar az bulunur. Muhterem hocam İhsan Süreyya Sırma, o az bulunan üstadlardan biridir. Üstad Necip Fazıl, konuştuğu zaman biz, heyecandan yerimizde duramazdık. Yazılarını ve kitaplarını bir nefeste okurduk. Hocam da hem konuşan hem de yazan üstadlarımızdan biridir. Türkiye’yi ve dünyayı adım adım gezen ve her yerde inandığı doğruları konuşan hocamın kitapları da çok okunan kitaplardandır.

 Hocam çok yardımseverdir. Yardımlarını pek belli etmezdi. Ben bunu ifşâ edeceğim için belki bana kırılabilir. Ama ben, siz değerli dinleyicilerin hocamı gerçek veçhesi ile tanımanızı istiyorum. Hocam, Erzurum İlâhiyât Fakültesi’nde öğretim üyesi iken ben, her ay fakülte hocalarımızdan Bosna, Çeçenistan ve Filistin için yardım toplardım. İnanın ki, hocam İhsan Bey, bütün hocaların yaptığı yardım kadar yardım yapardı. Hocam, İslâm’a içten ve gönülden bağlıdır. Müslümanların dertleriyle çok yakından ilgilenen bir hocamızdır. O, fildişi kulesine çekilmiş bir akademisyen değildir. Müslümanların dertlerini kendine dert edinen bir hocadır İhsan Bey.

Saygıdeğer dinleyiciler! İhsan Bey hocamız, çok vefalıdır; dostlarını asla ve kat’a unutmaz. Dostlarına ikram etmeyi sever. Kendi eli ile yaptığı çiğ köfteyi oğlu Numan’ın ağzına koyar gibi sizin ağzınıza koyar. Dostlarına hem yemek yedirir, hem de onların yemeklerini yer. Hocam, bizden biridir. O, her zaman bizimle beraber olmayı tercih etmiştir. İşte bu yüzden, hayatı boyunca idarecilik kabul etmemiş ve siyâsete girerek bize tepeden bakma yolunu seçmemiştir.

Bazı arkadaşlar, hocamın çok radikal olduğunu ve devamlı muhâlif kaldığını söyleyebilirler. Evet, doğrudur. Hocam, radikaldir ve muhâliftir. İslâm’a kökten ve gönülden bağlı olan hocam, radikal olmayıp da layt mı olacaktı? Evet, hocam muhâliftir. Neye muhâliftir? Başta, yanlış işleyen sisteme ve yanlış İslâmî anlayışlara muhâliftir. Yani o, hiçbir kimsenin yanlışını onaylamaz. Bu yüzden de onu anlamayanlar ve onu tanımayanlar onun hakkında hep yanlış kanaate sahip olurlar. Hocam, çok sevdiği hocası Muhammed Hamidullah gibi radikal ve muhâliftir. Onu, muhâlefet ve dik duruş yönünden iki Saîd’e benzetebilirsiniz.

Bildiğin doğrulardan ve yürüdüğün yoldan vazgeçme be hocam. Vazgeçme ki, biz, arkandan gelenler de imamsız ve öndersiz kalmayalım. Hocam, ben senin ilminden, bilginden, akademisyenliğinden, kitaplarından, konferanslarından daha çok şahsiyetine, kişiliğine, dik duruşuna, sözünün eri oluşuna ve daha çok da muhâlif oluşuna hayranım. Şimdiye kadar Yüce Allah’tan başkasına kul ve köle olmayan hocam! Biz, seni böyle tanıdık; yarın âhirette de böyle şâhidlik edeceğiz.

Kaynak: https://www.medyasiirt.com/gundem/prof-dr-ihsan-sureyya-sirma-hocaya-veda-toreni-duzenlendi-h14003.html

Muhterem hocam! Yıllar önce bizi yetim bıraktığınız gibi, şimdi de Siirt’teki arkadaşları yetim bırakıyorsunuz. Ben, başta dekan bey olmak üzere Siirt’teki bütün arkadaşlara ve sizi sevenlere sabırlar diliyor, size de “İstanbul’a doğru yolunuz açık olsun!” diyorum. İstanbul’a gitseniz de siz oraya da sığmazsınız, bunu biliyorum. Siz, Hz. Cafer gibi bu dünyada çok yer değiştiren ama hiç birinde karar kılmayan bir cennetlik insansınız. Rabbim sizi çok sevdiğiniz ve bize de sevdirdiğiniz Hz. Peygamber efendimize ve O’nun güzel ashâbına komşu eylesin! Âmin! Lütfen, bizi de orada yanınıza alın!

Aziz ve muhterem hocam, zât-ı âlinize ve dinleyicilere selâmlar ve muhabbetler sunar, duâlarınızı beklerim. Saygı ve hürmetle mübârek ellerinizden öperim.

                                                 Yüksek lisans ve doktora öğrenciniz 

                                                Prof. Dr. Mustafa Ağırman

Erzurum İlahiyat Fakültesi İslam Tarihi Öğretim Üyesi 

Prof. Dr. Hayrettin Karaman Hoca’nın Mayıs 1993’te Oltu Birlik ve Beraberlik Vakfı’nın davetiyle Oltu Belediyesi Konferans Salonu’nda verdiği konferansın dinleyicileri arasında öğrenciler ve Oltu halkı ile birlikte şair Hasan Ali Kasır, yazar Rasim Özdenören, Prof. Dr. Nazif Şahinoğlu, Prof. Dr. İhsan Süreyya Sırma ve Mv. Aslan Polat da bulunmaktaydı (soldan sağa doğru).
Kaynak: Oltu’dan Selam Dergisi Fotoğraf Arşivi

Değerli İnci Köylüler

İnci Köyü Yardım Kampanyamıza Destekleriniz İçin Teşekkür Ediyoruz

Muhterem İnci Köylüler,

Ramazan ayında Prof. Dr. Mustafa Ağırman hocamızın işaretiyle ve siz değerli köylülerimizin katılımıyla köyümüz için Oltu Birlik Beraberlik Yardımlaşma ve Dostluk Vakfı olarak bir yardım kampanyası düzenledik.

Bu kampanya sonucunda;

Köyde ve Oltu’da ikamet eden köylülerimizden 80 haneye toplamda 151 adet yardım paketi ulaştırdık.

Köyde 25 haneye 23 adet kumanya paketi ve 18 adet hijyen paketi ulaştırdık.

Oltu’da 55 haneye 56 adet kumanya paketi ve 54 adet hijyen paketi ulaştırdık.

Bu kampanyanın masraflarının yarısı, siz köylülerimizin destekleriyle finanse edilebildi.

Kampanya Oltu’da vakfımız icra heyeti başkanı Arif Macit başkanlığında, Hafız Burhaneddin Candan, Hafız Hüseyin Sancar, Hafız Şükrü Kaya ve Hafız Mehmet Emir Ağırman hocalarımızdan oluşan bir komisyon tarafından organize edildi.

Kumanya ve hijyen paketleri Hüseyin Sancar, Mehmet Emir Ağırman ve Hasan Sevinç tarafından gizlilik içinde ve titizlikte komisyonun belirlediği hanelere ulaştırıldı.

Fitreler nakit olarak ulaştırıldı.

Bu vesileyle kampanyaya her türlü destek olan köylülerimize gönülden teşekkür ediyoruz. Komisyonda ve ulaşımda özveriyle çalışan arkadaşlarımıza gönülden teşekkür ediyoruz.

Desteklerinizle, ihtiyaç sahipleri iftar ve sahur sofraları kurabildi, zekat ve fitrelerinizle rahat bir nefes aldı. Bu vesileyle desteklerinizi her zaman beklediğimizi hatırlatıyor ve vakıf olarak, paylaştıklarınızla umut olduğunuz ve unutmadığınız ihtiyaç sahipleri adına hepinize tekrar teşekkür ediyoruz.

İstiklal Madalyası Sahibi Gazi İbrahim Dede

Eşref Altaş

Birinci Dünya Savaşı ve Milli Mücadele gazilerimizin büyük fedakarlıkları ile yürütülmüştür. Erzurumlu olup da Halit Paşa’yı (Deli Halud Paşa) duymayan ve bilmeyen yoktur. Ona dair efsaneleri büyüklerimizden çok dinlemişizdir.

İşte Halit Paşa’nın bir askeri: Gazi İbrahim Dede.

İbrahim Dede’nin hayatı, askerlik macerası ve Gazi ünvanını alış hikayesi ise şöyle:

Çolakoğullarından Şerif Oğlu İbrahim

Şerif oğlu İbrahim, resmi kayıtlara göre 01.07 1892 (1308) yılında Oltu’nun İnci Köyü’nde dünyaya geldi. Babası Çolakgil’den Şerif Bey. Anası Şeyih Dede’nin kızı Elmas Hatun.

Askerliğe gidene kadar köyde çift-çubuk, tarla-çobanlık işleriyle uğraşmış.

Nüfus Kaydına göre Gazi İbrahim Altunok Dede

Bir Osmanlı Askeri Olarak Gazi İbrahim Dede Birinci Cihan Harbinde

Gazi İbrahim Dede ilk önce Osmanlı İmparatorluğu döneminde askerliğe alınmış.

Muhtemelen 1912 (1328) yılında yirmi yaşında askerliğe alınmış ve 1923 (1339) yılında terhis edilmiş. Torunu Hafiz Kadir Altunok’un rivayetine göre İbrahim Dede 12 yıl askerlik yaptığını söylermiş ki bu da bu hesabı aşağı yukarı doğrular niteliktedir.

1912 (1328) yılında askerliğe alınmış. O dönemde en aşağı askerlik süresi 3 yıl. Buna göre İbrahim Dede askerliğini tamamlayamadan Birinci Cihan Harbi patlak vermiş ve 2 Ağustos 1914 yılında seferberlik ilan edilmiş.

İbrahim Dede böylece Kafkas Cephesi’nin bir neferi olarak Birinci Cihan Harbi’ne katılmış. Anılarından anlaşıldığına göre 1914 yılından 1917 yılına kadar Kafkas Cephesi’nin bir neferi olarak çarpışmış. Özellikle 1916 yılı boyunca Kop Savunmaları’na dedem Mustafa Çavuş (Altaş) ile birlikte katılmış.

Gazi İbrahim Dede’nin Birinci Cihan Harbinde Kop Savaşı’na Dair Bir Anısı

Aşağıda suretini koyduğum dilekçede bir ayrıntı dikkat çekiyor: İbrahim dede diyor ki: “ve hatta yanımda şehit düşen birkaç arkadaşımı da düşman ateşinden kaçırmış ve kendi elimle defnetmişim…”

Torunu Hafiz Kadir Altunok dedesinden şu anıyı naklediyor:

“Birinci Cihan Harbi’nde 1916 yılında gardaşluğum Mustafa [Altaş] Kop Dağında şehit oldu. Onu orada ben kendi elimle defnettim ve mezarının üstüne de beyaz büyük bir taş diktim.”

Kop Dağı Şehitler Abidesi
Kaynak: https://www.ferdimen.com/2019/06/23/bayburt-kop-dagi-kop-sehitligi-askale/

Kop Savunması için şu makaleye bakabilirsiniz:

https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/1663340

Gazi İbrahim Dede Esir Kampında

Gazi İbrahim Dede muhtemelen 1917 yılının ilk yarısında, Birinci Cihan Harbi sürerken Kafkas Cephesi’nde Ruslar’a esir düşmüş.

Rusların eline esir düşen Türk askerleri büyük zorluklar çekmiş, esir düşen 65 bin askerin büyük kısmı kamplarda, açlıktan ve yollarda vefat etmiş, ancak 20-25 bini Türkiye’ye dönebilmiştir. Bu dönüşler ancak Rusya’da 1917 Bolşevik devriminden sonra yavaş yavaş esir kampları üzerindeki baskının hafiflemesi ile gerçekleşebilmiştir.

Gazi İbrahim Dede esir kampındayken esir olan bir komutanıyla aralarında şöyle bir konuşma geçmiş:

İbrahim Dede: “Komutanım, bu Ruslar bizi esir aldılar ya, bize ne yapacaklar?”

Komutan: “Bizi sabun yapacaklar, evladım.”

İbrahim Dede: “Köpürenin … “

diye sunturlu bir küfür savurmuş.

Kaynak: https://medyagunlugu.com/haber/rusyadaki-turk-esirler-46330

Gazi İbrahim Dede’nin Esaretten Kurtuluşu

İbrahim Dede Örüklü Kestane Feyyaz Dede’ye esaretten kurtuluşunu şöyle anlatmıştır:

“Bir Rus askeri gece vakti pencereye dayandı ve pencereden içeri kısık bir sesle seslendi. Yanına yaklaştım ve “ne diyorsun, ne istiyorsun?” dedim. O asker bana dedi ki: “Bu gece gaz döküp sizi yakacaklar, ben Türkler’in çok insanlığını gördüm, bu gece buradan kaçın.” Ardından da iki demir testeresi verdi. Gece boyunca pencerenin demirlerini kestik ve şafak vakti oradan kaçtık. Uzaktan bir tepeye varıp geri baktığımızda bizi esir tuttukları yeri yaktıklarını gördüm.”***

Gazi İbrahim Dede esir kampından köye 1920 (Rumi 1336) yılında dönmüştür. Çünkü torunu Hafız Kadir Altunok’un rivayetine göre köye geldiği gece annesini evde bulamayınca “Anam nerede?” diye sorunca anasının ebelik için İsmail Altaş dedelerin evinde olduğu söylenmiş. Yani o gece dedem Yusuf Altaş (Topal Hoca) doğmuştur ki dedem resmi kayıtlara göre 1336 doğumludur.

Bu durumda Gazi İbrahim Dede 1917 yılının ortasından 1920 yılına kadar 3 yıl esarette (“yetsirlik” derlerdi eskiler) kalmış ki zaten kendisi de üç yıl esir kaldığını söylermiş.

*** [Oltu Birlik Camii emekli İmamı Ali Hoca anılarında (bu anıları ilerleyen zamanlarda yayınlarız inşallah) bu olayın aynısını Osman Çavuş’tan naklediyor. Osman Çavuş, kendilerini kurtaranın Cücürüs kökenli bir Ermeni asker olduğunu anlatırmış. O Ermeni asker Ahmet Pehlivan’dan çok iyilik gören bir arkadaşıymış. Osman Çavuş’un yeğenlerinden Gazi Osman Çavuş’un hayatının ana hatlarını yazmalarını ya da yazalım diye bize bilgi belge vermelerini istirham ederiz. Rahmetli Osman Çavuş, hafızlara fazlasıyla destek veren bir Kur’an muhibbi imiş.]

Gazi İbrahim Dede’nin Milli Mücadele’ye Katılması

Gazi İbrahim Dede esaretten döndükten sonra aşağıda İstiklal Madalyası için müracaatına verilen cevabi yazıda da görüleceği üzere 28. 07. 1920 (1336) tarihinde askerliğe tekrar alınmış ve 24.06. 1923 (1339) yılına kadar üç sene daha askerlik yapmıştır.

İbrahim Dede aşağıdaki anılarında belirttiği gibi Kurtuluş Savaşı’na Halit Paşa Komutasında 9. Kafkas Fırkası, 8. Alay, 3. Piyade Taburu, 10. bölük neferi olarak katılmıştır.

Tekmil: “9. Kafkas Fırkası, 8. Alay, 3. Piyade Taburu, 10. bölük neferi Şerif oğlu İbrahim. Emret Komutanım.”

Anılarındaki ayrıntılar, Gazi İbrahim Dede’nin Milli Mücadele yıllarında Kazım Karabekir Paşa komutasında 1920-1921 yılları arasında yapılan Doğu Harekat’ına katıldığını gösteriyor. Nitekim Halit Paşa’nın birliği de bu savaşta görev almıştır. Çünkü hem başarı, hem hatt-ı hareket, hem de düşmanın Ermeniler olması bunu gösteriyor.

Doğu Harekatının genel seyri şöyledir:
Kâzım Karabekir Paşa, 14 Ocak 1920 yılında Şark Cephesi kumandanlığına getirilmiş ve ardından doğu illerinin kurtarılması için harekete geçmiştir. Karabekir Paşa Kars’a taarruz emrini 24 Ekim 1920 tarihinde vermiştir. Bu harekata büyük bir katkı sağlayan Halit Paşa, birlikleri ile Kars’ı doğu yönünden kuşatmıştır. Bu taarruzla Ermeni ordusu üç saat içinde yenilmiş ve Karabekir Paşa 30 Ekim’de karargâhını Kars’a taşımıştır.

Gazi İbrahim Dede’nin aşağıdaki belgede bahsettiği savaşlar işte bu harekat dönemine aittir. [Belgede 1914’te Birinci dünya savaşına atıf varsa da Gazi’nin anlattığı anılar 1920 yılına ait savaş anılarıdır.] Ayrıca sözü geçen Gümrü muharebesi, 7 Kasım 1920’de Ermenistan Demokratik Cumhuriyeti’ne bağlı Ermeni askerleriyle yapılmış ve Türk ordusu Gümrü’yü almıştır. Ancak daha sonra Gümrü Sovyet Rusya’yla yapılan Kars Antlaşmasıyla Ermenistan’a geri verilmiştir.

Gazi İbrahim Dede’nin 1919-1920 yılları arasında cereyan eden Doğu Harekatına dair anıları.

Gazi İbrahim Dede’nin Halit Paşa İle Bir Anısı

Gazi İbrahim Dede Halit Paşa ile olan bir anısını şöyle anlatmıştır:

“Bir gün hücum halindeyken çok acıkmıştık. Bir kadının yufka pişirdiğini gördüm ve birlikten ayrılarak gidip kadınan bir yufka istedim. Kadın yufka verdi, ben de dönüp geldim ve birliğe dahil oldum. Halit Paşa beni dürbünle izliyormuş. İctimada bana “üç adım ileri çık” dedi. Üç adım ileri çıkınca namluyu anlıma dayadı. “Başarılı bir asker olmasaydın şimdi seni burada vururdum” dedi. Ardından da yaptığımın neden yanlış olduğunu anlattı.”

Gazi İbrahim Dede bu olayı anlattıktan sonra şöyle dermiş:

“O kadar düşman askeriyle karşılaştım, ömrümde korkmadım. Yalnız Deli Halit Paşa anlıma tabancayı dayayınca altıma kaçıracak kadar büyük bir korku yaşadım. Çünkü Deli Halit Paşa’nın iki tabancası vardı. Birincisi namuslu, öteki namussuz. Namuslu tabancayla sadece düşmana ateş ederdi. Namussuz tabancayla da askerden kaçanları ve ihanet edenleri vururdu.” [Halit Paşa, bu tabancayı kullanmak için cephe gerisinde yüksek bir kayanın üzerine oturur, kaçacak birini beklermiş].

Gazi İbrahim Dede’nin İstiklal Madalyası İçin Dilekçesi

Gazi İbrahim Altunok 1968 yılındaki İstiklal Madalyası almak için aşağıdaki dilekçeyi vermiştir:

Gazi İbrahim Dede’nin madalya dilekçesi…

İstiklal Madalyasına Müstahaktır: Madalya İmza Kağıdı

Gazi İbrahim Altunok dedenin İstiklal Madalyasına müstehak olduğunu ifade eden resmi yazı:

Gazi İbrahim Dede’nin İstiklal Madalyasına Müstahak Olduğuna Dair Resmi Cevap…

İbrahim Dede’ye Verilen İstiklal Madalyası

Aşağıdaki madalya Gazi İbrahim Dede’ye, 1920-1923 yılları arasında Kazım Karabekir ve Halit Paşa komutasındaki Doğu Harekatı’na katılması sebebiyle verilmiştir.

Gazi İbrahim Altunok Dede’ye verilen İstiklal Madalyası. 23 Nisan 1336 (23 Nisan 1920)

Gazi İbrahim Dede’nin Savaş Sonrası Hayatı

Gazi İbrahim Dede Kurtuluş Savaşı’ından sonra köyüne dönmüş ve İnci Köyü’nde ikamet etmeye devam etmiş. Askerlik dönüşü Ahmet Bey ve Zahide Hanım’ın kızları Hatice Hanım ile evlenmiş ve bu evlilikten Melek ve Zeynep adında iki kızı ve Şerif adında bir erkek çocuğu olmuş.

Köyde geçimini çiftçilik ve çobanlık gibi faaliyetleri ile sağlamış.

Gazi İbrahim Dede yukarıdaki dilekçeden anlaşılacağı üzere nihayet 1968 yılında Gazi’liğinin resmen kayıtlanması için müracaat etmiş, kendisine ancak Mayıs 1972 tarihinden itibaren gazi aylığı verilmeye başlanmış.

Gazi ünvanını aldıktan sonra Oltu’nun Kurtuluş gününden bir gün önce köyümüze askeri araç gelir, İbrahim Dede’yi alır, Oltu’ya götürürdü. O gece Oltu’daki askeri alayda misafir edilir, ertesi gün kurtuluş törenlerine protokolde katılırdı, sonra da köye getirilirdi.

Gazi İbrahim Dede 09.04.1981 günü İnci Köyü’nde hakkın rahmetine kavuşmuş ve köydeki mezarlığa defnedilmiştir.

Kadir Altunok’un Gazi Dedesi Hakkında Bilgi Edinmek İçin Başvurusu:

Kadir Altunok 2010 yılında Milli Savunma Bakanlığına Dedesi Gazi İbrahim Altunok’un bilgilerine ulaşmak için şu müracaatı yapmıştır.

Kadir Altunok’un bilgi edinmek için başvuru dilekçesi

Son not ve kaynaklar:

Belgeler ve hatıralar, bana, Gazi İbrahim Altunok Dedenin torunu Kadir Altunok tarafından iletilmiştir.

İbrahim Dede’nin katıldığı savaşları ise ben belgelerden hareketle savaş tarihleriyle karşılaştırarak kronolojik olarak tespit ettim.

Gazi Dede’yle ilgili hatırası, belgesi ve bilgisi olanlar aşağıya yorum olarak yazabilirler.

Bu arada maalesef Gazi Dede’nin hiçbir fotoğrafına ulaşamadık. Belki okuyucularda bir fotoğrafı vardır. Bize ulaştırabilirlerse memnun oluruz.

Allah bütün ölen gazilerimize rahmet eylesin. Hayatta olanlara sağlık sıhhat ve afiyet versin. Amin.

Şehitlerimizin ve ölen gazilerimizin ruhlarına el-Fatiha.

Köylümüz olan öteki Gazilerimiz ve Şehitlerimiz için aşağıdaki yazımızı okuyabilirsiniz.

HÂFIZ MEHMET AKBULUT’UN ARDINDAN

Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN

Geçmiş Zaman Oldur ki

Yakın tarihte ülkemizde yapılan askerî darbelerin hepsini gördüm. 27 Mayıs 1960 darbesinde altı yaşında bir çocuktum. Darbeden sonra güvenlik güçlerinin, ilçe merkezinde başında takke olan erkekleri ve çarşaf giyen kadınları çarşıya çıkmaktan engellediklerini iyi hatırlıyorum. 12 Mart 1971 Askerî Muhtırasında İstanbul’daydım. Muhtıra ile birlikte ilan edilen sıkıyönetim günlerinde, okuduğumuz Kur’ân kursundaki Arapça kitaplarımızı kursun bahçesine geceleyin bir çuval içinde gömdüğümüzü ve darbenin ateşi düştükten sonra çıkardığımızı çok iyi hatırlıyorum. 12 Eylül 1980 darbesinde Eskişehir ili Sivrihisar ilçesinde öğretmendim. O günleri çok daha iyi hatırlıyorum. Rahmetli Turgut Özal’ın izlediği siyaset neticesinde Türkiye 1990 yılını darbe görmeden atlatmış ama 28 Şubat 1997 Muhtırası hepsinden daha beter gelmişti; her şeyimizi silip süpürmüştü. Yapılan bu darbelerin hepsi İslâm’ın önünü kesmek için yapılıyor ama her seferinde kesilen sakal daha gür geliyordu. 28 Şubat, kesilen sakal bir daha çıkmasın diye yapılmıştı. Bu darbeleri yapanlar ‘insanların bir hesabı varsa Allah’ın da bir hesabı vardır ve Allah, hesabında yanılmayandır’ kaidesini bilmiyorlardı.

1964-1968 yılları arasında Erzurum il merkezinde kalmış, 1968 yılında Erzurum’dan İstanbul’a gitmiştim. İstanbul’da Küçükköy Kur’ân kursunda okurken 1972 yılında Sakarya İmam-Hatip Lisesi’ni dışardan bitirdim. Aynı yıl hem yazılı ve hem de sözlü giriş imtihanını kazandığım İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü’ne girdim. 1976 yılında da İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü’nden mezun oldum. İki sene Samsun ili Alaçam İmam-Hatip Lisesi’nde öğretmenlik yaptıktan sonra 1978 yılının Temmuz ayında askere gittim. Yirmi ay yedek subay olarak askerlik yaptıktan sonra 1980 yılının Mart ayında Eskişehir ili Sivrihisar ilçesi İmam-Hatip Lisesi’ne öğretmen olarak tayin edildim. Sivrihisar’da bir yıl öğretmenlik yaptım. Bu arada asistanlık imtihanlarına çalıştım ve kazandım. 1981 yılının Mart ayında Erzurum Yüksek İslam Enstitüsü’nde İslam Tarihi asistanı olarak göreve başladım. Bir yıl sonra da Erzurum İlahiyat Fakültesi’ne geçtim. Erzurum’a döndükten sonra ilçem olan Oltu ve köyleri ile daha yakından ilgilenmeye başladım. Daha çok da kendi köyüm olan İnci köyünün çocukları ile ilgilendim. Erzurum’a 12 Eylül askerî harekâtından sonra gelmiştim. Bilindiği gibi bu harekât, Prof. Dr. Necmettin Erbakan ve arkadaşlarının kurduğu Milli Selâmet Partisi’ni, üniversitelerde okuyan Müslüman gençlerin yuvası ve ocağı olan Milli Türk Talebe Birliği’ni, her sınıftan inanmış insanların ocağı olan Akıncılar Teşkilâtı’nı ve bütün İslâmî dernekleri kapatmıştı. Bu sıkıntılı zamanda biz, birkaç arkadaş ve heyecanlı mücâhid öğrencilerle Erzurum’da çok güzel çalışmalar yapmıştık. Bu çalışmaları bir başka yazıda anlatacağım. Arzu edenler o yazıyı okuyabilirler.

Oltu’daki Çalışmalar

Erzurum’daki çalışmalarımız maya tuttuktan sonra Oltu’ya yöneldim. Hafta sonları Oltu’ya gidip gelmeye başladım. Oltu merkezi ile birlikte doğup büyüdüğüm İnci köyünde de çalışmalar başlattım. Erzurum’da olduğu gibi Oltu’da da çok güzel arkadaşlarımız vardı. Hepsini hayırla yâd ediyorum, ‘hepsinden Allah razı olsun’ diyorum. Oltu merkezinde öğrencilere yönelik ve câmi cemaatine yönelik çalışmalarımız oldu. İmam-Hatip Lisesi öğrencilerinden çekirdek bir kadro oluşturduk. O zaman Oltu’da öğrencilerin kalabilecekleri bir yurt yoktu. Çevre ilçelerden ve köylerden gelen çocuklar, Çarşıbaşı câmiinin bir köşesinde iptidâî usullerle yapılan bir yere sığınmışlardı. Her şeyden önce bir yurt yaparak bu işe başlamalıydık. Bu istişareleri öğretmen arkadaşların evlerinde yapıyorduk. İmam arkadaşlar da bu işe destek veriyorlardı. Bir taraftan da bu işlere gönül veren cemaatin sayısını ve kalitesini artırmaya çalışıyorduk. 

İnci Köyü Kur’an Kursu’nun İnşası

Bu arada ben, İnci köyünde bir Kur’ân kursu yaptırma faaliyetine başladım. O günlerde Libya’da çalışan köylülerimizin, câminin yanında yaptırdıkları karkas binayı elden geçirerek çok güzel bir Kur’ân kursu yaptık. Bu konuda, o sırada İlahiyat Fakültesinde okuyan ve biraz olsun inşaat işlerinden anlayan amcamın oğlu İbrahim Ağırman, çok fedâkâlıklar gösterdi. 1983 yılının yaz tatilinde inşaatın başında durdu ve bu inşaatın her şeyi ile ilgilendi. Ben de o senenin yaz tatilinde her Cuma günü köye gittim. Namazdan önce vaaz ettim veya hutbeyi okuyup namazı kıldırdım. Allah, kendisinden razı olsun öğretmen arkadaşımız Mikail Ayyıldız, kendi arabası ile her Cuma günü beni Oltu’dan alır, köye götürüp getirirdi. Çünkü o zaman bizim arabamız yoktu. Köy imamı Hasan Acar, köy muhtarı Ağa Mehmet Ağırman ve ekibi, ayrıca bütün köylülerimiz, konu ile çok yakında ilgilendi ve her türlü desteği verdiler. 

İnci Köyü Kur’an Kursu İnşaatı’ndan Görüntüler
Kaynak: ?

İnci Köyü’ndeki Faaliyetler

1984 yılında inşaat bittikten sonra Oltu ilçe müftülüğüne müracaat edip kursumuzun resmi açılışını yaptık. Köyümüzde ilkokulu bitiren çocukları hemen Kur’ân kursuna kaydettik. Kendisinden Allah razı olsun, makamı ve mekânı cennet olsun rahmetli İbrahim Akçay hoca fahri olarak yıllarca burada hafız yetiştirdi. Yaz tatillerinde öğrenci sayısı fazla olduğu için İbrahim hocaya yardımcı arkadaşlar da bulduk. 1984 yılının yaz tatilinde Oltu İmam-Hatip Lisesi öğrencilerinden Mehmet Duman, 1985 yılının yaz tatilinde İstanbul İlahiyat Fakültesi öğrencisi Ali Ağırman ve Konya Tıp Fakültesi öğrencisi Ender Altaş, 1986 yılının yaz tatilinde Kerim Ağırman, 1987 yılının yaz tatilinde de Oltu İmam-Hatip Lisesi Öğrencisi Yasin Baysal, İbrahim hocaya yardımcı oldular. Mikail bey, bu yaz tatillerinde de Cuma günleri beni köye götürüp getirdi. Kış mevsiminde de Cumartesi günü yatsı namazına gider, yatsıdan sonra câmiyi dolduran cemaate iki saat vaaz ederdim. Köyümüzün kadınları da yatsı namazına gelir ve kendilerine ayrılan fevkânede bizi dinlerlerdi. Ben, namazdan sonra kürsüye çıkar hafızlık yapan öğrencileri de karşıma oturturdum. Vaaz boyunca okuyacağım âyetlerin bir iki kelimesini ben okur, gerisini öğrencilerin okumasını isterdim. Her Cumartesi akşamı böyle bir imtihandan geçeceğini bilen hafızlar da derslerine daha iyi çalışırlardı. Çok feyizli ve bereketli sohbetler olurdu. Cumartesi akşamlarını hem ben hem de köylülerimiz iple çekerdik. Cumartesi akşam namazını Oltu’da kıldıktan sonra Servet Ağırman ve Muzaffer Akçay ile köye giderdik. Köylümüz Mehmet Cengiz’in arabasını tutar giderdik. Parayı üçümüz birlikte öderdik. Mehmed’in, Servetin ve Muzaffer’in bu iyiliklerini hiç unutamam. Allah, bu üç arkadaşımdan razı olsun. Kış mevsiminde bazen yollar kapanır, bazen tipi ve fırtına gibi sıkıntılar olurdu. Üçümüz, arabadan iner ve arabayı iterdik. Bazen de epeyce yaya yürürdük. Her sohbetten sonra bir postaya uğrar, çaylarını içer ve bir sohbet te orada yapardık. Hele bir de postaların o akşam kebapları varsa sohbetlerimiz daha etli ve yağlı olurdu. Kış gecelerinde câmide saat 18.00’de sohbete başlar 20.00’de bitirirdik. Postalardaki çay sohbeti de 23.00’e kadar sürerdi. Kışın yollar sıkıntılı olduğu işin 24.00’te Oltu’ya gelirdik.  Ben gelinceye kadar annem uyumazdı; mübârek kadın beni bekler, ben eve geldikten sonra uyurdu. O, her hafta sonu bu sıkıntımıza katlanırdı. 

İnci Köyü Kur’an Kursu Talebelerinin Kaban’ın Başında Düzenlenen Hafızlık Merasimlerinden Bir Görüntü
https://incikoyum.com/kuran-gunu-ve-hafizlik-merasimi-1987/

Oltu Birlik Camii’nin İnşaası

İbrahim Akçay hoca, köyümüzde hafızları yetiştirirken biz de bu çocuklar için Oltu’da bir yurt hazırlığına giriştik. Giriştik ama çok zorluklar çektik. Çünkü resmi bir derneğimiz veya vakfımız yoktu; olsa bile para toplamak çok zordu. Çünkü askerî harekâtın baskısı halen daha devam ediyordu. Oltu’da yurt yapabileceğimiz müsait bir bina da yoktu. Kara kara düşünürken babamın imamlık yaptığı Birlik câmiinin boş olan alt katı aklıma geldi. 1959 yılında yapılan câmi küçük olduğu için 1982 yılında sökülmüş ve yerine yeni câmi yapılmaya karar verilmişti. Dernek başkanı rahmetli hacı Turgut Gülcü’ye demiştim ki: ‘Hacı amca, buranın altını yüksek bir bodrum yapalım, ilerde lazım olur.’ Hacı Turgut amca, bu teklifimi kabul etti ve çok zorluk çekerek hem bodrumu hem de câmiyi yaptırdı. Namazlar, bodrum yapılıncaya kadar bizim evin üzerindeki boş mekânda kılındı. Bodrum yapılınca oraya taşındılar. Câmi yapılınca da bodrum boş kaldı. İnşaat devam ederken ben de her hafta sonu Erzurum’dan Oltu’ya geliyor ve olup bitenleri izliyordum. Câmi inşaatı bitince, Turgut amcaya ‘hacım, bu bodrumu da bir yurt yapalım’ dedim. Hacı amca ‘hocam, biz çok yorulduk; orayı da sen yaptır’ dedi. Ben de zaten öyle demesini bekliyordum. Yani başkanın bana izin vermesini bekliyordum. İzni aldık ama parayı nerden bulacağız? “İnşâallah, bir kapı açılır ve Allah yardım eder” dedik ve hemen işe başladık. 

Oltu’da Öğrenci ve Yurt Faaliyetinin Başlaması

1987 yılının kurban bayramının birinci günü 05 Ağustos Çarşamba günüydü. Câmi cemaati ve mahalle sakinleri kurban derilerini şimdiye kadar devamlı Birlik câmiine bağışlamışlardı. O sene de derileri biz topladık. Ben, dört gün hemen hemen hiç eve uğramadım. Mahallemizden, köylerden ve tanıdığımız yerlerden deri topladım. O senelerde deri iyi para ediyordu. Hele iyice tuzlanır ve bakımı yapılırsa daha çok para ediyordu. Hava sıcak olduğu için derilerin hemen ve çok iyi tuzlanması gerekiyordu. Bayramdan önce çuvallarla tuz alıp câminin önüne yığdım. Dericilerden derilerin nasıl tuzlanacağını öğrendim. Topladığım derileri iyice tuzladım. Dericiler, bizim derilere tuzlanmamış derilere verdikleri bedelin iki katını verdiler. Çünkü hava sıcak olduğu için tuzlanmamış derilerde çok zayiat oluyordu. Bizim topladığımız ve tuzladığımız deriler hiç fire vermedi. Derileri hem peşin paraya hem de iyi bir fiyata satınca hemen faaliyete başladık. Câminin altındaki bodrum katı yurt haline getirmek için kolları sıvadık ve kısa zamanda işi başardık. Kurban bayramından sonra yıllık iznimi aldım ve işin başında durdum. Câminin üç yüz metrekareden ibaret olan bodrumunda bir giriş, bir idare odası, üç yatakhane ve bir sohbet salonundan ibaret bir yurt yaptık. Bu hayırlı işler için yardımlarını ve desteklerini esirgemeyen Oltu Belediye başkanı rahmetli Osman Ayyıldız’ı rahmetle anıyorum. Câminin karşısındaki fırının yanında boş olan dükkânı, sahibi Şevki Tosun’dan alıp yemekhane yaptık. Hacı Şevki, bizden kira almadı. Allah, kendisinden razı olsun. Ağabeyi rahmetli Hacı Fevzi amca da her işimizde bize yardımcı olurdu. Câminin tuvaletlerini yeniden yaptık ve yanına da banyolar ilave ettik. 1987-1988 Öğretim yılına birkaç hafta geç de olsa yurdumuzu yetiştirdik. Köyümüzde hafızlığını bitiren çocukları hemen Oltu İmam-Hatip Lisesi’ne kaydedip kendilerini bu yurda yerleştirdik. Oltu, Narman, Olur, Şenkaya, Göle ve Yusufeli ilçelerinin köylerinden gelen ve kalacak yeri olmayan öğrencileri de burada topladık. Aşağı yukarı yüze yakın öğrenciyi barındırdık. Bunların içinde birçoğu hafızdı. Günde beş vakit namazlarını câmide kılıyorlardı. Gece de teheccüd namazına kalkıyorlardı. Teheccüd namazından sonra biraz ders çalışıyorlar ve sabah namazına kadar biraz daha uyuyorlardı. Bu durum, câmimizde ve mahallemizde bir heyecan meydana getirdi. Hele sabah namazları çok feyizli ve bereketli oluyordu. Bu feyiz ve bereketten istifade etmek isteyen çok kişi uzak yerlerden gelip sabah namazlarını Birlik Câmiinde kılıp ondan sonra evlerine veya işlerine gidiyorlardı. 

Biz, yurttaki sohbet salonunu da faaliyete geçirdik ve Cumartesi günleri yatsı namazından sonra burada sohbetleri başlattık. Ben, bu öğrencilerle ve bu öğrencilere destek verenlerle yakından ilgileniyor ve her hafta sonunu Oltu’da geçiriyordum. Cuma günleri saat 16.00 arabası ile Oltu’ya geliyor, Pazartesi günü saat 08.00 arabası ile Erzurum’a geri dönüyordum. Bu öğrencilere ve Cumartesi akşamı sohbete katılanlara çok değer veriyordum. Ben, bu sohbetlere çok ciddi hazırlanıyor ve salondaki tahtayı da kullanarak dinleyicilere âdeta üniversitedeki ders ayarında bilgiler sunuyordum. Dinimizi her açıdan ve net olarak anlatıyordum. İctimâî ve siyâsî konulara da giriyor ve dinleyicilere İslâm’ın dünya görüşünü de anlatıyordum. Salon cemaati almayınca sohbetleri câmide yapmaya başladık. Talebeler ve cemaat bu sohbetlerde birbirleri ile iyice kaynaştılar. Bu sohbetlere köylerden de gelenler vardı. Dinleyicilerimizden arabası olanlar köylerden gelenleri gider alırlar, sohbetten sonra götürürlerdi. Bazen kendileri, köyün servisini kiralar ve onunla gelir giderlerdi. İşte hafız Mehmet Akbulut da bunlardan biriydi. Oltu’nun Dutlu köyünden bir grup arkadaşı ile gelir-giderdi.   

Oltu Birlik Beraberlik Yardımlaşma ve Dostluk Vakfı’nın uzun yıllar hizmet veren merkezi…
Oltu’dan Selam Dergisi’nin Ağustos 1993 yılında yayınlanan 8. sayısının kapak resminden…

Oltu’da Vakıf Çalışmalarının Başlaması

1983 yılında Ahmet Tekdal ve arkadaşları tarafından kurulan Refah Partisi’nin başına 1987 yılında Prof. Dr. Necmettin Erbakan geçti. Hocanın, partinin başına geçmesi ile siyâsî hayatta bir canlılık meydana geldi. Ülkemizin geleceği için umutlanmaya başladık. Biz, yaptığımız bu çalışmaları gayr-i resmi yapıyorduk. Mesela yurdumuzun bir resmiyeti yoktu. 12 Eylül Askerî Harekâtı’nın ateşi biraz sönmüştü. Biraz bu sönüklükten biraz da iktidardaki Anavatan Partisi’nin müsâmahasından ve Rahmetli Özal’ın dindarlığından ve bizim dünya görüşümüze olan yakınlığından istifade ediyorduk. Ama bu durum böyle gitmeyebilirdi. Bizim, bu çalışmaları bir resmî çatı altına almamız gerekirdi. Biz de öyle yaptık ve bir vakıf kurmaya karar verdik. Yüce Allah’ın lütfu ve keremi ile Oltu Birlik ve Beraberlik Vakfını kurduk. Bu arada Refah Partisi’nin ciddi bir şekilde teşkilatlanmasına da karar verdik. Öğretmenlerden rahmetli Kenan Hatunoğlu, Mikail Ayyıldız, Mevlüt Akçay, vakıf müdürü Ahmet Altaş ve diğer arkadaşların vakıfta faaliyet göstermelerini; Hafız Mehmet Akbulut, inşaat mühendisi Ahmet Ağırman, muhasebeci Hamza Fidan ve diğer esnaf arkadaşların da partide çalışmalarını uygun bulduk. Elhamdülillah, bu iş bölümü ile Oltu ilçesinde çok güzel işler yapıldı. Öğretmen arkadaşlar, vakıf faaliyetlerini çok ileri bir seviyeye çıkardılar. Çarşının merkezinde beş katlı bir bina kiraladılar. Sohbetleri oradaki salona taşıdık. Cumartesi günleri yatsı namazından sonra yaptığımız sohbetlerde salon tıklım tıklım dolduğu için sesi yukarıya da aktarıyorduk. ‘Oltu’dan Selam’ dergisi orada çıkarıldı. ‘Oltu’dan Selam’ radyosu oradan yayın yaptı. Adı geçen arkadaşlar bizim elimiz, ayağımız, gözümüz ve kulağımız oldular. Dergi için gece gündüz çalışan ekibe ve özellikle Mevlüt Akçay ve rahmetli Kenan beye çok teşekkür ediyorum. Yurtta kalan öğrenciler, dergide yazılar yazmaya ve radyoda programlar yapmaya başladılar. Biz, onlarla hafta sonu köylere çıkardık. Ben, sohbet ederdim; onlar da Kur’ân-ı Kerîm ve ilâhiler okuyarak cemaati mest ederlerdi. Partide görev alan arkadaşlar daha çok çalıştılar. Ekipler oluşturdu ve köy köy gezdiler. Kışın uzun gecelerde köylere gidiyor ve güler yüzle dönüyorlardı. Belli ki, gittikleri yerlerde iyi karşılanıyor ve çok güzel hizmetler yapıyorlardı. Hafız Mehmet Akbulut, işte o günden vefat ettiği güne kadar Milli Görüş dâvâsına hizmet eden bir arkadaşımızdır. 

Oltu’dan Selam Dergisi’nin Ocak 1993 yılında yayınlanan
1. sayısının kapağı

Hafız Mehmet Akbulut

Hafız Mehmet Akbulut, 1958 yılında Erzurum ili Oltu ilçesinin Dutlu köyünde doğdu. İlkokulu köyünde okudu. Rize ili İkizdere ilçesinde, Trabzon ili Araklı ilçesinde, Bursa’da ve Oltu’da Kur’ân kurslarında okudu ve hafızlık yaptı. Hafızlıktan sonra Arapça ve İslâmî ilimler tahsil etti. Askerlik vazifesini yaptıktan sonra ticaretle meşgul oldu. 1990 yılında Refah Partisi Oltu ilçe başkanlığına seçildi. Siyasî hayatını Fazilet ve Saadet Partisi ilçe Başkanlıkları ile sürdürdü. Bir ara Oltu Belediyesi Meclis Üyeliği yaptı. 2004 yılında Saadet Partisi’nden Oltu Belediye Başkan adayı oldu. 02 Haziran 2011 genel seçimlerinde Erzurum milletvekili adayı oldu. 2019 yılında da Saadet Partisi’nden Oltu Belediye Başkan adayı oldu. 15 Mayıs 2021 Cumartesi günü vefat eden Hafız Mehmet Akbulut evli ve beş çocuk babasıydı. Cenaze namazını kalabalık bir cemaatle 16 Mayıs Pazar günü öğle namazından sonra Aslan Paşa câmiinde kıldık ve bu güzel kardeşimizi şehir merkezindeki Cankurtaran mezarlığına defnettik. Cenaze namazını câmi imamı Ayhan Taşbaşı hoca efendi kıldırdı. Ben de kısa bir konuşma yapıp cemaatten helallik aldım. Cenaze namazına bütün partilerin temsilcileri katılmıştı. Erzurum’dan bile gelen arkadaşlar vardı. Saadet partisi il başkanı Faik Çalık ve Milli Gençlik Vakfı eski il başkanı Mehmet Kılıçlı ile birlikte bir hayli dâvâ arkadaşı, güzel bir vefa örneği gösterip cenaze namazında, defin işleminde ve taziye merasiminde hazır bulundular. Allah, kendilerinden razı olsun.  

Hâfız Mehmet Akbulut

Ben, Hafız Mehmet ile çok iyi arkadaştım. Onu çok yakından tanıdım. Benden üç-dört yaş küçük olduğu için bana hep ‘hocam’ diye hitap ederdi. Bana karşı çok saygılıydı. Kendisi iyi bir Müslümandı. İnandığı dâvâya içten ve gönülden bağlıydı. Bizim köydeki Kur’ân Kursunu gördükten sonra ‘hocam, bir Kur’ân Kursu da bizim köyde yaptıralım’ dedi. Zaman zaman onun köyüne de gittik. Babası ve kardeşleri ile tanıştık. Uzun kış gecelerinde câmide vaaz ve sohbetler ettik. Köylülerle çok yakından tanıştık. Kur’ân Kursunun yapılmasına yardımcı olduk. O bölgedeki köylere de onun sayesinde açıldık. Çevredeki köylerde de vaaz ve sohbetlerimiz oldu. Bir yaz mevsiminde Dutlu köyünün yaylasına gittik. Rahmetli, güzel bir piknik programı organize etmişti. Dâvâ arkadaşlarımızla orman içinde yediğimiz kebap ve yaptığımız sohbet unutulur gibi değildi. Yayladaki târihî câmide kıldığımız öğle namazı hepsinden daha güzeldi. Dutlu köyünün yaylasını görmeyenlere en yakın zamanda oraya gitmelerini ve Artvin’e kadar uzanan dağ silsilelerini görmelerini tavsiye ederim. Yaylasını devamlı bize anlatan Cuma dayıya yaylayı gördükten sonra hak verdim. Narman ilçesinde de böyle kır toplantıları yapardık. Rahmetli Hacı Vakkas Okumuş ve arkadaşlarının tertip ettiği bu toplantılar da feyizli ve bereketli olurdu. Yakın zamanda rahmet-i Rahmâna kavuşan Hacı Vakkas amcanın hizmetlerini ve Narman’a kazandırdıklarını oğullarının kaleme almasını arzu etmekteyim. Onun, Narman İmam-Hatip Lisesi’ni ve Narman Kız Kur’ân kursunu yaptırırken gösterdiği gayretin sonradan gelen nesillere örnek olması açısından yazıya dökülmesi çok faydalı olacaktır. 

Hafız Mehmet, siyâseti bir tebliğ aracı olarak kullanırdı. Seçimlerde hedefi kazanmak değil dâvâyı anlatmaktı. Kazanma şansı olduğu zaman kendisi aday olmaz başkalarını aday yapardı. Aday bulunmadığı zaman kendisi aday olurdu. Başkalarının aday olduğu seçimlerde adaylardan daha çok çalışırdı. Çok güzel konuşurdu. İnandığı Millî Görüş dâvâsını çok güzel anlatırdı. Ben de kendisine ‘hafız, aslında sen, ilçe başkanlığı değil il başkanlığı yapacak bir arkadaşsın’ diyerek bir gerçeği dile getirirdim. Gerçekten de o, büyük bir ilin siyâsetini evirip çevirebilecek bir kapasiteye sahipti. Mütebessim bir çehresi vardı. Hiçbir zaman somurtkan olmadı.

Babası Cuma dayı, bizim iyi bir dinleyicimizdi. Hem Birlik câmiinin altındaki salonda hem vakıf merkezinde hem kendi köyünde ve hem de Aslan Paşa câmiindeki vaaz ve sohbetlerimizde en ön saftaki dinleyicilerimizden birisiydi. Köylerine gittiğimizde hep ona misafir olurduk. Hânedân bir âilenin disiplinli reisiydi. Hoş sohbet bir insandı; devamlı gülerdi. Biz de onu görünce mecburen gülümserdik. Sağlam bir müslüman, iyi bir dost, tecrübelerini bizimle paylaşan bir büyüğümüzdü.  Mekânı ve makamı cennet olsun! Rabbim, öbür dünyasını mâmûr eylesin! Âmin!

Hafız Mehmed’in kardeşleri Osman ve Mustafa da kendisi gibiydi. Osman Oltu’da ticaretle meşgul olmaktadır. Osman’ın oğlu Ömer, bizim fakültemizden mezundur. Anadolu Gençlik çevresinde başladığı çalışmalarını sürdürmektedir. Mustafa, yurt dışındadır. Millî Görüş’ün faaliyetleri için Hollanda’ya gittiğimizde bize ev sahipliği yapmakta ve yardımcı olmaktadır. Hafızın oğulları Abdussamet, Nimet ve Ferhat inşâallah babalarına layık olacak ve onun boşluğunu dolduracaklardır.

Prof. Dr. Muammer Esen’in Hâfız Mehmet Akbulut Hakkındaki Şahitliği

Bu yazıyı yazarken rahmetlinin en yakın arkadaşı Prof. Dr. Muammer Esen beyi aradım. Hem kendisine taziye dileklerimi ilettim hem de rahmetli hakkında bir şeyler söylemesini istedim. Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Kelam Anabilim Dalı öğretim üyesi Prof. Dr. Muammer Esen bey, rahmetli hakkında şunları söyledi: “Hafız Mehmet arkadaşımın, daha doğrusu kardeşimin vefat haberini duyduğumda kalbim dayanamadı, bir şeyler söylemeye dilim varmadı. Mehmet’le biz, ata-dededen akraba ve hısımdık. Babalarımız çok iyi arkadaştı. Babamın arkadaşı Cuma dayı beni de arkadaş edinmişti. Köyde, yaylada komşuyduk; iyi komşuyduk. Mehmet’le çocukluktan beri arkadaştık, çocukluk arkadaşıydık. Sonra delikanlılık, gençlik arkadaşı olduk, kardeş olduk. İkimiz de çocukluk dönemini daha yeni bitirmiş birer genç delikanlıyken köyümüzün hocası ve benim akrabam Mevlüt Esen hoca efendi ile irtibat halindeydik. Hocamız ile Mehmed’in babası Cuma dayı, köyde, yaylada ve ormanlarda var olan suları çeşme haline getirmek için çalışırlardı ve biz de onlara yardım ederdik. Hatta Mevlüt hocamızın köydeki yeni evinin oldukça sabit taşlı ve yamaç yerdeki temelini bazen kazma, bazen de el demirleriyle kazmıştık. Bu, bizde unutulmaz bir hâtıra olarak kalmıştır. Bu vesileyle Mevlüt hoca efendiye ve Cuma dayıya Yüce Allah’tan bol bol rahmet diliyorum. Her ikisinin de mekânı cennet olsun! Âmin! 

Mehmet, İkizdere’de Kur’ân Kursu arkadaşımdı. İkizdere’de bulunduğumuz dönemde ben, Arapça ve İslâmî ilimler tahsil ederken Mehmet, hafızlığa başlamıştı. Rize’nin meşhur dersiamlarından ve aynı zamanda il müftüsü olan Yusuf Karali hocanın talebesi Gafur Gürlü hoca ile Zavendikli Mustafa hocanın en seçkin talebesi Mustafa Deniz hoca orada bizim hocalarımızdı. Mehmet, bir dönem Diyanet İşleri Başkan yardımcılığı da yapmış olan Hafız Ahmet Şark ile Hafız İbrahim Atay hocalarımızın nezaretinde hafızlığa başladı. Daha sonra Oltu’ya geldi ve Kur’ân Kursu hocası Hafız Osman Öztaş hocadan hafızlığını tamamlayıp kemâle erdirdi. Kendisi iyi bir hafızdı. Hıfzını sîret edinmiş ve hayatına yansıtmıştı. Köye, Oltu’ya geldiğimde hep beraber olur, beraber gezerdik. Aynı fikri soluklardık. Mehmet iyi bir dost ve güzel bir arkadaştı. Arkadaştan öte kardeşti. Hep böyle olduk, hep böyle kaldık. Hafızdı, başkandı, yüreklere etki eden başkandı. Çocukları da benim için öyledir, hep öyle olmuştur. Ata-dededen kadim arkadaşım, aziz dostum Hafız Mehmet kardeşim, sana Yüce Allah’tan rahmet diliyorum. Allah, mekânını ve makamını cennet eylesin. Kardeşim biz senden razıydık, Allah da senden razı olsun. Orada da arkadaşlığımız ve kardeşliğimiz nasip olur inşâallah. Âmin, âmin inşâallah.”

Prof. Dr. Muammer Esen beye bu katkılarından dolayı çok teşekkür ediyor ve sizleri diğer bir kardeşimizin ölüm acısını paylaşmaya dâvet ediyorum.

KENAN DURSUN’UN VEFATI

Rahmetli Hafız Mehmet Akbulut’un kardeşlerine, oğullarına, yeğenlerine ve diğer yakınlarına taziye verip ayrıldıktan ve Erzurum’dan gelen dostları yolcu ettikten sonra İbrahim Babacan ile bir yere oturmuş dertleşiyor ve sohbet ediyorduk. İbrahim, “hocam, belki siz duymadınız; bu akşam Kenan Dursun da vefat etti ve o da bugün İstanbul’da defnedildi” dedi. Ben de “ya! Öyle mi?” dedim ve bir daha yıkıldım. Daha geçen gün ağabeyi avukat Şeref Dursun bey ile konuşmuş ve Kenan’ı sormuştum. Kenan’a da çok üzüldüm. Kenan, rahmetli terzi Hacı Ahmet amcanın küçük oğluydu. Büyük oğlu Mevlüt ağabeyi geçen yıl, 12 Ağustos 2020’de aynı hastalıktan vefat etmişti. Daha onun acısı geçmeden Kenan vefat etti. “Allah’ım, Şeref beye ve yakınlarına dayanma gücü ver” diye dua ettim. Üzüntülü bir şekilde eve gittim ve babama bu acı haberi de verdim. Babam her iki arkadaşı ve babalarını çok iyi tanırdı. Hem Cuma dayıyı hem de terzi hacı Ahmet amcayı çok iyi tanırdı ve ikisi ile de dostluğu vardı. Hacı Ahmet amca ile dostluğu çok eskiye dayanırdı. Çünkü Hacı Ahmet amca bizim komşu köyümüz olan İğdeli köyündendi. Şeref ve Kenan, İmam-Hatip Lisesi’nde okurken babamdan Kur’ân dersi alırlardı. Şeref, Erzurum İmam-Hatip Lisesi mezunu, Kenan da Oltu İmam-Hatip Lisesi mezunuydu. Kenan, yaz tatillerinde Erzurum’a gelir, bizim Abdurrahman Gazi Vakfı’nın tertip ettiği derslere katılırdı. Liseden sonra da Erzurum Edebiyat Fakültesi’nin Fars dili ve Edebiyatı bölümünü bitirdi. Fakülteyi bitirdikten sonra öğretmen oldu. İstanbul Pendik’te, Erol Türker İlkokulu’nun müdürü olarak görev yaparken malum hastalığa yakalandı ve 15 Mayıs 2021 Cumartesi günü vefat etti, ertesi gün de İstanbul’da defnedildi. Allah, her iki kardeşimize de rahmet eylesin! Âmin!

Merhum Kenan DURSUN Fotoğraf: okulhaberleri.net

Terzi Hacı Ahmet amcanın dükkânı bizim için çok önemlidir. Güven Terzihanesi 1970’li yıllarda Oltu’da Millî Görüş dâvâsına gönül vermiş olan gençlerin uğrak yeriydi. Mevlüt ağabeyinin güler yüzü bizi çeker oraya götürürdü. Şeref, o zaman Erzurum İmam-Hatip Lisesi’nde okuyan mücâhit bir gençti. Liseden sonra bir yıl Sakarya’da mühendislik okudu; sonra da İstanbul Hukuk Fakültesi’ni kazandı ve oraya geçti. Şeref, üniversitede okurken Güven Terzihanesine apayrı bir aşk ve heyecan kazandırdı. Avukat Şeref bey kardeşimizin bu dükkânı kaleme almasını beklemekteyim. O tarihlerde yaşlılarımız, Hacı Fehim Demirel’in manifatura dükkânında, gençlerimiz de hacı Ahmet amcanın terzi dükkânında bir araya gelirlerdi. Rahmetli Fehim Demirel’in oğulları Cemil, Ahmet veya Abdullah da babalarının dükkânının Oltu’ya kazandırdıklarını yazmalıdırlar.  

Hafız Mehmet Akbulut’un Cenazesi

Yukarıda da dediğim gibi Hafız Mehmet Akbulut’un cenazesine Oltu içinden ve dışından çok kalabalık bir cemaat katılmıştı. Hoca efendiler ve hafızlar Yâsin-i şerifi ve kısa sûreleri okudular, ben de duâ ettim. Onbeş aydır devam eden salgın hastalık boyunca birbirini göremeyen dostlar, bu cenaze merasiminde bir araya gelmişlerdi. Bu bayramda da sokağa çıkma yasağı olunca ev ziyaretleri yapılamamıştı. Cenaze için bir araya gelen dostlar, ayaküstü sohbete daldılar. Uzaktan yakından gelenler, bana da taziye veriyor ve hal-hatırımı sual ediyorlardı. Hafızın dâvâ ve yol arkadaşlarından Bayram Kurt yanıma yaklaştı ve şöyle dedi: “Hocam, Birlik Câmii’nin altındaki o sohbetleri hatırlar mısın? Siz, hafızı o sohbetlerde bize başkan tayin etmiştiniz.” Ben de “hatırladım Bayram, hiç hatırlamaz olur muyum?” dedim ve bu yazıyı yazmaya işte orada karar verdim. Şurası bir gerçektir ki, her insanın günahlarının yanında sevapları, iyiliklerinin yanında kötülükleri, doğrularının yanında hataları vardır. Bize düşen ölülerimizi hayırla yâd etmektir. Biz de bu yazıda öyle yaptık. 

Hafız Mehmet Akbulut’un Cenaze Namazı
Kaynak: http://www.oltumedya.com/oltu/akbulut-son-yolculuguna-ugurlandi/13906

Bu yazıyı okuyanlar şöyle diyebilirler: “Hocam, bu yazıda Hafız Mehmet Akbulut’tan daha çok kendinizden bahsetmişsiniz.” Böyle diyenler haklıdır, evet öyle oldu. Bu yazıyı yazarken nerden başlıyayım diye çok zorlandım. Geri geri gittikçe 1960 yılına kadar gittim. Konuların altını doldurayım derken böyle bir yazı ortaya çıktı. Biraz da iyi oldu. Oltu’daki çalışmalar hakkında bir yazı yazmak istiyordum. Bu yazı, yazacağım uzun yazının başlangıcı ve özeti oldu. Rahmetli Hafız Mehmet, böyle hayırlı bir işe de sebep oldu. Allah, kendisinden razı olsun.  

Sizleri, güzel ülkemizin geçmiş altmış yılını, Oltu ilçemizin de geçmiş kırk yılını özetlemeye çalıştığım bu yazıda adı geçenlerden rahmetli olanlara birer fâtiha okumaya dâvet ediyorum. Bir de yazıda düzeltilmesi gereken yerler varsa beni uyarmanızı istirham ediyorum.

İKİ SERÇE BİR GÜVERCİN

1953 yılında; Erzurum ili, Oltu ilçesi, İnci köyünde doğmuşum. Nüfus kütüğüne bir yıl sonra yani 1954 yılında kaydetmişler. Ben de 1954 doğumlu olmuşum. 1960 yılının Eylül ayına kadar doğduğum köyde yaşadım, çocukluk yıllarım bu köyde geçti. İlkokul birinci sınıfı köyde okudum. Ben, birinci sınıfta okurken babam da köyün imamıydı. Babam, 1960 yılında Oltu Birlik Câmii imamlığına tayin edildiği için biz de o yılın eylül ayında ailece Oltu’ya taşındık.

Köyde geçen çocukluk günlerimi hiç unutmadım. Çocukluğumuz önce evde, sonra kapı-bacada, sonra medresede, sonra okulda, sonra da arazide geçti. Çocukluğumuzun evde geçen dönemlerinde anne, baba, dede, nine, amca, aba, kardeşler ve amca çocukları ile beraber olurduk. Bir yaramazlık yaptığımızda annemize ve babamıza karşı dedemiz ve ninemiz bize kol kanat gererdi. Biz de onların himayesinde kendimizi dokunulmaz hissederdik. Amcalarımız ve abalarımız bizi kendi çocukları gibi severlerdi. Çocukluğumuzun dışarıda, yani kapı-bacada, geçen dönemi daha zevkli geçti. Komşularımızın çocukları ile oynayarak vakit geçirmeye doymazdık. Her mevsimin kendine göre bir oyunu olurdu: Kış aylarında buz üzerinde topaç çevirir, bahara doğru annelerimizin yaptığı toplarla karı erimiş ve toprağı biraz kurumuş bacalarda oynardık. Bir çulun üzerine sıkıca sarılmış ipliklerden yapılmış toplar ile bakalım kaça kadar sayacağız diye yarışırdık. Yarışı topu iyi olanlar kazanırdı. O zaman sünger toplar çıkmamıştı veya vardı da henüz köylere gelmemişti. Bastik ve holla-çelik de oynadığımız oyunlar arasındaydı.

Mahallemizin çocuklarıyla, bizim misafir odası ile Büyük Hafız dayımın evinin arasındaki boşlukta, yani bizim ahırın bacasında oynardık. İyi olurdu, bu oyunlar sayesinde bacalar da iyice basılır ve yağmur yağınca akmazdı. Yağmur yağdığı zaman da ambarların altında oynardık.

Ambarlar, çok kalın direkler üzerine kurulmuş ve altları boş bırakılmıştı. Ambarlara merdivenle çıkılırdı. Herkesin ambarı evinin önünde olurdu. Böylelikle ambarların altında uzun bir koridor meydana gelirdi. Zöhre Nenegilin Şerif Ağırman’ın evinden Hayta Mehmet eminin evine kadar uzun bir koridor vardı. İşte bu koridor yağmurlu günlerde bizim oyun alanımızdı. Burada bir de tandır vardı ama bilindiği gibi tandırlar kışın yanmazdı. Bizim ev ile İshak eminin evinin arasında olan tandır ilkbaharda yanmaya başlardı. İlkbaharın ve son güzün yağmurlu ve soğuk günlerinde akşamları mahallenin çocukları ile tandıra asılır, hem ısınır hem de sohbet ederdik. Bu sohbetlere doyum olmazdı. Yaşça bizden büyük olan Hasan Ağırman, bu sohbetlerin vazgeçilmez konuşmacısıydı. Bizim mahallede kış mevsiminde Haytagilin fırın yanardı, mahallenin kadınları ekmeği orada pişirirlerdi. Bazen de patates ve kabak atarlardı fırına, o da çok güzel olurdu.

Çocukluğumun unutamadığım hâtıralarından biri de ramazan hâtıralarıdır. Benim çocukluk yıllarımda ramazanda köyün yaşlıları akşam namazını câmide kılar, ondan sonra evlerine iftara giderlerdi. Cemaat, ezan okunmadan yarım saat kadar önce gelirler, câminin önündeki yerlerini alırlar ve namaz vaktine kadar sohbet ederlerdi. Kimisi ayakta, kimisi de câminin duvarı boyunca uzatılmış oturaklara oturmuş oldukları halde sohbet ederlerdi. Murtaza emi, vakit geldi mi diye sık sık saatine bakardı. Herkeste saat yoktu, ancak birkaç kişide vardı. Akşam ezânını ya Tâhir emi veya Ferhat Hefle (Helfe) okurdu. Biz; bacada oynar, arada sırada Feyzullah Çavuş’un evinin arasından Tâhir emide veya Ferhat Hefle’de bir hareket var mı diye bakardık. O zaman câminin giriş kapısı doğu tarafındaydı. Tâhir emi veya Ferhat Hefle minâreye çıkmaya başlayınca köyün çocuklarında bir heyecan başlardı. Minârenin omurgası uzun ve kalın bir ağaç, merdivenleri de tahta olduğu için bazen ayak seslerini duyardık. Ezan okuyacak kişi şerefeye çıkınca heyecan da zirveye çıkardı. “Allâhu ekber” sesi duyulunca köyün bütün çocukları: “Oruç kaçtııı!” diye bağırırlar ve bu sesten köy elli altıya giderdi.

İnternetten çıkardığım kadarıyla benim üç yaşında olduğum 1956 yılının Ramazan Bayramı, 12 Mayıs Cumartesi gününe, 1957 yılının Ramazan Bayramı 1 Mayıs Çarşamba gününe, 1958 yılının Ramazan Bayramı 20 Nisan Pazar gününe, 1959 yılının Ramazan Bayramı 9 Nisan Perşembe gününe, 1960 yılının Ramazan Bayramı da 29 Mart Salı gününe denk gelmektedir. Yani benim çocukluğumun ramazan ayları: mart, nisan ve mayıs ayının ilk günlerine denk gelmektedir.

1960 yılının Ramazan ayında birinci sınıfa giden bir talebeydim. Bu ayda köyün içindeki karlar erimiş olurdu. Biz çayı geçer, Karşı’da derelerin içinde kalmış karlardan sitillerle iftara kar getirirdik. O zaman köyün içindeki çeşmeler yoktu. Haliyle evlerde akan musluklar da yoktu. Kadınlar ve kızlar çaydaki gözeden küleklerle su taşır ve kurunları doldururlardı. Kadınlar için zor ve zor olduğu kadar da neşeli olan işlerden biri de su taşımaktı. Onlara sorarsan su taşımak zordu ama gözenin başında ve yol boyunca yaptıkları sohbetler doyumsuzdu. Biz çocuklar, Karşı’dan kar getirdikten sonra iftara doğru da Hocagilin bacada toplanır ezanı beklerdik. Herkes elindeki topla oynar, ara sıra câminin kapısına gider saati olanlara iftara kaç dakika kaldığını sorardık. Biz o zaman oruç tutamayacak kadar küçüktük. Bizim iftarı beklememizin ayrı bir sebebi vardı. O da ağız ağıza verip: “Oruç kaçtııı!” diye bağırmaktı. O zaman herkeste saat yoktu. Belki köyde birkaç kişide saat vardı. Kol saati yoktu, cep saati vardı. Onlar bozulunca da tamirlerini Murtaza emi yapardı.

İlkokul birinci sınıfı 1959-1960 eğitim-öğretim yılında köyde okudum. Öğretmenimiz Yahya Bey, beş sınıfı birden okuturdu. Köyün girişinde yani köprünün başındaki okul binamızın bir salonu üç odası vardı. Odanın biri öğretmenin evi diğer ikisi de sınıf olarak kullanılıyordu. Birinci sınıf, dördüncü sınıf ve beşinci sınıf bir odadaydık. Birinci sınıflar olarak biz pencere kenarında yani köprü tarafında otururduk. Dördüncü ve beşinci sınıflar da duvar kenarında otururlardı. Arada da öğretmenimizin gezebileceği kadar bir boşluk vardı. Beşinci sınıflar arka sırada otururlar, dördüncü sınıflar da tahtaya doğru yani ön sıralarda otururlardı. Öğretmenimiz biraz bize ders anlatır, biraz dördüncü sınıflara ders anlatır, biraz da beşinci sınıflara ders anlatırdı. Ders anlattığı sınıf, öğretmeni dinler; diğer sınıflar da serbest çalışırlardı. İkinci ve üçüncü sınıflar da diğer odada ders yaparlardı. Öğretmenimiz bu iki sınıf yani iki büyük oda arasında gider gelirdi. Sabahleyin okula giderken elimize sobada yanabilecek bir odun alır giderdik. Sınıflar soba ile ısınırdı. Sobaların odunlarını da öğrenciler getirirdi. Öğleden sonra giderken de odun götürüp götürmediğimizi hatırlayamıyorum. Ben, birinci sınıftayken Yakup Acar, Mustafa Acar, Kahraman Acar, Mevlüt Acar ve Osman Çelebi beşinci sınıftaydılar. Dikkat ederseniz bunların üçü rahmetli olmuş, ikisi yaşıyor. Allah, onlara da uzun ve bereketli ömür versin.

Yahya öğretmen, çok ciddi ve tecrübeli bir öğretmendi. Köylü ile kaynaşmasını da bilmişti. Hanımı Pamuk abla da öyleydi. O da köylü hanımlarla çok iyi anlaşırdı. Orhan adında küçük bir çocukları bizim köyde öldü ve köyün mezarlığına defnedildi. Pamuk ablanın “Orhan!!! Orhan!!! Orhan!!!” diye ağladığını çok iyi hatırlıyorum. Yahya Bey, bizim köyden ayrıldıktan sonra Ankara’ya gitti. 1967 yılında babamla Ankara’ya gittiğimizde kendisini bulup ziyaret etmiştik. Bizimle çok ilgilenmiş ve yakınlık göstermişti.

Ben, ilkokulun birinci sınıfını köyde okudum. Diğer sınıfları da Oltu’da Karabekir İlkokulu’nda okudum. Şubat ve yaz tatillerinde köye gelirdim. 1964 yılında da Erzurum İmam Hatip okuluna başladım. O zaman da şubat tatillerini Oltu’da, yaz tatillerini de köyde geçirirdim. Rahmetli Şevket amcamın hodağıydım; herg başlamadan köye gelir, harmanları bitirdikten sonra dönerdim. Mısırların sökülmesine kalamazdım. Hem hodaklık yapardım hem de köyün imamı Osman Çelebi’den Kur’ân-ı Kerim, Emsile ve Bina okurdum. Daha çok da herg ile harmanlar arasındaki boşlukta okurdum. Osman Hoca’nın ve Topal Yusuf Hoca’nın çevre köylerden hafızlık yapan talebeleri vardı. Onlarla da çok iyi arkadaşlık ederdik. Hoca olmadığı zaman da medresenin altını üstüne getirirdik.

1967 yılının yaz tatilinden sonra köye gidemedim. Artık Servet ve İbrahim büyümüş ve hodaklılık yapacak yaşa gelmişlerdi. Ben de 1968 yılının yaz aylarında İstanbul’a gitmiştim. İstanbul’dan izne geldiğimde kısa vadeli olarak köye uğrar yakınlarımı, arkadaşlarımı ve köylülerimi ziyaret ederdim.

Çocukluğumdan beri köyde geçirdiğim günleri hiç unutmadım. Okula başlamadan devam ettiğim medreseyi ve medrese arkadaşlarımı, Topal Hoca’dan okuyan hafızların köyü arı kovanı haline getirdiklerini, mahallemizdeki Mustafa Ağırman ve Kâmil Çelebi’nin ezber yapmalarını, bu ekibin cuma namazından önce okudukları Salâtü selâmları, ilkbaharda körpe otardığım günlerin hâtıralarını, yağmurlu günlerin akşamlarında mahalledeki arkadaşlarla tandıra asılmamızı, aşağı yukarı bir ay devam eden hergetme günlerindeki hâtıralarımızı, üçüncü haftanın cuma günü Orcukdere’de yediğimiz kızılpeyniri, herg ile harmanlar arasında arkadaşlarla oduna gittiğimiz günleri, gem sürmeyi, kesmügün üzerinde oturup mısır ve kabak yemeyi, merekteki samanın üzerine atlamayı hiç unutmadım.

Bahar ve güz mevsimlerinde köyün davar sürüleri karşı keşe düzüldüklerinde çıkardıkları zil ve danko seslerini ve arkasından köyün semalarına yükselen çobanın tulum sesini de unutmadım. Harman mevsiminde ikindiden sonra öküzleri alıp yakın yerlerde otarmamızı ve bu sırada arkadaşlarla oynadığımız oyunları unutmadım. Öküzleri otarmak için Gölyer’e götürdüğümüzde Yasin’in Kavaklığı’ndaki ağaçların o güzel sarı yaprakları hâlen daha gözümün önündedir. Aman Allâh’ım! O, nasıl bir güzellikti! Bir tarafta Büyük Göl, bir tarafta yeşillik, bir tarafta da kavakların sarı yapraklarından oluşan o güzel manzara her zaman gözümün önünde duruyor. Hele çocukluk arkadaşlarımı hiç unutmadım. Şimdi sizi onlarla tanıştıracağım.

Yasin Emigilin Kavaklık

Ben, kapı-bacada oynayacak yaşa geldiğimde bizim mahalledeki arkadaşlarımla oynamaya başladım. En yakın arkadaşım rahmetli Hüsnü Çelebi’ydi. Hüsnü ile ben aynı yaştaydık. Şevket amcamın oğlu Servet, Rıfat amcamın oğlu İbrahim, Hüsnü’nün kardeşi Ahmet, Feyzullah dayımın oğlu Kâmil ve Küçük Hafız dayımın oğlu Ali, bizden bir-iki yaş küçüktüler ama kapı-bacada onlar da bizimle birlikte oynarlardı.

Bu arkadaşlarımızdan Kâmil ve Ali, küçük yaşta serçe gibi uçarak cennete gittiler. Kâmil, dört yaşında tifo hastalığına yakalandı ve bu hastalıktan vefat etti. Kâmil’den altı ay büyük olan Ali, onun ölümüne hiç dayanamadı ve gece gündüz: “Baba, git Kâmil’i getir!” diyerek ağladı durdu. Babası Küçük Hafız dayım: “Oğlum, Kâmil öldü; üzerine taşları koyduk.” dese de o yine: “Git, taşların altından Kâmil’i çıkar da getir!” der ve ağlardı. Bu ikisi, aynı âile içinde birbirleri ile çok iyi geçinen ve devamlı beraber oynayan amca oğullarıydı. Kâmil’in ölümünden bir ay sonra da Ali yanarak öldü ve o da serçe gibi uçarak cennete gitti. Ali’nin ölümü çok acıklı oldu. Yakınlarını, bizi, mahalleyi ve bütün köyü yasa boğdu. Akşam namazından önce herkes mallarını kayırırken çocuklar evde kalırdı. Ali de o saatte teyzesinin evinde oynarken kaftanı yani entarisi ocaktan ateş almış ve söndürülememiş. İnsanlar yetişip söndürdüğünde Ali, epeyce yanmış ve ölümcül yarayı almıştı. Ali, sabaha kadar ağladı ve o gecenin sabahında vefat etti. Sabaha kadar biz de onunla ağladık. O zaman erkek çocuklar da okula gidinceye kadar entari giyerlerdi. Evde büyüklerin olmadığı bir saatte ocağın başında oynarken entarisi ateş almış ve Ali, ateşi söndürememiş. Bu olay, evlerde sobanın olmadığı veya olsa bile sobadan daha çok ocağın yandığı bir tarihte oluyor. O zamanlar evlerde devamlı ocaklar yanardı. Ocağın üzerinde hem yemekler pişirilir hem de ev ocağın ateşi ile ısınırdı.

Kâmil, çok güzel ve sevimli bir çocuktu. Hem kendi âilesi içerisinde hem de mahallede çok sevilirdi. Ali de şen ve şakrak bir çocuktu, kendini sevdirmesini becerirdi. Bir gün Büyük Hafız dayımın evine Alatarla köyünün muhtarı Molla ile Esenyamaç köyünün muhtarı Kadir Ağa, misafir olarak gelmişler. Yemekler hazırlanmış ve sofra kurulmuş. Sofraya üç tane kaşık konulmuş. Misafirler ve ev sahibi hem yemek yer hem de sohbet ederlerken Ali, bir ara fırsatını bulup Molla’nın kaşığını almış ve yemeğe girişmiş. Kadir Ağa, bu durumu fark etmiş ve yemek yemeğe devam etmiş. Kendini sohbetin havasına kaptıran ve kaşıksız kalan Molla: “Arkadaş, benim de kaşığım vardı ama ne oldu acaba?” demiş. Kadir Ağa başlamış gülmeye. Molla: “Arkadaş niye gülüyorsunuz? Gerçekten kaşığım vardı.” demiş. Ali ise hiç bozuntuya vermeden yemeği kaşıklamaya devam ediyormuş. Mesele anlaşılınca başlamışlar gülmeye. Ali, işte böyle bir çocuktu.  

Küçük yaşta kaybettiğim ve unutamadığım arkadaşlarımdan biri de rahmetli Mahmut eminin oğlu Ahmet Akyüz’dür. Ahmet, bizim alt mahallede otururdu. Amcalarının oğulları Ali ve Osman, ondan üç-dört yaş küçük oldukları için Ahmet de bizimle oynardı. Ahmet, bizden bir-iki yaş büyüktü ama harmanlarda ve kapı- bacada beraber oynardık. Ahmet de şen  şakrak bir arkadaştı, bizim neşe kaynağımızdı. Kabanın başına ve yakın yerlere birlikte oduna giderdik. Babası devamlı gurbete gittiği için evin işlerini Ahmet ve annesi Zinnet abam birlikte yaparlardı. O da 14.07.1964’te on üç yaşında iken vefat etti ve bir güvercin gibi uçarak cennete gitti. Diğer iki arkadaşım serçe gibiydiler. Ahmet, onlardan biraz büyüktü, o da güvercin gibi uçtu gitti. Ona neden güvercin dediğimi şimdi öğreneceksiniz. Rahmetli Ahmet hakkında bir yazı yazmak istediğimi eniştesi Yusuf Akçay’a söyledim ve kendisinden yardım istedim. “Aile içinde Ahmet hakkında konuşulanları ve bildiklerinizi bana anlatır mısın?” dedim. Yusuf, bana şunları anlattı:

“Ahmet’in annesi rahmetli Zinnet yengem, oğlu hakkında şu hatıraları anlatırdı: “Ahmet, yaşıtlarına göre daha iri yapılı, neşeli, çalışkan ve hayat dolu bir çocuktu. Kur’ân-ı Kerîm okumayı çok severdi. Ağa Mustafa’nın ve Ağa Mehmet’in annesi olan Münire nineden Kur’ân-ı Kerîm dersleri alırdı. Okuduğu her sayfanın arasına bir çiçek koyardı. Yoksulluktan dolayı Esenyamaç, Subatık ve Ballıca gibi yakın köylere az bir yiyecek karşılığında birer hafta hodaklık yapmaya giderdi. Babası gurbette olduğundan dolayı evin ihtiyaçlarını gidermek için benimle birlikte tarlaya gelir çalışırdı. Ot ve ekin biçmeye Ahmet’le birlikte giderdik. Evimizin kışlık odununu o getirirdi. O günkü hayat şartlarından dolayı evin bütün sorumluluklarını o üstlenmişti. Yine bir hodaklık sırasında hastalandı ve bir hafta yatakta yattı. İyileşmeyince öküz arabasına yatak serip Ahmed’i yatırdık ve bir ikindi vakti Oltu’ya gitmek üzere yola çıktık. Gecenin saat üçünde o zaman Oltu’da tek doktor olan Hamdi Bey’in kapısını çaldık. Doktor Hamdi Bey muayeneden sonra: “Çok geç kalmışsınız, kazma küreği mezarlığa koyup gelmişsiniz.” dedi ve bir iğne yaparak bizi geri gönderdi. Ahmet, dönüş yolunda İğdeli köyü yol ayırımında vefat etti. Vefat etmeden önce şunları söyledi: “Gökten bana doğru bir çift öküzün geldiğini ve üzerimde bir sürü beyaz güvercinlerin uçtuğunu görüyorum.”

Şimdi anladınız değil mi, bu yazının başlığını neden “İki Serçe Bir Güvercin” koyduğumu. Evet, arkadaşlarımın ikisi serçe gibi biri de güvercin gibi uçarak cennete gittiler. Serçeler uçtuktan sonra biz de Hüsnü’nün anneannesi Nuriye ninenin evinde oynayarak kışı geçirdik. Mollagilin ev ile Beşir eminin evinin arasında olan bu evde Hüsnü, Mevlüt, Necati ve Neşet ile beraber oynardık. Bildiğiniz gibi bu arkadaşlarımdan Neşet de genç yaşında ve gurbette rahmetli oldu. Makamı cennet olsun. Âmin.

Bu yazıyı okuyanlardan üç şey istiyorum.

1-Bu yazıyı yazarken Feyzullah Çelebi ve Yusuf Akçay bana yardımcı oldular. Onlara çok teşekkür ediyorum. Bu bilgilerde yanlışlık ve eksiklik varsa lütfen düzeltin.

2-Benim unuttuğum yerler varsa siz tamamlayın.

3-Bu yazıda adı geçen ve rahmetli olan arkadaşlarıma birer Fatiha okuyun.

GÜZ MASALLARI 1

“DEĞİRMEN”

Ambara buğday olarak giren “pinavun” kış gelmeden öğütülmeli.

İşini gücünü bitiren köylü, değirmenleri nizama sokar; değirmen taşı, “god”, ambar,  unluk,“çakçak” yeniden tamir edilir ve düzene sokulur. Güz suları bol akar. Değirmenin taşı dönmeye başlar. Her ailenin “herekeş” olduğu değirmenler vardır, herkes sırasını bekler. Sırası gelen ambarından tahıllarını eşeklere ya da öküz arabalarına yükler, bir kat da yatak alır ve değirmenin yolunu tutar.

Tahılı una çevirmek bir hafta on günü bulur. Geceli gündüzlü değirmenin başı beklenir. Değirmen öğüttükçe unlar çuvala doldurulur, ambar boşaldıkça da tahıl ilave edilir. Önce kırmızı, topbaş, kırik buğdaylar; sonra arpa, varsa çavdar öğütülür, en son da mısır.

Değirmen tarihin donup kaldığı yer… Su akar gider, buğday un olur gider, değirmenci toprak olur gider ama hayat değirmende değişmez. Tarih gömülerek yok olmuştur. Her gün, her yıl aynıdır.

“Akşam olunca babamın bir elinde gaz feneri, diğerinde üç beş parça odun, değirmen yoluna çıkarız. Fener hareket ettikçe gölgelerimiz bir ileri bir geri gider. Her adımda uzar ve kısalırız. Birkaç adım ilerisi görünmez. Ufuklarda kaybolan güneşin bıraktığı yalancı bir aydınlık… Akdağ’dan hafiften ve soğuk esen güz yeli…

Yol kenarlarında yarı insan yarı başka yaratıkları canlandıran kuşburnu ağaçlarına yan gözle bakarak iyice yapışıyorum babamın ceketine. Uzaklardan ürperti veren köpek sesleri… Değirmen yolu ve kahramanının yanında umutlanan, cesaretlenen ve de ilk defa evinden, sıcak yatağından uzakta geceleyeceği için çocukluğa meydan okuyan ben.

Değirmenin ağır kapısı gıcırtıyla açılır. İlk ürperti ve heyecan. Karanlığa açılan kapı fenerin ölü ışıklarıyla değirmenciye yol verir. Soğuk bir un kokusu yayılır içeriden. Değirmen kokusu, yıllarca birikmiş, yaz kış değişmeyen bereketin berrak kokusu.

İlk iş, feneri bir yere asıp unun önünü almak. Ben duvarlarda gölgemin peşindeyim. Kapı kapanmış ve arkasına bir küskü yerleştirilmiştir. Ama bir gözüm kapıda.

Çocuklar için en esrarengiz yerdir “dunguzluk”. Godda biriken tonlarca suyun “şüşürtten” tazyikle fırlamasıyla taşın altındaki çark alanında başlayan bir savaş. “Değirmene gider, gözü dunguzlukta”. İçerde bir şey görünmez ama kılıç kalkan sesleriyle bir savaşın devam ettiği aşikâr. Alttaki savaş üstteki düzenin sebebi. Bir dünyadır değirmen.

Ateşin karşısında uzun bir gece. Teker teker ateşte eriyen odunlar, tek seyir alanı. Bir de ocaktan yansıyan ışıkla titreşen gölgeler. Duvarlara sinmiş geçmiş yılların izleri. Duvar deliklerinde saklanan kime ait olduğu bilinmeyen eski zamanlara ait sözler, gözler, şiirler, türküler….

Kimlerin hikayesini bilir bu duvarlar, kimleri yolcu etti? Kimlerle eğleşti, kimlerle ağlaştı, kimlerin sırrına sırdaş oldu? Kimler bu duvarlarda kayboldu, kimler bu duvarda kendini buldu? Kimlere yoldaş oldu, kimlere kabus oldu bu duvarlar,bilinmez. Sadece değirmenin ritmine zikrini uydurmuş hu çeken bir derviş gibi sessiz sakin tekke sakinlerini ağırlar.

Babam Mevlidi Nebi’den bir bahir okuyor. Arkasından “Alemler nura gark oldu, Muhammed doğduğu gece” ilahisini okuyor. Ben yavaş yavaş açılıyorum. Çocukların büyükleri bıktıran soruları… İllallah ettiriyorum babamı. Sonra Hz Ali’nin cenklerini anlatmaya başlıyor. Hz. Ali, Kesikbaş Cenk’inde  devin kellesini almak için dört minare derinliğinde kuyuya iniyor. Ve savaş başlıyor. Ben dunguzluğa bakıyorum. Kılıç sesleri oradan geliyor. Birazdan Hz. Ali, devin başını gövdesinden ayırınca rahatlıyorum.

Değirmen taşından gelen sesler en nadide bir besteye dönüşüyor, hiç bozulmayan bir ahenkle sabaha kadar durmadan dinlenmeden şarkısını terennüm ediyor.

Her yanan odunla birlikte gözlerim biraz daha yoruluyor.

………

Kapı gıcırtısıyla gözlerimi açtığımda duvarların açık alanlarından süzülen sabah aydınlığını görüyorum. Babam, çarktan kendini kurtaran soğuk su ile abdest alıyor. Ben yorgana iyice sarılıyorum. Babam namazını kılıyor, un ambarında sabaha kadar biriken unu çuvallara dolduruyor.

Güneş ışıkları yeni bir günü müjdelerken değirmenden çıkıp köyün yolunu tutuyoruz. Kuzeylere kırağı çökmüş, güneylerde ve tarlalarda sarı bir bitkinlik var. Güvercinler sürü halinde rızık peşindeler. Kavakların tepesinden kargalar bağırıyor. Uzaktan köy görünüyor.  Evlerin damlarından ince dumanlar tütüyor.

İki değirmenci sabahın güneş görmemiş ayazında yolun yalnızlığını yaşıyor. Birazdan Akdağ’dan daha aşağılara kızıl güneş indiğinde bu yollar yeniden hareketlenecek. Nahır malı mahsulü yeni kalkmış mısır tarlalarına vurulacak; çocuklar, uykularını yollara döke döke öküzleri alıp Gölyer’e çıkaracaklar. Banda diplerinde eğleşecekler, kuyu kazacaklar, banda saklayacaklar. Ceplerine banda doldurup köyün yolunu tekrar tutacaklar.

Köyün içine giriyoruz. Ahırlardan yemini bekleyen hayvan sesleri, kapılarda balta sesleriyle eve ulaşıyoruz.

Sıcak bir soba, ortada bir sofra, sobanın fırınında ısınmaya bırakılmış ekmekler ve evi dolduran ekmek yanığı kokusu. Küpten çıkarılmış küflü peynir… Değirmen işçileri için güzel bir final.”

MEZARLIĞIN TARİHİNE DAİR BİRKAÇ NOT

Bu yazının amacı mezarlığa tarlalarını vakfeden insanlara birer Fatiha ile rahmet okumak, aynı zamanda mezarlığın tarihine küçük de olsa bir ışık tutmaktır. Ben büyüklerimden ve özellikle Rahmetli Hamza Çelebi’den duyduğumu ve öğrendiğimi yazıyorum.

Şeyhgil’in Tarlanın Tamamen Mezarlık Olarak Vakfedilmesi

Köyümüzün şimdi yekpare görünen mezarlığı, esasında dört farklı tarladan oluşmuş. En eski mezarlık yeri Şeyhgilin tarlası. Şimdiki mezarlığın tam ortasından üst duvara doğru olan orta kısım (1 nolu kısım).

Bu arada resimdeki tarla sınırlarının tahmini olduğunu hatırlatmak isterim. Yolun altındaki çizgiler tarlaların vakfedilmeden önceki bütünlüğünü göstermek üzere çizildi. Yolun altında kalan kısımlar vakfedilmemiş, sadece yolun üstündeki kısımlar vakfedilmiştir.

1 numara: Şeyh Dede’nin vakfı.
2 numara: Salih Dede’nin vakfı.
3 numara: Paracı Dede’nin vakfı.
4 numara: Datlı Dede’nin vakfı.
Çakmaktaşına Yeni Yolun açılması

Eskiden Çakmaktaşı’ndan gelen yol, çaya yukarı Gazi İbrahim Dede’nin değirmeninin önünden, sonra diğer değirmenin önünden çayın kenarını takip ederek köye ulaşırmış. Zamanla şimdiki yeni yol yapılmış. Çakmaktaş’ından gelen yeni yol, Çakmaktaşı’ndaki diktaşın boynundan şimdiki mezarlığın alt köşesine kadar gelip buradan itibaren ise o zamanki tarlaların ortasından geçerek köye ulaşmış. Böylece mezarlık önündeki yol, Salihgilin tarlanın ve Paracıgilin tarlanın (şimdi Feyzullah eminin tarlası) tam ortasından geçmiş.

Salih Dede’nin Tarlasının Yolun Üstünde Kalan Kısmını Mezarlığa Vakfetmesi

Salihgilin büyük atası Salih Altaş dede, yeni geçen yolun böldüğü tarlanın üst kısmını, yani mezarlığın alt başındaki düzlük kısmını mezarlığa vakfetmiş. Bir diğer ifadeyle Salih Dede, ikinci salurdan yani Şeyhgilin tarladan Çakmaktaşı yönündeki sonuna kadar olan kısmı vakfetmiş (2 nolu kısım). 

Paracı Dede’nin Tarlasının Yolun Üstünde Kalan Kısmını Mezarlığa Vakfetmesi

Paracı dede ise (Nazir Emigil’den Zahire Nene’nin dedesi) şimdiki mezarlığın giriş kapısından ikinci salura kadar yolun üstünü, yani şimdiki Feyzullah Emi’nin tarlasının üstüne paralel olan mezarlığın düz kısmını vakfetmiş (3 nolu kısım).

Tatlı Dede’nin Tarlasını Tamamen Mezarlığa Vakfetmesinin Hikayesi

Girişin üst tarafındaki Sabiler Mezarı’nın (çocuk mezarları) bulunduğu dik yamaçtan yukarı dere boyunca ise Datlıgil’in tarladan oluşuyor (4 nolu kısım). Aslında mezarlığa en geç vakfedilen kısım burasıdır. 

Datlıgil’in kısmın vakfediliş hikayesi ise şöyle: Mezar yeri azalınca Tahsin Helfe’nin babası olan Tahir Hoca (İlyas ve Kamil Hoca’nın babası Tahir Hoca ile karışmasın lütfen) Datligil’in tarlanın tumbuna defnedilmiş. Tahsin Helfe rüyasında mezar yerinden dolayı babası Tahir Hoca’nın sürekli rahatsız olduğunu görürmüş. Bunun üzerine Tahsin Helfe, Datlı Dede’ye durumu iletmiş; mezar yerini satın almak istemiş. Ancak Datlı Dede: “Biz o kadar kötü insanlar mıyız ki mezarda bile Tahir Hoca’yı rahatsız ediyoruz?” demiş ve tarlayı olduğu gibi mezarlığa vakfetmiş.

Mezarlığın Su Arkı ve Güzergahı

Bu tarlaların suyu ise Büyük Ark’a bağlıydı ki bizim çocukluğumuzda bu ark köyün içini geçerek mezarlığa kadar ulaşırdı. Büyük Ark’ın devamı olan bu ark, Süleyman Tarla’dan geçip Kartal Hacı’nın ve Böcükligil’in evlerin önünden geçer, sonra Mevlüt Hacı’nın, Şeyhgil’in ve Züfer Emigil’in evlerin önünden geçerek Su Deresi’ne ulaşır, oradan da Şirin Emigil’in evlerin boynundan Datlı mahallenin önünden geçip Mollagil’in evlerin boynundan Küçük Hösenge ve Kilise tarlasından geçerek Büyük Hösenge, nihayet oradan da mezarlığın tam üst başına ulaşırdı. Böylece Hiros’tan başlayıp mezarlığa kadar ulaştığı için Büyük Ark adını alırdı. Hatta seksenlerde bu arkla su getirilip mezarlık ağaçlandırılmak da istenmişti. Biz mezarlığa kadar ulaşan suya tanıklık ettik. Ama köy içindeki ark maalesef zamanla işlevini kaybetti. Eski Büyük Ark yerine zamanla yenisi yapıldı.

Yeni Büyük Ark’ın güzergahı (Mavi)
Eski Büyük Ark’ın mezarlığa ulaşan güzergahı (Kırmızı)

Velhasıl-ı kelam: Vakıf, köyümüzdeki hayır faaliyetlerinin merkezini oluşturmuş. Mezarlığın yeri de, Camii’nin giderlerinin karşılandığı birçok tarla da vakfedilmiş. Bu vakıflar hâlâ duruyor; milli emlake ya da belediye mülkiyetine geçmesi dinen onları vakıf olmaktan çıkarmıyor. Çünkü vakıf tescil edildiği an­dan itibaren Allah’ın mülkiyetine geçer.

Vakfeden dedelerimiz, nenelerimiz hayır yaparak amel defterlerini açık bırakmak istemişler. Vakfı bozarak onların amel defterini kapatan, kendi amel defterine ebedi günah yazdırır. Ne demiş atalarımız: “Vakfa bir çivi çakan âbâd olur, vakıftan bir çivi söken berbâd olur.”

Sonsöz: Mezar yerini vakfedenlere, mezarlıkta isimleri unutulmuş nesilleri kesilmiş müminlere, dedelerimize ve nenelerimize Allah rahmet etsin. Mekânları cennet olsun. Amin!
Ruhları için birer Fatiha okuyunuz lütfen.

NOT: 

  • Mezarlığın yeri ile ilgili varsa diğer bilgiler,
  • Mezarlığın duvarlarının ne zaman yapıldığı,
  • Otlarını kimin biçtiği, kimin yaktığı,
  • Mezarların üstünü örten geçmişteki sel olayları,
  • Mezarlığın aydınlatılması,
  • Mezarlıkla ilgili diğer konular ise

 sizlerin yorumları ile bu sayfada yer alacaktır ve İnci Köyü tarihine not düşülecektir inşallah.

BAHARI BEKLERKEN 1

Kış Akşamları

İkindi namazından çıkan cemaat, kışın ikindi güneşiyle dalını bir defa daha ısıtmak için, güneşi gören ambar kolunda ya da bir duvar dibinde kısa bir mola verir. Maldan, alaftan kısa sohbet edilirken gözler dağlardadır. Beklenmekte olanı beklemektedirler. Sanki şu karlı dağların arkasından ansızın çıkıp gelecek gibi.

Muhabbet kısa sürer. Malın akşam alafı verilecek, eve odun kırılacak, kapı bacada öte beri işler yapılacak. Zaten az sonra güneş battı mı zemherinin ayazı düşman gibi saldırır.

Güneş, Akdağ’ın burçlarına dayandı mı en çok görülen şey de bacalardan tüten dumanlar olur. İnceden inceye çatılardan fışkıran beyaz dumanlar köyün üstünde bir araya gelerek bir bütünlük içinde ahenkli ahenkli hareket etmeye başlarlar. Karga kuşlarının da günün son rızıklarını toplamak için köyün semalarına yükselmesiyle gök yüzünde dağların taşların şahit olduğu bir cümbüş yaşanır.

Ahırlardan yemlerine ulaşmak için sabırsızlaşan hayvan sesleri, hızek kaymadan dönerken evlerinin yolunu tutan çocuk sesleri, akşamlık ev odunu yaran balta sesleri ve gökyüzünden kapıları gözetleyen karga sesleri…  hepsi bir anda yok olur.  Güneş iyice dağın arkasına asılmış ve kuru bir ayaz etrafı kaplamaya başlamıştır. Güneşin son ışıkları çukur tarlada görünür…

Akşamın çökmesini son olarak akşam ezanı haber verir. Biraz önceki bütün bir mahlukatın sesinin yankılandığı hayat yerini pencerelerden sızan ölü ışıklara bırakır. En güçlü ışık cami pencerelerinde görülür. Camide lüküs lamba yanar. On dakika sonra o da söner.  

Uzun ve soğuk bir gece daha başlamıştır. Ufuklar iyice kararmış, lacivert bir gece ayazını, kapı aralıklarından içeri sokmaya çalışır.

Yatsı ezanına az bir zaman kala sokaklardan camiye doğru bir hareket başlar.  Tek bir izin geçebildiği kar yığılı sokaklardan ihtiyarlar göz ferasetiyle öksürerek yol alırlar. Eski pabuçların buzda kaymamaları için bastonlarıyla da yolu yoklayarak ilerlerler.

Köyde Kar

Yatsı namazında köyün bütün erkekleri camide olur. Günün en kalabalık vaktidir. Lüküs lamba önde yandığı için bütün gölgeler camiye yayılır. Cami iyice kalabalıklaşır.

Ortada karnı büyük kocaman bir soba vardır. Her içeri giren, etrafı tuç kesilmiş sobanın yanına uğrar; önce dizlerini sonra arkasını ısıtır ve sobaya çokta uzak olmayan bir yere oturur.

Erkekler camiye doluşunca evde kalan kadınlar ve çocuklar da komşulara ya da akrabalara oturmaya giderler. Biraz emrivaki olurdu. Önceden haber verilmeden çat kapı misafir olunurdu. Ve her ev de bunun için müsaitti. Bazen aynı eve bir kaç aile birden, birbirlerinden habersiz, oturmaya giderlerdi. Uzun gecelerin bir kaç saati böylece oturmada komşularla muhabbette geçerdi.

Çocuklar akranlarıyla tekrar bir araya gelmenin sevinciyle kendilerine ev içinde yüzük, kabak, ababız gibi oyunlar kurarak vakit geçirirlerdi. Bazen büyükleri rahatsız edecek derecede gürültü yaptıklarında yaşlılardan birisi çocukları etrafına toplar onlara dev masalları anlatırdı.

Erkekler camiden sonra postalara dağılırdı. Herkesin kendi arkadaşlarıyla bir postası vardı. Posta evi çoğunlukla sabit bir evdir. Postada nöbet vardır. Nöbet kimdeyse yatsıdan önce gelir, odanın temizliğine bakar, sobayı yakar, çay suyunu sobanın üstüne koyar camiye gider. Camiden çıkılınca sıcak bir odada muhabbet başlar.  Bazen avcılıktan, bazen mal-davardan, bazen odundan-pinavundan muhabbet uzar gider.  Kimisinin alafı bitmiştir, kimisinin unu bitmiştir, kimisinin de odunu…

Günün akşam sefası postaların dağılmasıyla sona erer. Sokaklarda meş’aleler parlamaya başlar. Artık herkes evine… Eve uğramadan önce son kez ahıra bakılır. Hayvanlardan rahatsız olan var mı, ya da doğuran inek var mı diye…Komşulara oturmaya gidenler de evlerine dönerler.  Gecenin uzun bir bölümü daha geridedir. Sobalar son kez tutuşturulur. Gaz lambalarının fitili iyice aşağı alınır. Yeni bir güne merhaba demek için, annelerin çocuklarına öğrettiği;

“Yattım Allah kaldır beni,
Nur içine daldır beni,
Yüküm ağır yolum uzak,
İman ile gönder beni.”

duasıyla rüyalara merhaba denir.

İyi geceler. 

03.04.2020 

Bir Kış Yolculuğu (21 Şubat 1990)

31. YIL DÖNÜMÜNDE

“Yirmi yedi yıldır böyle kar görülmedi. Ben otuz beş yaşındayken böyle bir kar yağmıştı.”                                                                                                    

Böyle demişti Behçet emi o gün.

   Üç günlük kar tatili verilmişti. İki gün de hafta sonu, tam beş gün tatil var demekti. Okuldan tatil haberini aldığımızda daha sabahtı. Buz kristallerini soluyarak Oltu Çayı’nın üstünden geçip yurda döndük, yurdun içi de buz gibiydi. Önceki gün ikindide yanan kaloriferler akşamdan sönmüştü.

   Köyleri yakın olan çocuklar, çantalarını sırtına vurup sıvışıyorlardı. Biraz sonra yurtta her tarafı derin bir sessizlik sardı. Kimse kalmamıştı. Aslında sekiz-on öğrenci vardık ama ağzımızı bıçak açmıyordu. Sanki hepimiz geçici bir öksüzlük duygusunu giyinmiş gibiydik. Şimdiye kadar yurttaki diğer çocukların içinde bu duyguyu unutmuşuz da onlar gidince farkına varmıştık sanki.

   Her okul dönüşü yirmi litrelik kovada çay yapardık su ısıtıcısıyla. Sonra dolap odasının kapısını kilitler, su bardaklarıyla bir güzel içerdik. Bu soğuk havada iyi de giderdi doğrusu. Ama…

   Köyün yollarının kapandığından ve arabalarının gelmediğinden emindik.  Hepimizin aklında aynı şey vardı: Ne yapıp edip köye gitmeliydik. Burada kalamazdık. Bu yurt, bu saatten sonra artık çekilmezdi. Gözümüzde zindandan farksız bir hâl almıştı.

    O yurttaki ilk sabahımızda: “Baba yiyin!” diyerek okula göndermişlerdi bizi. Sonraki günlerde de hep aynı şeyi yiyorduk.

    Öğrencinin tamamı olduğu zaman bile yeterince ihtiyaçlarımız giderilmez, yurt bir türlü ısınmazdı. Bu tatilde ise bizden başka kimse kalmadığına göre, muhtemelen, ne ısıtmak için kapıyı çalan olacaktı ne de mutfağı açmak için. Zaten kaloriferler ikindide yanar, akşam yemeğine kadar da sönerdi.

    Ya yemekler… O akşam bir fasulye vardı, tabağın içindeki fasulyeleri yakalamak için dalgıç olmak gerekirdi. Yemek, üç fasulye tanesi ve bir tas sudan ibaret. Zaten birçok arkadaşa bu yemekten de kalmadı. Onlar da çeyrek ekmeklerini alarak koridorda tatlı tatlı yediler… Sabahları ise kurtlu zeytin verirlerdi. Ben zeytin yemezdim ama arkadaşlar öyle söylerdi. Benim kahvaltım bir bardak çayla bir çeyrek ekmek idi…

   Birbirimizle konuşmadan, birbirimizin kalbini dinler gibi yavaş yavaş kirli elbiseleri çantalara koymaya başladık. Artık gitmek için hazırdık. Hazırdık belki ama bu gidiş her zamanki gidişlere pek benzemiyordu aslında. Okula gitmek, çarşıya gitmek ya da gezmeye gitmek değildi. Sonunu tahmin edemediğimiz bir yolculuğun adıydı bu. Bir yanda ailelerimizin yanına varma heyecanıyla yüreklerimiz kıpır kıpırken; öbür yanda  bir korku, bir tedirginlik, bir belirsizlik… Belki de dışarıdaki kar yığınlarına rağmen hâlâ köyün arabasının gelmiş olması umudunu taşıyorduk yüreklerimizde.

   Çantalarımız ellerimizde yurttan çarşıya yürürken, birbirimizle konuşmadan hatta göz göze gelmeden hafif adımlarla yürüyorduk. Sanki saklıyorduk birbirimizden bu gidişi. Belki de hayal kırıklığı yaşamaktan korkuyorduk. Ya gidemezsek, ya araba gelmediyse, ya bu soğuk yurda tekrar dönmek zorunda kalırsak…

   Çarşıda parlak bir güneş var: Kış güneşi. Gece yağan kardan sonra bir günde bunca karı eritmeye heveslenmiş bir güneş… Caddelerin karını aralayıp araçlara yol açan belediye araçları, şimdi de ana caddeye bakan sokakları temizlemeye çalışıyordu. Ümidimizi kırmak için seferber olmuştu sanki her şey. “Eğer ilçe merkezi böyleyse, köy yolları nasıldır kim bilir.” düşüncesiyle savaşarak ilerliyordu adımlarımız.  Yine de güneşin varlığı biraz rahatlatıyordu içimizi.

   Güneşin sert sıcağında adımlarımızı biraz daha hızlandırıp dükkânların önüne geldik. Ürkek bir tavşan gibi bakıyorduk etrafa… Kimselere sormaya cesaret edemiyor, duymak istemediğimiz gerçekle karşılaşmaya korkuyorduk. Bu yüzden tanıdık insanlardan uzak duruyorduk. Etrafa bakındıkça içimizdeki umut karanlığa büründü. Evet, araba gelmemişti…

    Dükkân vitrininin önünde güneşlenen köylülerden bir iki kişiyi gördük. Haber kötüydü… Artık güneşin varlığı da pek bir anlam ifade etmiyordu.

    Kehanete gerek  yok, arabanın gelmesi mümkün değil. Hele Oltu’ya bu kadar yağdıysa Masırik’i  Allah bilir…

   “Yirmi yedi yıldır böyle kar yağmamıştı.” Behçet emi, o dükkânın önünde elimizde çantalarla bizi biraz heveskâr görünce söylemişti bu sözü. Bizi uyarmak içindi belki de. Sanki bize biraz da bıyık altından gülmüştü.  “Gidin gidin, nenezin dügününü görürsüz.” der gibi.

   Biz Özel İdare Yurdu’nda kalıyorduk. Birlik Camii Yurdu’nda kalan öğrencilerin de gelmesiyle sayımız on beşe tamamlandı.

   Öğle vakti yaklaştıkça güneşin aydınlığı umut saçıyordu. Yapılacak şey ortadaydı: Gitmek… Evet, gitmekten başka bir çıkış yolu görünmüyordu bu toy delikanlıların gözüne… Arabasız, yaya… Burada kalmaktan daha iyiydi… O yurda geri dönmektense dağlara ferman okumaya bile razıydı yüreklerimiz.

   Gidilebilirdi… Kar çoktu ama önceki senelerde de gitmiştik. İmam Hatip Lisesi’ne başladığımız ilk yıl şubat tatiline giderken yine yollar kapanmıştı. Yine de gitmiştik… Hatta o gün öğleden önce Tabur’da maç yapmış sonra da yola çıkmıştık.  Kalenin Boğaz’a kadar bir kamyonun kasasında gitmiş, sonrasını yürüyerek bitirmiştik. O zaman da yine çok kar vardı. Hatta greyder bile karı kaldıramamış, sırtta bozulmuştu. Sonraki yıllarda da o karlı dağları aşarak varmıştık köyümüze.

   Gitme yönünde bütün tezleri sıraladık. Hatta dükkânların yanındaki boş arsada – o zamanlar kömür satılan, otopark olarak kullanılan bazen de Kısıkderelilerin at arabalarını çektikleri bu arsada şimdilerde boş yer kalmamış-  kar üzerinde denemeler, sınamalar yaptık. Karı ölçüp biçtik, içine girip gezindik ve karın ancak dizlere kadar çıktığını görünce gidilebileceğine karar verdik. Artık kimsenin itirazı kalmamıştı.  Mutabakat sağlandı, gidilecekti. 

   “Şöş (şose yol) açılmıştır.  Şöşü bir araçla çıkarsak gerisini yürüyerek aşarız.” Bu fikirde de mutabık kaldık. Şimdi tez elden bir araç bulunmalıydı.  Huvaklı arabacıya iki kişi gönderdik. Adam önce kabul etmemiş ama arkadaşlar ısrar edince: “Araba nereye kadar giderse, oraya kadar…” demiş.

   Öğleden önce yola çıkılmalı. Zîra yol uzun, gün kısa.

   Arabacı, Birlik Cami’nin yanına gelecek, Birlik Cami’de kalan arkadaşlar da yurttan çantalarını alacaklar, buradan yola çıkılacak; plan bu…

   Plan bu da, Ali Hoca’ya yakalanmak kimsenin aklının ucundan bile geçmiyordu.  Biz arabanın geleceği yerde beklerken öğle namazına da az bir zaman kalmıştı. Birlik Cami talebeleri de çantalarını alıp yola çıkıyorlardı ki, namaza gelen Ali Hoca’ya yakalandık.  

   Hoca kızarak : “Yersiz yurtsuz mu kaldınız? Bu kar kış kıyamette nereye gidiyorsunuz, hayvan oğlu hayvanlar ?” deyince her birimiz yere bakmıştık. Bir kısmımız caminin altına, bir kısmımız da tuvaletlere kaybolduk. Hoca bizim vazgeçtiğimizi düşünerek camiye girdi. Ezan okununcaya kadar bekledik. Araba Sinem Market’in  -şimdilerde Yangunci Memmet eminin dükkanının yeri-önünde bizi bekliyordu. Ezan okununca zaman kaybetmeksizin atladık arabaya…

   Uçuyorduk artık… Daha bizi kimse engelleyemezdi. Hoca camiden çıkana kadar biz İğdeli’nin önüne varmış oluruz, düşüncesindeydik.

   Eski model pikap arabanın arkasına dolduk. Dağ taş bembeyaz, öğlenin güneşiyle pırıl pırıl bir hava. Gökyüzünde bir parça bulut yok. Göz alıcı bir gelin(lik) gibi duruyor dağlar karşımızda…

Arabacı şöşü bitirince köy yoluna hiç girmeden bizi bırakıp: “Benden bu kadar!” dedi ve parasını alıp döndü. Bu arada Çelebi’yi arabayla geri gönderdik.  Kışın o gününde ceket bile almamış sırtına, üstelik daha yeni banyo yaptığı için saçları bile kurumamıştı. O gün yaptığımız en akıllı işti belki de bu.

  Şöşden köye ayrılan yol artık ayaklarımız altındaydı. Önümüzdeki uzun yol ve kısa zaman hiç aklımıza gelmiyordu ve doğrusu umursamıyorduk. Çıktık ya yola, Allah kerimdir… Nasıl olsa gideriz…

    İğdeli’nin önüne kadar ne yola baktık ne de zamana… Hâlâ kaçar vaziyetteyiz. Kalenin Boğaz’a vardığımızda gözden ıraklaşmış olup selamete varacağız sanki. İğdeli köyünün önünü de  hızlı  ve kaçar adımlarla geçtik. Ta ki kalenin önüne geldiğimizde kendimize geldik ve aç olduğumuzun farkına vardık.

    İğdeli’den ekmek mi isteseydik acaba?   Yol çok uzundu ve akşamdan beri yemek yememiş arkadaşlar vardı. Karınlarından zil sesleri geliyordu. Diğerleri de tok değil amma hiç olmasa sabah kahvaltısı yapmışlardı. Eşref ve Hasan (Aktaş)’ı geriye, İğdeli köyüne gönderdik ekmek almaları için. Biz de  ikindi girmeden öğle namazımızı kalenin dibinde eda edelim diye düşündük.   Derede karların kapattığı buzu kırıp altından akan suyla abdestimizi aldık ve karların üstünde namaz kıldık.

   Birazdan arkadaşlar elleri boş döndüler. Köye girememişler, köpeklerden yaklaşamamışlar. Ekmek getiremediler, yoruldukları da cabası oldu…

   Döndük yeni yapılan yollara doğru. Ağzımıza dayanmış yüksek bir dağ var artık karşımızda. Eskiden hep bu dağdan aşarlarmış. Hele kış günü bir hasta varsa, doktora ulaşması gerekiyorsa, sedyelerle bu derelerden aşağı taşırlarmış. Araba yolu yapıldıktan sonra, yollar açık oldukça arabalar iş görürdü ama şimdiki gibi yollar karla kapalıysa, o zaman da iş yine ayaklara düşerdi.

   İş ayaklara düşmüştü yine.  Kalenin önünden tırmanış başladığında ikindi vakti de girmişti. Yolların kılıcında tek sıra yürüyorduk. Karla beraber esen tipi, yolların kenarını açmış ve karı kuytu yerlere, dibe köşeye basmıştı. Bu bizim için harika bir şeydi ama tipinin bize sunduğu bu iyilik çok uzun sürmedi..  Şeb Taşı’nın önüne çıktığımızda kar yığınları iyice çoğaldı ve dizlerimizdeki takat sınırını zorlamaya başladı. Üstüne açlık, yorgunluk ve halsizlik de iyice baş göstermeye başlayınca bazılarımızda: “Bu yol bitmez!” kanaati hasıl oldu. Artık açlıktan güneşin kar üstündeki son parıltılarını yıldız olarak görmeye başlamıştık. Gözlerimiz kar beyazlığına doymuştu. Sırta yaklaştıkça çoğalan çam ağaçlarının haki gövdeleri bize yol göstermeye başlamıştı.

   Şeb Taşı’nın önünde yolumuzun birinci merhalesini bitirmiş sayılırdık. Yolculuğumuzun en güzel, en zevkli ve takatimizin yerinde olduğu kısmı geride kalmıştı. Zevkli dediysek sonraki kısma göre…

     İkinci kısımda yorgunluk, açlık, ümitsizlik belirtileri başlamıştı. Güven, Oltu’da başladığı vaaza buradan devam ediyordu. Muammer’i bir abi edasıyla sırtına aldığında en fazla üç adım atabilmişti.

   Badıraz’ın sırta dönen büyük viraja geldiğimizde,  Orcuk’un tepelerinden son gülümseyişini sunan Güneş, bizi virajdaki büyük yarın kar almamış oyuğunda sıraya dizdi. Birazdan bize veda edecek ama son veda olmasın diye dua ediyoruz.

   O oyukta güneşin son hüzmelerine bakarken; yorgunluktan, açlıktan ve ayaklarımızdan başlayan donma belirtilerinden gözlerimizin kapağını kaldıramıyoruz. Sanki günlerdir uyumamışız gibi üzerimize çöken uykunun ağırlığı belki tonlarca yüke bedeldi. “İnsan donarken ilk önce uyku basarmış.” dedi bir arkadaş. Ümitsizliğin ilk belirtileri başlamıştı. Korkunç ve ürkütücü bir istek: “Beni bırakın da gidin!” Bu ses içimizden yükselince ürperdik. Bu korkuyla, ha gayret, dedik.

   Her şeye rağmen ha gayret, dedik…Toparlanıp yola koyulduk.

   Sırta çıkmıştık artık. Alacakaranlıkta yola devam ederken karın vahametini daha yeni anladık.

Tam sırtta önümde yol açan İlhami’yi hatırlıyorum. Ta omuzlarına çıkan kar yığınını omuzlarıyla sağa sola, ileri geri yaparak açıyordu. Sonra adım atıyordu. Biz de arkasından tek iz gidiyorduk. O, uzun boyuyla tek kahramanımızdı. Evet, o günün kahramanı…

   Hani arabayla giderken çamların arasından süzülen, arabanın penceresinden içeriye dolan berrak, soğuk/serin mis gibi köy kokusu var ya işte ona ulaşmıştık. Sanki bir adım sonrası köy… Bir adımdan daha fazla şeylerin bizi beklediğinin farkındaydık ama serde delikanlılık vardı, düşünmüyorduk. Bu topraklar bizimdi; bu dağlar, bu tepeler… Bu dereler joğunu, bu bayırlar telhacını bize verirdi. Bu yollar şimdi bize yol mu vermeyecekti?..  Daha dün gibi hatırlıyorum şu karşı ormanın içinden çıkardığım öküz arabasını… O orman da bizim…

    Dağ bizi tanıyordu, yol bizi tanıyordu ama kar bizi tanımıyordu;  yolumuzu kar kapatmıştı.

    Masmavi bir ayaz etrafımızı kuşatırken meşhur Gannimerekler’deki virajlara kadar inmiştik. Kar iyice ağırlaştı, ben artık ayaklarımı hissetmiyordum. Odun gibiydiler. Vücut sıcaklığımız yorgunluktan dolayı hararetli olsa da kar içinde saatlerdir göremediğimiz ayaklarımızı hissetmiyorduk…

   Tek iz üzerinde on beş can… Arka arkaya sıralanmış on beş can… En önde İlhami, arkasında beraber ilerleyen bir grup, sonra kuyrukta bir kopma var, arkada bir grup. Ben arka grubun önünde biraz yalnızım. Arkada Hasan, Recep, Eşref, Muammer ve başkaları var. Arkada durum biraz vahim görünüyor. Bir ümitsizlik hakim. Hasan, ‘benden sonraya kimse kalmasın’ diye en arkada geriye kalanları gayretlendiriyor. Öndekilerden belli belirsiz sesler geliyor sonra onlar da susuyor.

     Ve sessizlik… Çamlar zikrini bitirip hırkasına sarılan dervişin sessizliğine bürünmüş, çamdan çama konuşan kuşların sesi donmuş, karşı yamacın gözesinden çağıldayan suyun sesi donmuş. Hilkat lal kesilmiş! Birazdan yaşanacak olana mı kulak kesilmiş acaba? Bir huzurun sesi mi bu?

     Birazdan mı?.. Aman Allah’ım korkunç şeyler yaşıyorum suskunluğumda. Susmasam mı yoksa, bir türkü mü patlatsam? Yol biter mi yoksa teker teker mi döküleceğiz yollara?..  Yok yok bu ihtimali düşünmemeliyim. Allah bizimle beraberdir…

    Karşı yamaçta çam ağaçlarının arasında eski bir yol var. Yıllardır kullanılmayan bu yol sırta kestirme olarak çıkıyor. Bir çocuk bu eski yoldan seher vakti bir araba çıkarıyor. Uykusuna doymamış belli. Arabanın sesini ninni olarak algılıyor. Her bir takırtıda düşmemek için arabanın kazıklarına iyice sarılıyor. Arkasında başkaları da var. Güneş doğmadan Hüsüpens’e  varması lazım. Babası, arabayı sazlayıp öküzleri koşmuş ve çok erkenden gitmiş. Sapı toplayıp bağlayacak, araba geldiğinde hazır olsun diye. Kuşluk vaktine geri köye dönerse harmanda bekleyen sapların gemi sürülecek….

      Arkadan gelenlerin sesleri hayallerime karışıyor, rüyaya karışan sesler gibi. Kim kime ne diyor, dinlemiyorum. Sadece karışık sesler var, suskunluğuma dünyayı hatırlatan belli belirsiz sesler…

     Bir ara kafayı kaldırıp baktığımda birinci gurubun arayı açtığını gördüm. Kestirmeden inerken koltuklarıma kadar kara battım. Ayaklarım yerden kesildi. Dünyaya dokunamıyorum. Bir boşlukta kanatlandım… Bir ileri bir geri, yuvarlandım dünyaya. Benim arkamdan gelenlerde izlerimden indiler ama biraz sonra Recep, ayağında ayakkabısının olmadığını fark etti. Nerede çıktığını bilmiyordu. Hasan, boynundaki atkıyı Recep’in ayağına sardı ama az sonra o da kayboldu.

     Önden bir ses karanlık dereye doğru umutsuzca inledi.

    “Kimse yok muuuu?”

     Kimsenin olmadığını bile bile bağırdı.

     Ali’nin sesiydi, çamların arasından geçti ve karanlıkta kayboldu. Kimse kulak asmadı bu sese. Kimse zaten yoktu. Kim olacaktı.

   Ama o da ne! Ali’nin sesi yankı mı yapmıştı yoksa biz hayal mi görüyorduk. Aşağıdan bir ses cevap veriyordu. Herkes bir anda durdu. Birbirimize bakışıyoruz. Sanki, benim duyduğumu sen de duydun mu, der gibi. Sessizlik…Sesin devamını bekliyoruz. Yalan mıydı yoksa?

    Birazdan bir ses karanlığı aydınlatarak, karlı yolları yararak, canlara can katarak, şefkatle kulaklarımıza ulaştı: 

    “Gelin oğul, gelin!”

    Kul daralmayınca Hızır yetişmezmiş.   Evet, gelenler var. Yaşasın!

   Hüseyin (Sancar) emi, Neşet (Acar) emi (Allah her ikisine de gani gani rahmet etsin) ve Fikri (Altaş) emi birazdan yanımızdaydılar.

    …

   Ali hoca, ikindi namazına gelince  Çelebi’ye  (Kadir) bizi soruyor, o da: “Gittiler.”  deyince biraz kızıp bağırıyor, sonra da: “Git Servetgilden bir telefon aç bak gitmişler mi?” diye gönderiyor.  Telefon açıp Guzik İbrahim emiye (Allah rahmet etsin)söylüyorlar. O da camiden çıkan cemaate durumu söylüyor. İşte bu üç kişi o zaman yola çıkıyorlar ve çığları yararak anca gelebiliyorlar.

   Hüseyin emi elindeki poşetten küçük parçalar halinde ekmek çıkararak bize verirken: “Calalarını verim de cana gelsinler.” diye espri yapıyordu. Her üçü de bize moral verici sözler söylüyorlardı.

   Neşet emi birazdan Muammer’i arkasına aldı. Bir taraftan yürürken bir taraftan da konuşturmaya çalışıyordu. “Hafiz bismillah çek, hadi, lâ ilahe illallah  de…” diyerek kendinden geçmemesi için uğraşıyordu.

   Cumanın Pungarı’na geldiğimizde büyük çığları görüyoruz. Bizim yorgun ayaklarla aşamayacağımız büyüklükte çığlar gelmiş ve yolu kapatmış. İşte o zaman anlıyoruz aşılmaz yollarda Hızır’ın hizmetini.

    Çığlar bizi kurtarmaya gelenleri biraz uğraştırmış. Biz de açılan yoldan kolayca geçtik. Biz ilerledikçe bizi karşılamaya gelen insan sayısı artıyor. Kabanın Başı’nda sanki bütün köy yollarda, herkes tek sıra halinde bize doğru geliyor.   Akşam ezanından önce minareden anons yapılmış, haberi alan düşmüş yollara.

    Birisi arkadan gelenlere bağırıyor:  “At getirin, gelemeyenler var!”  Kulaktan kulağa bu ses taa köye kadar ulaşıyor. Köyden çığlıklar yükseliyor. “Dondu mular?..”

    Kalabalık tek sıra halinde yürüyor. Herkes kendi yakınını, öğrencisini görmek, bulmak için tek izden bir adım geride durarak karanlıkta seçmeye çalışıyor.

  Köprünün Başı’ndaki o manzarayı hatırlıyorum. Anlatılmaz bir kargaşa, kalabalık, gürültü, şamata… Sesler birbirine karışıyor. Kimisi ağlıyor, kimisi şükrediyor, kimisi sövüyor, kimisi kendi çocuğunu soruyor: “Bizim hafiz de geldi mi?”

   Bu kadar insan gelince eve gitmek kolaylaşıyor.

   Bu arada evde benim ayakkabıları keserek ayaklarımdan çıkardılar. Tabi ki birçok arkadaşım için de durum aynıydı.

    Evet, tam otuz bir yıl oldu. O kar bir daha yağmadı.  

                                                                                                   Zakir ALKAN

NOT: Yukarıda anlatılan hikaye 1990 yılının şubat ayının üçüncü haftasında (21.02.1990) aynen yaşandı.

Eksikleri var. Biz orta üçte idik. Ara tatil bitmişti. Bir hafta okula gittik, sonraki hafta bu kar tatili verildi.

Ben sadece benim hissiyatımla yazdım. Bu yolculuğa katılan 15 arkadaş vardı. Muhakkak ki onların gözlem ve anlatımı daha farklı olabilirdi.

O dönemde köyümüzden Oltu’da okuyan 30-40 civarında öğrenci vardı. Kahir ekseriyyeti hafız idi. Bu yolculuğa katılanların (ikisi dışında) da hepsi hafızdı. 

Bir Ali Hoca’nın tepkisini ve bizden sonra Oltu’daki durumu kısa geçtim, bir de köydeki bekleyişi, çocuğunu bekleyen ailelerin durumunu ve de yardım için yola çıkanların yaşadıklarını bu hikayeye sığdıramadım. Belki bunlar da başka bir hikayenin konusu olabilir.

Tabi biz köye vardığımızda ayaklarımızdaki donmaya karşı yapılan ilaçlar, işlemler de sonraki hikaye de anlatılabilir.

Bu yolculuğa katılanlar:

İlhami Akpınar

Ali Kaya

Eşref Altaş

Hasan Aktaş

Zakir Alkan

Güven Akçay

Muammer Akçay

Mustafa Sancar

Hasan Sancar

Hasan Kaya

Şükrü Kaya

Musa Acar

Ömer Ağırman

Recep Kaya

Ali İhsan Şimşek

Fikri Emi’nin Ruhuna Rahmetle: Köyümüzün İlk Düzenli Servisi

İnci Köyü-Oltu arasında arabalı servis hizmetini ilk kim verdi? İlk servis hangi arabayla verildi? İkinci servisin özellikleri nelerdi? Hangi yol kullanılıyordu? Aşağıdaki yazıda bu ve buna benzer soruların cevaplarını bulacaksınız.

Belgelerin menşei ve telif sahibi: Foto Kadir Altaş, Zeki Ağırman.

Köyümüz şoförlerinin piri Fikri Emi: Efsanevi otobüsü 50 NC ile Pestasor’un yamaçlarından asfalta doğru inerken… by Foto Kadir Altaş

Köyümüzün insanları en eskiden kağnılarla Erzurum’a kömür nakli yaparlarmış. Ya da eşek, katır ve atlarla şöşe (şose) kadar gider ve oradan Oltu ya da Erzurum’a giden arabalara binerlermiş. Özellikle ellili altmışlı yıllarda Ali Altunok’un (rahmetli Gavur Ali) atıyla tam bir servis hizmeti yaptığı anlatılır.

Köyden Oltu’ya yol yapılınca da Huvak (Alatarla) Köyü’ne ait kamyonlarla, mesela Hacı Pehlül amcanın kamyonuyla Oltu’ya giderlermiş, zannederim masirik üzerinden. (Yazının bu kısmını Kömürcüoğlu Kadir dayım ya da başka büyüklerimiz çok iyi bilirler).

Köyümüzde ilk kimin arabası oldu tam bilmiyorum ama rahmetli Ağa Mustafa Ağırman’ın 42 plakalı jeepini hatırlıyorum. İlk zamanlarda hasta nakli vb. durumlar için bu araba iş gördü. Ama tam bir servis hizmeti vermedi hatırladığım kadarıyla.

Köye düzenli olarak ilk arabalı servis hizmetini veren Fikri Emi’dir (Fikri Ağırman. Biz köy çocukları “Fihremi” derdik). Fikri emi bizim için şoförlüğün piriydi. Hepimiz sahte ve hayali arabalarımızı onu yansılayarak sürerdik. Günçiçeğinden, günçiçeğinin sapından ve kabaktan yaptığımız “fort”ların direksiyonunu onun gibi çevirirdik. 

İlk servis

Köyümüzün ilk servisi Fikri Emi’nin pikabı

Köyümüzün ilk servisi: 

Sahibi: Fikri Ağırman.

1977 model Dodge Desoto 200 kırmızı pikap, benzinli. 

Plakası: 25 AN 177.

Köyümüzün ilk servisi kışın çadırlı yazın üstü açık bir şekilde hizmet verirdi.

Bizim nesildeki çocuklar, ilk defa araba olarak Fikri Emi’nin bu kırmızı kamyonetine binmiştir. Ben, amcamla Güynes’ten köye gelirken ilk defa Cart’ta bu arabanın şoför mahalline binmiştim. Yol kenarındaki ağaçların neden hızla geri geri gittiklerini ilk başta çözememiştim. Onlar değil, biz hızlı bir şekilde ileri doğru gidince meğer beynim ilk defa karşılaştığı hızı anlamlandıramamış.

Kurtuluşa da bununla giderdik. (bk. 25 Mart Oltu’nun kurtuluşu).

İkinci Servis

Köyümüzün ikinci servisi Fikri Emi’nin NC 50 otobosüydü.

Köyün ikinci servisi 1986 yılının Aralık ayında 0 km olarak köye geldi.

Sahibi: Yine Fikri Ağırman

1986 model Fiat 50 NC otobüs.

Plakası: 25 DE 003.

Yukarıda videoda görülen bu otobüs, hafızlık bittikten sonra kendisiyle sürekli Oltu’ya gidip geldiğimiz otobüs. Koltuklarına oturur, koltuk aralarına eşya, un çuvalı, hatta odun ve koza da yüklerdik. İçerisi dolarsa bagaja yani arabanın üstüne binmek hepimiz için büyük bir keyifti. Tabi asfaltta arabanın içine girmek şarttı.

Köyden Oltu’ya giden eski yol temelde dört parçadan oluşur. a) Köyden sırta kadar, b) sırttan Hüsüpens boyunca Pestasor’un sınırına kadar, c) Pestasor’un sınırından derin dereler, keskin virajlar ve tehlikeli eğimlerle şöse kadar, d) şöş (şose) ya da asfalt kısmı. 

50 NC uzun yıllar boyunca Erzurum genelinde en fazla kullanılan servis arabalarından biriydi.

Özellikle Pestasor-asfalt arası eğimli, virajlı, karlı, çamurlu bir yoldu. Bu yol çok eğimli olduğundan çok fren yapılırdı. Bu sebeple arabaya sık sık binmeyenler mide bulantısı yaşar, arabada daima bulunan siyah poşetlere istifra ederlerdi. Bir de yolun bu kısmında kışın karda ve baharın çamurda arabayı itelemek ya da halatla çekmek şarttı. O zamanki yolculuklarımızın vazgeçilmez bir parçası, arabanın bizi taşıdığı kadar bizim de arabayı iteleyerek çamur ve kardan kurtarmamız olurdu. 

Videoda görülen yol işte bu Pestasor’un güneyinden asfalta inen kısım.

Bu vesileyle bütün geçmişlerimize, özellikle Fikri Ağırman Emi’ye Allah rahmet etsin.

Hepsinin ruhuna Fatiha!

NOT: Belgeleri bize ulaştıran Zeki Ağırman dostumuza teşekkür ediyoruz.

Diğer servislerin tarihini yazmak için de belge ve bilgilerin bize ulaştırılmasını özellikle bekliyoruz.

Hem Rençber Hem Ressam

80’li yılların sonu… İlkokul yıllarımız… Hayatın yeni yeni dimağlarımıza sanat kavramını kazımaya çalıştığı yıllar… Okul sıralarında, öğretmenlerimizin ve ders kitaplarımızın çabalarıyla, köy dışında bir yaşamın olduğunun farkına varıyoruz henüz. Ara sıra da, 25 Mart dolayısıyla izinli veya kaçak olarak gittiğimiz Oltu, zihnimizde oldukça farklı bir yer işgal ediyor.

Televizyon mu dediniz? Köy sınırlarından daha yeni giriş yapmış ve bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar az. Onun yerine DELTA marka radyolardan yayılan “YURTTAN SESLER” programıyla farklı bir şeyler duyuyoruz. Bugün bile hâlâ zihnimin en sağlam yerlerinde otağ kurmuş, haber sunucularının hiç değişmeyen ses tonlarıyla “TRT HABER BÜLTENLERİ” var bir de. Ve duyunca nedense mide bulantısına engel olamadığım “ŞİMDİ HAFİF MÜZİK” programı.

Niye anlatıyorum bütün bunları?

Köy dışında bir yaşamın varlığına bu kadarca vakıf olduğumuz zamanlar.

Siyah önlüklerimizin yakaları ve düğmeleri çözülmüş bir halde okuldan dönüyoruz. Çoğumuzun elinde zorla taşıdığımız tahtadan bavullar. Gerçi okula giderken güzel oluyor çünkü Su Deresi’nden aşağı kızak olarak kullanıyoruz bu bavulları.

Su deresinin -çok emin olmamakla birlikte- yeni döşenmiş taşlarını adımlayarak eve dönüyoruz.

Yolumuzun üstünde bir toprak dam(bizim dilimizde baca), bu damın bitişiğinde bir ambar… Bu ambarın batı duvarında kocaman bir tuval… Tuvalin başında ise saçları bile bizim köyün insanlarına benzemeyen bir adam… Elinde fırçası, günün belli saatlerinde çalışıyor. Akşam okul dönüş saatlerini iple çekiyorum. Çünkü genelde o saatlerde çalışıyor. Her gün biraz daha tamamlanmaya doğru giden resim, bir cami resmi. Özellikle Diyanet takvimlerinin arka fonunda çokça kullanılan resimlerden biri. Şimdi emin değilim: Süleymaniye mi, Sultanahmet mi yoksa Selimiye mi?

Günler ilerliyor ve resim ortaya çıkıyor. Tek kelimeyle muhteşem. Epey bir mesafeden gördüğüm halde bunu anlayabiliyorum. Efsunlu bir halde beni kendisine çeken bu resmi yakından görmeyi çok istiyorum ama o baca, o ambar ve o resim ulaşılmaz bir kutsal halini alıyor. Çocuk olduğum için, köyümün insanlarına benzemeyen bu ressama gidip, resmi yakından görmek istediğimi söyleyemiyorum.

Resim tamamlandıktan sonra üzerine kocaman beyaz bir çarşaf geriliyor. Birkaç akşam okul çıkışı resmin tamamlanmış halini uzaktan da olsa görebilirim ümidiyle geliyorum ama beyaz çarşaf hâlâ orada. Hayal kırıklığıyla gidiyorum eve. Ve bir akşam, ümidim tamamen yıkılıyor. Çünkü resmin yerinde ambarın tahtalarını görüyorum. Resim gitmiş ama nereye gittiğini soracak cesaretim olmadığı için öğrenemiyorum.

Yıllar sonra Erzurum’da üniversite okurken, tesadüfen o resme rastlıyorum. Rahmetli Neşet Hacı’nın kereste atölyesinin duvarını süslüyor. Biraz solmuş olsa da hâlâ aynı güzelliğini koruyor.

Bu süreci yaşarken bir yandan da ressam hakkında bilgi topluyorum. Kim bu adam?

Ünal abi, o zamanlar köyde olduğu için onu biliyoruz ve bu sıra dışı adamın Ünal abinin abisi olduğunu öğreniyorum. Nedense kafamda pek bir yere oturmuyor bu bağlantı.

Bir gün, dayımların evin duvarında, karlı dağlar ve karlı çam ağaçları temalı bir yağlı boya resim görüyorum. Dikkatle bakıyorum, resmin altındaki isim tanıdık geliyor: “NECATİ ACAR”

O çocuk kafamda, bizim köyümüzden bir ressam çıkması tuhafıma gidiyor nedense. Sanki köy insanı öğretmen olur, imam olur hatta doktor bile olur ama ressam olamaz gibi ilginç bir düşünce.

İşte köyümüzden çıktığı halde sanatını insanların gözüne sokmayan bir ressam Necati abi. Bütün gerçek sanat adamları gibi iç dünyasında yoğun yaşayan bir adam.

Hakkında birkaç ufak bilgi vermek gerekirse: Necati abi, 1950 yılında köyümüzde dünyaya gelir. İlkokulu köyde okuduktan sonra, rahmetli İnce Hoca’dan hafızlık yapar. (Bu bilgiyi de yakın zamanda yeğeni Atılhan’dan öğrendim ve açıkçası şaşırdım)

Askerden sonra Libya’ya gider çalışmak için. (Bizim nesil babalarından dolayı bu Libya gurbetlerini çok iyi bilirler.) Libya’da tanıştığı İtalyan bir ressamın yanına, çalışma saatleri dışında gidip gelerek resim yapmayı öğrenir.

Neden böyle bir sanatı hayatının merkezine koymadın, diye sormuştum. Yıllar önce Bursa’da bir dükkan açtığını ancak yürümediğini söylemişti.

Herkesin köy işleriyle uğraştığı dönemde o hep uzaktı tarladan tapandan. Yıllarını gurbetlerde inşaatlarda geçiren ressamımız, emekli olduktan sonra tam bir rençber olarak hayatına devam ediyor köyde.

Şimdi düşünüyorum: Neden girişken insanlar değiliz biz? Birileri boş çerçeveyi binlerce liraya satarken, bizim insanımız, mücessem sanatlarıyla kendi kabuklarında yaşarlar.

Yine de henüz çok geç değil. Eğer varsa resim tutkusu olan insanlarımız, ressamımızla iletişime geçip yaptırabilirler.

Kendisine hayırlı bir hayat diliyorum.

Ramazan Zafer Getirir İnşallah

Bilindiği gibi zaman ölçeği olarak kullandığımız iki yıl vardır. Bunlardan bir şemsî sene yani güneş yılı, diğeri de kamerî sene yani ay yılıdır. Kamerî senenin de şemsî senenin de bir yılda on iki ayı vardır. Kamerî senenin ayları Muharrem, Safer, Rebîülevvel, Rebîülâhir, Cemâziyyülevvel, Cemâziyyülâhir, Recep, Şaban, Ramazan, Şevvâl, Zülkâde ve Zülhicce’den ibarettir. Bu sıralamaya göre Ramazan, kamerî senenin (ay yılının) dokuzuncu ayıdır. Bu ayların kimi otuz, kimi yirmi dokuz ile biter. Şemsî senenin aylarından yedisi otuz birle, dördü otuzla, biri de (Şubat) bazen yirmi sekiz bazen yirmi dokuzla biter. Kamerî sene 354 gün, şemsî sene de 365 gündür. Oruç, hac ve diğer zamanlı ibâdetler kamerî seneye ve bu senenin aylarına göre tanzim edilir.

Yine bilindiği gibi İslâm’ın şartlarından namaz Mekke’de; oruç, zekât ve hac Medine’de ferz kılındı. Oruç ve zekât hicretin ikinci yılında, hac ise hicretin dokuzuncu yılında farz kılındı. Hz. Peygamber hicretin ikinci yılının Şaban ayında, ashâbına Ramazan ayında orucun farz olduğunu ve hep birlikte oruç tutacaklarını bildirdi. Ayrıca onlara konu ile olarak gelen Kur’ân- Kerim âyetlerini okudu. Bütün Müslümanlar o senenin Ramazan ayında hep birlikte ilk oruçlarını tutmaya başladılar.

Hz. Peygamber ömründe dokuz sene Ramazan orucu tuttu. Bu Ramazan aylarının beşi otuz ile dördü de yirmi dokuz ile bitti. Hz. Peygamber Efendimiz ve Ashâbı, ilk Ramazandan sekiz gün (İbn Sa’d’a göre on iki gün ) tuttuktan sonra Bedir savaşı için Medine’den hareket ettiler. Hz. Peygamber Efendimiz, Medine’de cemaate namaz kıldırmak üzere yerine Abdullah b. Ümmü Mektûm’u vekil bırakarak 09 Mart 624’te yola çıktı. Beyaz sancağını Mus’ab b. Umeyr’e verdi. İki siyah bayraktan Ukâb adındakini Hz.Ali, diğerini de Ensar’dan Sa’d b. Muâz taşıyordu.

Hz Peygamber Efendimiz, bir veya iki gün oruçlu olarak yola devam ettikten sonra Müslümanların oruçlarını açmalarını emretti. Oruçlarını açmadıklarını görünce dönüp “Ey söz dinlemeyen cemaat! Ben orucumu açtım, sizde açınız! “ diye seslendi. ( Vâkıdî, Meğâzî: I. 33)

Kuran ve tesbih

Medine’den hareket eden 313 kişilik İslâm ordusu ile Mekke’den hareket eden 950 kişilik şirk ordusu Ramazan ayının on yedisinde Bedir’de karşı karşıya geldiler. Savaş, Müslümanların zaferi ile bitti. Müslümanların verdiği 14 şehide karşılık, müşriklerin 70 ölü verdiler. 70 kişileri de Müslümanların eline esir olarak düştü. Böylelikle ilk Ramazan Müslümanlara zafer ve bereket getirdi.

Bedir savaşından altı yıl sonra yani hicretin sekizinci yılının Ramazan ayında Hz. Peygamber, bu sefer de Mekke’yi fethetmek için on bin kişilik ordu ile yola çıktı. Ramazan ayının onunda yola çıkan Hz. Peygamber, yolda orucunu bozdu; ashâbına da böyle yapmalarını emretti. Bu yolculuk da zaferle sonuçlandı ve Mekke fethedildi. Kâbe putlardan temizlendi. Mekke’nin fethedilmesi ve Kureyş kabilesinin Müslüman olması, İslâm’ın önündeki bütün engelleri kaldırdı. Bu fetihten sonra bütün Arabistan fethedilmiş oldu. Hz. Peygamber, Hicretten sonra çeşitli yıların Ramazan aylarında on beşe yakın da Seriyye çıkardı. Bu Seriyyeler de Medine’ye zaferle döndüler.

İçinde bulunduğumuz bu mübârek Ramazan ayında Müslümanlar, dünyanın değişik yerlerinde Allah’ın dininin Hâkim olması için mücadele ediyorlar. İnşallah onlar da Bedir’de ve Mekke fethinde gelen ilâhî yardıma mazhar olurlar. Bize düşen bu mücâhidleri maddî ve manevî bakımdan desteklemek ve onlara yardımcı olmaktır. Bir de İslâm düşmanlarına köstek olmak ve onların ıslâhı için Allâh’a yalvarmaktır. Bu ay, duâ ayıdır. Haydi! Hep birlikte kardeşlerimiz için Yüce Rabbimize duâ edelim ve onların zaferi için Allâh’ımıza yalvaralım.

Hz. Aişe (r. anhâ) ve Talebeleri

Hz. Âişe, Hz. Ebû Bekir ve Ümmü Rûman çiftinin kızıdır. Hz. Peygamber efendimizle hicretten önce Mekke’de nişanlandı; düğünleri de hicretten sonra Medine’de yapıldı. Mekke’den Medine’ye hicret ettiğinde, o da diğer muhâcirler gibi Medine’nin havasına alışamadı ve rahatsızlandı. Ancak kısa zamanda tekrar sağlığına kavuştu.

Mekkeli muhâcirler, Medine?nin havasına alışamayıp rahatsızlanınca Hz. Peygamber Allah?a şöyle duâ etmişti: ?Allah?ım! En az Mekke?yi sevdirdiğin kadar veya daha fazlasıyla bize Medine?yi de sevdir. Bu beldeyi sıhhat yurdu yap ve ölçü ile tartılarını bereketlendir. Sonra da bu hastalığı al ve Cuhfe taraflarına at!? (Buhârî, Fedâilü?l-Medine 11)

Allah?ın en sevgili kulu O?ndan bir şey ister de Yüce Allah onun bu isteğini kabul etmez mi? Hz. Peygamber o gece bir rüya gördü. Saçı-başı dağınık siyah bir kadın Medine?den çıkıp Cuhfe?ye doğru gidiyordu. Belli ki Medine?deki bu hastalık bundan böyle şehri terk edecek ve Cuhfe taraflarını vatan edinecekti. Zaten o günden sonra muhâcirler bir daha şiddetli ateş yüzü görmedi ve Medine?yle ilgili herhangi bir problemle karşılaşmadılar. Bundan sonra Medine ensar ve muhâcirler için medeniyete beşiklik etti. Hz. Peygamber?in duâsı bereketiyle Medine, orada oturanlar için gerçek bir vatan oldu. Hz. Âişe de sağlığına kavuştuktan sonra yapılan düğünü ile birlikte Hz. Peygamber?in evine yerleşti.

Babasının evinde iyi bir aile terbiyesi alan Hz. Âişe gelişmesini, yetişmesini ve şahsiyetini, olgunlaşmasını Hz. Peygamber?in evinde tamamlama imkânı buldu. Çocuğu olmadı. Araplarda anne ve babaların büyük erkek çocuğun adını künye olarak almaları âdeti sebebiyle bir künyesi olmadığına üzüldüğünü söyleyince Hz. Peygamber ona, ablası Esma?nın oğlu Abdullah?a nisbetle Ümmü Abdullah (Abdullah?ın annesi) künyesini verdi. Hz. Peygamber onu çok severdi. Onunla bir arada bulunmaktan, bilhassa gece yolculuklarında kendisiyle sohbet etmekten, dâvetlere onuna birlikte katılmaktan, sorularına cevap vermekten çok hoşlanırdı.

Hz. Âişe kuvvetli bir zekâ ve hafızaya sahipti; üstün bir anlayış ve kavrayış kabiliyeti vardı. Güzel konuşması, Kur?ân-ı Kerim ve Hz. Peygamber?i en iyi şekilde anlamaya çalışması gibi özellikleri sayesinde Hz. Peygamber?in yanında ayrı bir yeri vardı. Hz. Peygamber onun bu kabiliyetlerinin gelişmesine yardım edince, baba evindeki eğitim, vahyin aydınlattığı peygamber evinde daha da gelişti, olgunlaştı ve derinleşti. Bilmediklerini, anlayamadıklarını, eksiklerini ve yanlışlarını, hatta Kur?ân ile Hz. Peygamber?in hadisleri arasındaki farklılık arz eden hususları Hz. Peygamber?e sormak ve onunla müzâkere etmek gibi güzel bir alışkanlığı vardı.

Hz. Âişe, Hz. Peygamber?e karşı beslediği derin sevgi yanında ona itaat ve emirlerine dikkat etmekle de ön plana çıkmıştı. Geceleri nafile namaz kılar, günlerinin çoğunu oruçlu geçirirdi. Kimselerin aleyhine konuşmayı sevmezdi. Kanaatkâr, mütevazi aynı zamanda da vakur ve cömertti. Yetim, öksüz ve yoksul çocukları himayesine alır, onların terbiye ve yetişmelerine özen gösterir, sonra da onları evlendirirdi.

Hz. Peygamber Efendimiz vefat ettiği zaman çok genç olmasına rağmen Kur?ân-ı Kerim?i ve Hz. Peygamber?in sünnetini en iyi bilen, anlayan ve muhafaza eden sahabîlerin başında o geliyordu. Arap dilini maharetle kullanmasının yanında Arap şiirini de çok iyi bilirdi. Kur?an ve hadisin anlaşılması için olduğu kadar Arap dili bakımından da şiirin önemine işaret ederek ?Çocuklarınıza şiir öğretiniz ki dilleri tatlansın!? derdi.

Hz. Âişe, fesahat ve belağatıyla da ünlü bir hatîb olduğu için konuşması insanlara çok tesir ederdi. Babasının vefatı üzerine kabri başında yaptığı duâ, Cemel Vak?ası?ndaki hutbesi ve bazı mektupları onun edebî kabiliyetini gösteren şaheser örneklerdir. Ayrıca Arap tarihi, ensâb ilmi, câhiliye çağının sosyal durumu, örf ve âdetleri hakkında geniş bilgi sahibiydi. Şiir ve edebiyat ile tarih ve ensâbı, bu konularda ihtisas derecesinde bilgi sahibi olan babasından öğrenmişti. Ahlak ve davranışlarında olduğu gibi ilme merakı bakımından da babasına benzemişti.

Hz. Âişe, küçük yaşından itibaren Kur?ân-ı Kerim?i ezberlemeye başlamış ve ayetlerin kıraat tarzını iyice öğrenmişti. Bilhassa Medine?de nazil olan ayetlerin nüzûl sebeplerini, delaletlerini, tahlil ve değerlendirilmelerini ve her ayetle nasıl istidlâl edilip ahkâm çıkarılacağını çok iyi bilirdi. Sünneti de çok iyi anlamış olan Hz. Âişe, hadislerden istinbat ve kıyas suretiyle yeni hükümler çıkarırdı. Onun içtihat ve fetvaları kendisinin bir fakih ve müçtehid olarak kabul edilmesini sağladı.

Hz. Âişe, bu derin ilmini kendisiyle birlikte mezara götürmedi, götüremezdi de zaten. Bildiklerinin ve öğrendiklerinin hepsini talebelerine öğretti. Onları iyice yetiştirdi; ondan sonra bu dünyadan ayrılıp gitti. Hz. Peygamberden devraldığı mirası öğrencilerine devrederek gönül rahatlığı içinde ayrıldı bu dünyadan.

Hz. Âişe, farklı ilimlerdeki derinliği kadar, bu ilimleri başkalarına aktarma konusunda da bambaşka bir özelliğe de sahipti. Yetiştirip terbiye edeceği bir çocuğu yoktu; ancak o, herkesin annesiydi ve bu yönüyle de nerede bir yetim veya elinden tutulması gereken bir beyin varsa onu bulur ve gelecek adına topluma faydalı birer nesil haline getirmenin mücadelesini verirdi. Onların sadece maddî ihtiyaçlarını karşılamakla kalmaz, aynı zamanda onları birer ilim dağarcığı haline getirirdi. O günlerde Medine ilim adına İslam dünyasının Kâbe?si gibiydi. İlim ve marifet arayışındaki hemen herkesin yönelip kapısını aşındırdığı bu şehrin başmuallimi, şüphesiz Hz. Âişe validemizdi. Hatta denilebilir ki o, sadece Medine?de ders vermiyordu; her yıl hac vazifesi için geldiği Mekke?de Nur dağı ile Sebir dağı arasında kendisine bir çadır kurdurur ve bu çadırda ilim âşıklarının gönüllerini ve dağarcıklarını doldururdu.

Hz. Âişe?den ilim öğrenenlerin başında iki yeğeni (ablası Esma?nın iki oğlu) Abdullah ve Urve gelir. Daha sonra üvey kardeşi Muhammed?in oğlu Kasım gelir. Ayrıca Hz. Ömer?in oğlu Abdullah, Ebû Hureyre, Ebû Musa el-Eş?arî, Hz. Abbas?ın oğlu Abdullah ve daha başka sahabîler onun ilminden yararlanmışlardır. Tabiûn neslinin önde gelenleri de Hz. Âişe?nin ilminden istifade ettiler. Yukarıda adları geçen Urve ve Kasım?ın da dâhil olduğu yüz elliye yakın tâbiûn, bu tatlı su kaynağından doya doya su içtiler.

Hz. Âişe annemizin medresesi sadece erkeklere açık değildi; hanımlar da ondan yararlanırlardı. Başta üvey kız kardeşi Ümmü Gülsüm ve daha nice hanımlar ondan istifade ettiler. O, kendisinden küçük olan üvey kardeşlerini ve yeğenlerini çok iyi yetiştirdi. Onlar da Hz. Âişe?den aldıkları bu ilmi kendilerinden sonraki nesillere aktardılar.

Saygıdeğer okuyucularım!

Benim bu yazımı okuyan sizlerin evinde, zannediyorum ki Kur?ân Kursu?na, İmam-Hatip Lisesi?ne veyahut da İlahiyat Fakültesi?ne giden bir kız öğrenci muhakkak vardır. Belki de bunları beğenmeyip cemaatlere, özel ders halkalarına katılan kızlarınız, gelinleriniz veya hanımlarınız vardır. Ben bu yazıyı işte bunlar için yazdım. Bu kızlarımız ve bu hanımlarımız Hz. Âişe annemiz gibi olmaya ne zaman başlayacaklar. Ne zaman bu işin önemini kavrayacaklar. Resmî Kur?ân kurslarında görev alan kızlarımızın ve bayanlarımızın şeytanın kendilerini içine yuvarladığı havadan yanlarına yaklaşılmıyor. Hepsi olmasa bile bir kısmı giyimleri, kuşamları ve davranışları ile bu göreve layık olmadıklarını gösteriyorlar. Kendileri için çizilen resmî dairenin dışına çıkmıyorlar ve çıkamıyorlar. O resmî dairenin içini doldursalar ona da razı olacağız ama bu da yok maalesef. Resmî görev almayıp çeşitli cemaat ve vakıflarda ders alan ve ders veren Müslüman hanımlar da bulundukları çevrenin dışına çıkamıyorlar. Sosyal hayatın dışında ve kendi fildişi kulelerinde ahkâm kesiyorlar. Her iki tarafta gayret eden hanımların bu gayretleri ülkemizde ciddî bir değişikliğe sebep olmuyorsa ve üstelik Müslüman hanımların zemininde sosyeteye doğru bir kayma varsa, biz boşuna kürek çekiyoruz demektir. Ben bu vesileyle Müslüman hanımlara, Hz. Âişe?nin hayatını yeni baştan bir daha okumalarını ve okuduklarını hayatlarına uygulamalarını tavsiye ediyorum. Bu asırda her Müslüman hanımın evi Hz. Âişe?nin evi gibi bir medrese olmalıdır. Hz. Âişe’yi örnek alan Müslüman hoca hanımlar, kendi evlerinde kendi yakınlarını yetiştirmelidirler. Yani evlerimiz birer mektep ve medrese olmalıdır.

Saygıdeğer okuyucularım!

Evleriniz birer mektep ve medrese ise düşmanın hile ve desiselerinden korkmayın; onların hepsi boşa çıkar. Evlerinizi ihmal ettiyseniz işte o zaman oturun ağlayın!

Yaşı Küçük Ama Yaptığı İş Büyük

Hicretten önce, Hz. Ebû Bekir?in iki hanımından dört çocuğu vardı. Bunlardan Âişe ve Abdurrahman?ın annesi Ümmü Rûmân, Esmâ ve Abdullah?ın annesi de Kuteyle idi. Abdullah, bu çocukların en küçüğü idi. Bilindiği gibi Hz. Peygamber, Hz. Âişe ile evliydi. Hz. Peygamber ile Hz. Âişe?nin nişanları hicretten önce Mekke?de, düğünleri de hicretten sonra Medîne?de yapılmıştı. Esmâ da, Hz. Peygamber?in Safiyye isimli halasının oğlu Hz. Zübeyir ile evliydi. Bu âile, hicret esnasında Hz. Peygamber?i yalnız bırakmadı.

Hz. Ebû Bekir, Hz. Peygamber?in Mekke?den Medine?ye hicretinde, oğulları ve kızlarıyla bu harekete destek verdi. Müşrikler, bir Perşembe günü sabahleyin Dâru?n-Nedve?de toplanıp akşama Hz. Peygamberi öldüreceklerine karar verince, onların bu kararını Cebrâil?den öğrenen Hz. Peygamber, konuyu görüşmek ve hicret planını yapmak için Hz. Ebû Bekir?in evine gitti. Perşembe günü herkesin öğle uykusuna yattığı, öğle ile ikindi arasındaki vakitte, Hz. Peygamber ve Hz. Ebû Bekir, yapacakları hicret yolculuğunun planını görüştüler. İnsanlar uykularından uyanmadan Hz. Peygamber kendi evine geldi ve ikindiden sonra kendi evinden çıkarak insanlar arasına karıştı. Yapılan plana göre, hava kararıp müşrikler Hz. Peygamberin evini kuşattıktan sonra Rasûlullah(s.a.v.), evden çıkacak ve Ebû Bekir?in evine gelecek, oradan da gündüzün birlikte tespit ettikleri Sevr dağına çıkacaklar. Üç gün üç gece, bu dağdaki mağarada kalacaklar. Pazartesi sabah erkenden buradan çıkıp develerine binecekler ve kimsenin bilmediği yollardan Medine?ye ulaşacaklar.

Hz. Peygamber?in ve Hz. Ebû Bekir?in birlikte yaptıkları plana göre bu üç gün zarfında Hz. Ebû Bekir?in evinde hazırlanan yiyecekleri mağaraya Abdullah getirecek. Bu göreve ek olarak, Mekke?de olup bitenleri izleyecek ve bu haberleri mağaraya getirecek. Yani, önemli bir görev olan istihbârât işini yerine getirecek. Hz. Ebû Bekir?in koyunlarını güden çobanı Âmir b. Füheyre de, koyunları bu çevrede otlatacak. Bu sûretle, hem Abdullah?ın izleri kaybolacak hem de mağaraya süt ulaştırılacak. Kendisi henüz bir müşrik olan ve parayla tutulan Abdullah b.Uraykıt ise, Hz. Ebû Bekir?in Perşembe günü kendisine teslim ettiği develeri, Pazartesi sabah erkenden Sevr dağının dibine getirecek ve kafileyi, kimsenin bilmediği yollardan Medine?ye götürecek. Bu harekette görevlendirilenler içerisinde sâdece bu şahıs müşriktir. Bu da, parayla tutulmuş, ağzına sağlam, işini yapıp parasını almaya bakan bir kişidir.

Bu görevliler içerisinde, Hz. Ebû Bekir?in kızları Âişe ve Esmâ gençtiler. Onlar, üç gün boyunca kardeşleri Abdullah ile mağaraya yemek gönderdiler. Esmâ, Cuma günü sabah erkenden evlerine baskına gelen Ebû Cehil?den bir de tokat yemişti. Ebû Cehil?in, onun suratına attığı tokatın şiddetinden kulağındaki küpe yere fırlamıştı. Hz. Ebû Bekir?in oğlu Abdullah ise, o sırada, çocukluk çağı ile gençlik çağı arasında bir yaştaydı. Hz. Peygamber, Abdullah?a istihbârât görevi gibi önemli bir görevi verirken, kimsenin onu önemsemeyeceğini ve izlemeyeceğini düşünmüştü. Hz. Âişe?nin ifadesiyle cesur, akıllı ve becerikli bir genç olan Abdullah, üç gün boyunca her akşam evlerinde hazırlanan yiyeceği alıp mağaraya götürür ve Mekke?de olup bitenleri Hz. Peygambere ve babasına aktarırdı. Daha çocuk denecek yaştaki bir genci, istihbârât gibi önemli bir görevle görevlendiren Hz. Peygamber, hayatı boyunca gençlere önem vermiş, onları güzel vazifelerle vazifelendirerek şereflendirmiştir.

Sevgili gençler! Hz. Peygamber?in, taze bir genç olan Abdullah?ı, cemaatten devlete geçiş hareketi olan hicret gibi önemli bir olayda, istihbârât gibi çok ciddî bir görevle görevlendirmesinden alacağımız çok dersler vardır. Bir kere şunu hatırlatalım ki, Hz. Peygamber, insanlara gelişigüzel görev vermezdi. Yapılması gereken göreve uygun şahıslar bulur, onları görevlendirirdi. Hz. Peygamber tarafından görevlendirilen şahıslar da bunu bildikleri için, kendilerine verilen görevi en güzel şekilde yerine getirmek için gayret gösterirlerdi.

Sevgili gençler! Halk arasında ?çocuktan al haberi? diye bir söz vardır. Bu söz, insanların, çocukları pek önemsemediklerini ve onların yanında her şeyi söylediklerini, çocukların da bu sözlere kulak verip dinlediklerini ve gereken yerlere ilettiklerini ifade etmek için söylenmiş bir sözdür. Bunun böyle olduğu tecrübelerle sâbittir. Hz. Peygamber de, işte bu sebepten dolayı Abdullah?ı istihbârât işinde görevlendirmiştir. Abdullah da, kendisine verilen görevi en güzel şekilde yerine getirerek, hem kendi yüzünü ak etmiş hem de Hz. Peygamber?in, çevresindeki insanlara görev verirken ne kadar isâbetli kararlar aldığını göstermiştir. Hz. Âişe?nin verdiği bilgiye göre Abdullah, bu üç gün boyunca karanlık iyice bastırdıktan sonra hazırlanan yiyecekleri alır üç kilometre uzaklıktaki mağaraya gider, geceyi mağa-rada geçirdikten sonra seher vakti mağaradan çıkar evine gelirdi. İnsanlar uykularından uyanıp, evlerinden çıktıktan sonra o da geceyi evinde geçirmiş gibi insanlarla aynı zamanda evinden dışarı çıkardı. Taze bir genç olduğu için, kimse onu önemsemez ve nereye gidip geliyor diye de takip etmezlerdi. Zâten kendisi de, bu zaman içinde müşrikleri şüpheye sevk edecek bir yanlış hareket yapmadı.

Sevgili gençler! Hz. Peygamber, genç Abdullah?a görev vererek onu işin içine aldı. Yani, kendilerini İslâm davasına vakfetmiş bir âilenin küçük çocuklarını da bu işin içine kattı. Bugün, İslâm ümmetinin önünde bulunan kişilerin, Hz. Peygamber?in bu sünnetini yaşatarak ümmetin çocuklarını, daha küçükken bu dâvâya kazandırmaları gerekir.

Sevgili gençler! Hz. Peygamber, gençlere sorumluluk yüklüyor ve onları, bu sorumluluk şuuru içinde yetiştiriyordu. Bilinmelidir ki, insanı, dar günler ve zor zamanlar yetiştirir. Bu sebepten dolayı, siz de evlenip çocuk sahibi olduktan sonra, çocuklarınızı daha küçükken sosyal hayatın içine katın ve yetiştirin. Ramazan gecelerinde, onlarla birlikte yoksulların evine gidin! Siz, arabanızda oturun, gıda maddelerini onlar dağıtsın. Onlar, çocukken bu zevki yaşasın ve işi öğrensinler. Büyüdükten sonra da kendi çocuklarına: ?Biz, babamla böyle böyle yapardık!? diye anlatsınlar hâtıralarını. Şimdiki çocukların, kendi çocuklarına anlatacak çocukluk hâtıraları da yok. Aman Allah?ım! Bu ne yoksulluk böyle!

Sevgili çocuklar! Biliyor musunuz, bu yoksulluğu çıkaran da bizleriz. Çocuklarımızı okullarla dershaneler arasında koşuşturan yarış atları haline getirdik. Sâdece, test çözüyorlar. Kitap okumuyorlar, şiir ve edebiyât zevkleri yok, kendilerini ifade edemiyorlar. Kendi işlerini, kendileri göremiyor. Her işlerini anneleri, babaları veya bir yakınları görüyor. Üniversiteyi kazanan bir öğrenci, gelip kaydını yaptıramıyor, kalacağı evi veya yurdu bulamıyor. Bunun için de, babası ile veya tüm âile birlikte geliyorlar. Böyle yapmak çocuklarımız için destek değil, köstektir. Üniversiteyi kazanan bir öğrenci, kendi işini kendisi yapabilmelidir. Kendisinin yapabileceği işi siz yaparsanız, çocuğun kendine güvenini öldürürsünüz.

Sevgili gençler! Elektrikler kesildiği zaman, kendi evindeki bir odadan diğer odaya gidemeyen çocuklarımızın ve geçlerimizin var olduğunu hepimiz biliriz. Peki, bu çocuklarımız, yarın savaşa nasıl gidecekler? İşte bütün bunları düşünen ve gençleri gelecek için yetiştiren Hz. Peygamber, küçük Abdullah?a zor bir görev veriyor ve en yakın dostu Hz. Ebû Bekir?in oğlunu geleceğe hazırlıyor. Zâten gerçek liderler, gelecek için yatırım yapan liderlerdir.

Sevgili gençler! Abdullah da ?bu iş benim boyumu aşar? demiyor. Görevine dört elle sarılıyor ve görevini akıllara durgunluk verecek şekilde başarıyor. Taze bir genç olan Abdullah, hava iyice karardıktan ve herkes evine çekildikten sonra Mekke?nin dışına çıkıyor ve üç kilometre yolu gidip tırmanarak mağaraya çıkıyor. Seher vakti de, daha kimse yatağından kalkmadan yine karanlıkta evine dönüyor. Ne karanlıktan korkuyor, ne de yakalanmaktan çekiniyor.

Sevgili gençler! İşte böyle olun. Korkuyu, endîşeyi, çekingenliği atın üzerinizden. ?Ben bunu yapamam, ben bunu başaramam.? demeyin. Biliniz ki, bazı görevler vardır ki, siz gençler, bu görevleri yaşlılardan daha iyi yaparsınız. Sizin yapamadığınız kimi işleri de onlar sizden iyi yaparlar.

Hayalin Fotoğrafı…

Kaybolan fotoğraflarımız vardır. Fotoğrafı nereye koyduğumuzu, ne zaman çektiğimizi hatırlayamayız bir türlü.

Ama fotoğraf zihnimizin bir köşesinden doyamadığımız tatlı bir rüya gibi bazen gözlerimizin önüne gelir. Raflarda kaybolan siyah beyaz fotoğraflardan biridir sadece. Bir çocukluk hatırası, ya da gençlik macerası…

İşte öyle bir fotoğraf; ne zaman çekildiği de meçhul.

Ben, o fotoğrafı çocukluk yıllarımda görmüştüm. Hafızamda çok canlı dursa bile, her hatıra gibi, biraz yırtılmış, üzerine yapıştırılan yapıştırıcının izleri kalmış, siyah beyaz?

Bir ikindi öncesi köprüyü geçip de keşlerle kabana doğru yürüyen birinin, çok ilerlemeden çeyrek viraja geldiğinde Çerme?yi gören yerden çekmiş olduğu bir fotoğraf.

Fotoğrafa ilk baktığında kabaca; Çerme, Çermenin üstünde yol, Çerme tarlaları, Büyükhösengin dere, mezarlığın az kısmı ve köyün son evinin bir kısmı görünüyor.

Fotoğrafın seksenli yılların başında ya da daha öncesinde çekildiğini düşünüyorum. Kış ayları yeni bitmiş; yaza ise daha çok var, bahar öncesi nisan başı gibi bir zamanda çekilmiş.

Karşı güneylerde toprağı ısıtan tatlı bir ikindi güneşi varken, güneş görmeyen kısımlarda kar, kış uykusunda. Yoldaki davar sürüsü, güney bayırlarda karçiçekleri ve bazı küçük yeşilliklerin uyanmış olduğunu düşündürüyor. Davarın bir kısmı köye varmış bir kısmı fotoğrafın içinde. Çoban ve arkasından yürüyen iki çocuk ?köye dönen davar? manzarasını tamamlıyor. Muhtemelen çocuklar, çobanın kucağındaki ya da heybesindeki kuzularla ilgileniyorlar. Kuzu görmediklerinden değil, kuzuların sahibinin merak ediyorlar. Müjde götürecekler?

Davarın tam arkası görünseydi belki oduncuları da görecektik. Mağda odun kalmayınca güneylerden karaağaç, palut, çalı ?çırtı ne buldularsa getiren oduncuları?.

Fotoğrafa yakından baktığımızda Çukur tarlaya aşağı inen bazı izlerin var olduğunu görüyoruz. Davar aşağıdan geldiğine göre bu izlerin geven getirenlere ait olduğunu düşünüyorum. Fotoğraf biraz daha önce çekilmiş olsaydı çukur tarlaya aşağı geven getiren bir kısım insanlar da objektife takılacaklardı.

Çerme?de esvap yıkayan kadınlar fotoğrafta ana temayı oluşturuyor. Çerme?de suyun, buzun altından çıkarak güneşle buluştuğu yerde çamaşır yıkayan biri çocuk ikisi kadın üç kişi görünüyor. Çocuk elleri beyaz sal taşın üzerine yürürken boynunu bükmüş yanındaki kadına bakıyor. Annesinin gönderdiği üç-beş parça çocuk bezini buz kesen suda yıkarken yanındaki abladan kil mi istiyor acaba? Ya da ablanın için için ağladığına şahitlik mi ediyor.

Hemen gelirim, diye evde bıraktığı bir çift yavruyu mu düşünüyor, yoksa bir derdi mi var, içini kemiren, yüreğini yakan, kimselere anlatamadığı bir dert? Selgahtaki taşlara, gidip geri dönmeyen Çerme?nin sularına mı anlatıyor? Kimseler görür diye dökemediği gözyaşlarını çermeye mi döküyor? Belki de buz gibi suyun yaktığı parmaklarının acısına ağlıyordur?

Fotoğraf, siyah beyaz olmasa belki, isli teneke de kendini koca taşlardan ayıracak, altındaki daha sönmemiş közleriyle gün görmemiş buzun suyuyla üşüyen yüreğimizin korlarına su serpecek.

Yolun altında bahar güneşiyle kurumuş olan çermeye suya gelen tosunların eşelendiği toprak üzerinde oynayan iki çocuk da fotoğraf içine girmiş. Çamaşır yıkayan kadınların çocuklarıdır. Lastik ayakkabıları ellerinde, yumuşak toprakta uzaklara, adı gurbet olan diyarlara, yollar yapmışlardır.

Annelerine müjdeler getirmek için?

Hz. Selmân el-Fârisî Kubâ Köyünde Müslüman oldu

Ateşe tapan bir âilenin çocuğu olan Selmân, gerçek dini bulmak için Fars diyârından ayrılıp Bizans topraklarını gezdikten sonra Medine?ye gelen ve Hz. Peygamber?in hicretinden sonra Kubâ köyünde onunla karşılaşarak Müslüman olan bir sahâbîdir. Müslüman olduktan sonra Hz. Peygamber?in huzurunda hayatını ve başından geçen olayları anlattı, huzurda bulunanlar da onu dinlediler. Anlattığına göre Selmân, Fars diyârında zengin bir köylünün tek oğluydu. Babasının arazisi ve malı çoktu. Selmân?ın babası da diğer köylüler gibi ataşe tapıyordu. Oğlunu çok seven bu köylü, oğlunu gözünden esirger dışarı göndermezdi. Yine Selmân?ın anlatmasına göre evlerinde hiç sönmeyen bir ateş yanardı. Herkes gibi onlar da bu ateşe taparlardı. Selmân biraz büyüdükten sonra babası, hem Mecûsîlik konusunda oğluna nasihat eder hem de ?Oğlum! Ben öldükten sonra bu malların sahibi sen olacaksın, git mallarını ve arazilerini tanı!?? derdi.

Bir gün tarlaya giden Selmân, Hıristiyanların bir kilisesine uğradı ve onların dinini kendi dinlerinden daha mâkûl buldu. Akşama kadar orada kalıp ibâdetlerini izledi. Zamanla kilisedeki din adamları ile samimiyet kuran Selmân, bu dinin merkezinin neresi olduğunu sordu. Onlardan aldığı bilgiler doğrultusunda Şam, Musul, Nusaybin ve Sivrihisar?a gitti. Her gittiği yerde kilisede kalıyor ve papazın terbiyesinde iyi bir Hıristiyan olmaya çalışıyordu. Şam?daki papaz, ölümü yaklaşınca Selmân?a Musul?a gitmesini tavsiye etti. Musul?daki papaz, Nusaybin?ne; Nusaybin?deki de Sivrihisar?a yönlendirdi. Sivrihisar?daki papaz, ölümü yaklaşınca Selman?a şöyle dedi:

?Vallâhi, seni kime göndereceğimi bilmiyorum. Aslında âhir zaman peygamberinin gelme zamanı yaklaştı. O Peygamber, Araplar arasından çıkacak. Doğup büyüdüğü şehirden hicret edecek; iki tarafı taşlık olan ve hurması çok bol olan bir şehre yerleşecek. Onun âhir zaman peygamberi olduğunun alâmetleri vardır ve bu alâmetler şunlardır: Hediyeyi kabul eder, sadakayı kabul etmez; bir de iki omzunun arasında nübüvvet mührü vardır.?

Hayatının bundan sonrasını Selmân?ın bizzat kendi ağzından dinleyelim: ?Yanında bulunduğum bu zât vefat edince, onun tavsiyesi üzerine Arap diyârına gitmeye hazırlandım. Sivrihisar?da çalışıp birkaç öküz ile bir miktar koyun sahibi olmuştum. Ticâret için bulunduğumuz yerlere kadar gelen Kelb oğullarından bir kafile, Arap diyârına geri dönmek üzere idiler. Onlara dedim ki: ?Bu sığırlar ve koyunlar sizin olsun, beni Arap diyârına götürün!?? Dediğimi kabul edip beni aralarına aldılar. Vâdi?l-Kurâ denilen yere gelince, bana ihânet edip ?Bu, bizim kölemizdir!?? diyerek beni bir Yahûdî?ye sattılar.

Yahûdî?nin bulunduğu yerde hurma bahçelerini gördüm. ?Âhir zaman peygamberlerinin hicret edeceği yer, herhalde burasıdır?? diye düşündüm. Fakat kalbim oraya ısınmadı. Bir müddet bu Yahûdî?nin hizmetinde kaldım. Sonra bu Yahûdî, beni köle olarak amcasının oğluna sattı. O da beni alıp Medine?ye getirdi. Medine?ye gelince, sanki bu şehri önceden görmüş gibiydim. Hemen ısındım. Artık günlerim Medine?de geçiyor, beni satın alan Yahûdî?nin bağında, bahçesinde çalışıp, ona hizmetçilik yapıyordum. Bir taraftan da asıl maksadıma kavuşma arzusu ile bekliyordum.

Bir gün beni satın alan Yahûdî?nin bahçesinde, bir hurma ağacının üzerinde hurma topluyordum. Sahibim olan Yahûdî de, yanında birisi ile ağaç altında oturup konuşmaktaydı. Bir ara yanındaki ona dedi ki: ?Mekke?den bir kimse geldi, peygamber olduğunu söylüyor.? Ben, bu sözleri işitince titremeye başladım; az kalsın ağaçtan yere düşecektim. Hemen aşağı inip o şahsa şöyle dedim: ?Sen neler söylüyorsun??? Sahibim, daha fazla konuşmama fırsat vermedi ve bana bir tokat vurdu. Sonra da şöyle dedi: ?Seni ne ilgilendiriyor ki soruyorsun, hadi sen işine bak!??

Âhir zaman peygamberinin geldiğini işte bu şekilde işittim ve kendisinin Kubâ köyünde olduğunu öğrendim. O gün akşam olunca, bir miktar hurma alıp hemen Kubâ?ya gittim. Hz. Peygamber?in yanına varıp dedim ki: ?Sen, sâlih bir kimsesin, yanında yoksullar vardır. Bu hurmaları sadaka olarak getirdim.? Hz. Peygamber yanında bulunan arkadaşlarına ?Geliniz, hurma yiyiniz!?? dedi, onlar da yediler. Kendisi asla yemedi. Kendi kendime: ?İşte birinci alâmet budur. Sadaka kabul etmiyor.??dedim. Sonra eve döndüm.

Ertesi akşam bir miktar daha hurma alıp Kubâ?da bulunan Hz. Peygamber?in huzuruna geldim ve dedim ki: ?Bu hurmalar hediyedir.?? Bu sefer yanındaki arkadaşları ile birlikte yediler. Kendi kendime: ?İşte bu, ikinci alâmettir.?? dedim. Götürdüğüm hurma aşağı-yukarı yirmi beş tane idi. Hâlbuki yenen hurma çekirdekleri çok fazlaydı. Hz. Peygamber?in mucizesi ile hurma artmıştı. Kendi kendime:?? Bir alâmet daha gördüm.?? dedim.

Hz. Peygamber?in yanına bir başka gidişimde, bir cenâze defnediyorlardı. Nübüvvet mührü görmeyi arzu ettiğim için yanına yaklaştım. Benim muradımı anlayıp, gömleğinin arka tarafını açtı. Mübârek sırtı açılınca, nübüvvet mührünü görür görmez, varıp yapıştım, öptüm ve ağladım. O anda kelime-i şehâdeti söyleyerek Müslüman oldum. Sonra da Hz. Peygamber efendimize uzun yıllardan beri başımdan geçen olayları bir bir anlattım. Anlattıklarımı can kulağı ile ve merakla dinledi. Halime taaccüp etti. Sonra bu anlattıklarımı âshab-ı kirâm?a anlatmamı emir buyurdu. Âshab-ı kirâm toplandılar, ben de başımdan geçenleri bir bir onlara da anlattım.

Hz. Selmân?ın köleliği Müslüman olduktan sonra da bir müddet devam etti. Sonra Hz. Peygamber kendisine yardım etti ve onu kölelikten kurtardı. Kölelikten kurtulmasından önce yapılan Bedir ve Uhud savaşlarına katılamadı. Hendek savaşından önce Hz. Peygamber?in tavsiyesi üzerine efendisi ile pazarlık yaparak kendisini üç yüz hurma fidanı ve bir miktar da altın karşılığında satın aldı. Yani efendisine üç yüz hurma fidanı dikecek, kırk ukkıye de altın verecek ve kölelikten kurtulacaktı. Üç yüz hurma fidanının dikilmesi işinde Hz. Peygamber?in nezâreti ile ashâb-ı kirâm kendisine yardım etti ve fidanları diktiler. Hz. Peygamber, altın borcunu da devlet hazinesinden ödedi ve Selmân?ı hürriyetine kavuşturdu.

Ayrıca Hz. Peygamber, Selmân ile Ebu?d-Derdâ?yı da birbirine kardeş yaptı. Hendek savaşında, Medine?nin etrafına hendek kazılmasını o teklif etmiştir. Hz. Peygamber de gereken yere hendeği kazdırdı. Hendeği aşamayan düşman geri dönmek mecburiyetinde kaldı. Neticede savaşı Müslümanlar kazanmış oldu.

Hürriyetine kavuştuktan sonra Ashabu?s-Suffe?ye katılan Selmân, Hz. Peygamber?den hiç ayrılmadı. Hz. Peygamber efendimiz, zâhid bir kişiliğe sahip olan Selmân?ı çok severdi. Ayrıca Sahâbe-i kirâm efendilerimizin hepsi de onu çok severlerdi. İkinci Halife Hz. Ömer, Sâsânî imparatorluğunu yıkıp İran topraklarını fethedince onu, Sâsânîler?in başkenti Medâyin?e vali tayin etti. Hz. Ömer?den sonra halife olan Hz. Osman, onun valiliğini devam ettirdi. Selmân, Hz. Osman?ın hilâfetinin sonlarına doğru (35/656) Medâyin valisi olduğu halde vefat etti. Medâyin valisi iken de bir derviş, ve bir zâhid olarak yaşadı. Mütevâzi yaşantısını hiçbir zaman değiştirmedi.

Saygı değer okuyucularım! Bizim, bu mübârek ve güzel sahâbîden ne kadar da çok alacaklarımız ve öğreneceklerimiz var, değil mi? Ben, sizin her birinizi Hz. Selmân (r.a) ile baş başa bırakıyorum. Haydi, herkes dersini alsın!

Kubâ Köyü

Hz. Peygamber efendimizin Mekke?den Medine?ye hicret ettiği yıl olan 622 yılında Kubâ, Medine?ye çok yakın bir köydü. Şimdi ise Medine?nin bir mahallesidir. Hicret esnasında Hz. Peygamber?in birkaç gün kaldığı ve bir de mescid yaptırdığı bu köyün İslâm tarihindeki yeri çok önemlidir.

Hz. Peygamber efendimiz, Hicret yolculuğu esnasında Hz. Ebû Bekir ile birlikte bir pazartesi sabahı, üç gündür kaldığı Sevr dağından indi. Önceden anlaştıkları Abdullah b. Uraykıt, kendisine teslim edilen develerle birlikte Sevr dağının dibinde onları bekliyordu. Abdullah, o gün müşrikti; aldığı para karşılığında Hz. Peygamber?i ve beraberindekileri kimsenin bilmediği yollardan Medine?ye ulaştıracaktı. Hz. Ebû Bekir?in çobanı Âmir b. Füreyhe de bunlara katılınca dört kişi oldular. Bu dört kişi, sıkıntılı bir yolculuktan sonra ertesi pazartesi günü gelip Kubâ köyüne ulaştılar. Hz. Peygamber ve beraberindekiler bu köyde birkaç gün kaldılar. İbn Hişâm?a göre dört gün (es-Sîre, II, 494), Buhârî?ye göre de on dört gün (Menâkıbu?l-Ensâr, 46) kaldılar. Celâleddin Vatandaş, Medine?yi, Kubâ?yı ve Hz. Peygamber?in Kubâ?ya girişini şöyle anlatır:

?Medine veya Hz. Peygamber?in hicretinden önceki ismiyle Yesrib, o zaman toplu bir yerleşim merkezi değildi. Eni ve boyu yaklaşık on beşer kilometre olan bir ova içerisinde yer alan, birbirlerine birkaç yüz metre ile birkaç kilometre uzaklıktaki irili ufaklı birçok yerleşim merkezinin ortak adıydı. Hz. Peygamber hicret ettiği zaman, ovadaki tüm yerleşim merkezlerinin toplam nüfusu on bin civarındaydı. Ovanın dışarıyla irtibatı, dağların arasındaki dar vâdilerden geçen yollarla sağlanıyordu. Her yerleşim merkezinde bir veya iki kuyu vardı. İnsanlar su ihtiyaçlarını bu kuyulardan karşılıyorlardı. Evlerin tamamı taş veya kerpiçtendi ve büyük çoğunluğu iki katlıydı. Ayrıca her yerleşim merkezinde ?utum? veya ?ucum? ismiyle anılan tamamen taştan inşâ edilmiş küçük bir kale sayılabilecek özel yapılar vardı. Düşman saldırısı sırasında buralara sığınılarak savunma savaşı yürütülürdü. Bazı yerleşim merkezlerindeki kalelerin sayısı onu aşıyordu. Bu da o yerleşim merkezinin nüfusunun çokluğu veya zenginliği ile ilgiliydi.

Daha önce hicret eden Mekkeli Müslümanlar, önceden tanıdıkları Medineli Müslümanların ikâmet ettikleri yerlere göre, ovadaki yerleşim merkezlerine dağılmışlardı. Önemli bir kısmı diğerlerine göre daha güneyde bulunan Kubâ?da kalıyordu. Kubâ, ovanın Mekke tarafında yer alan bir yerleşim merkeziydi. Dolayısıyla Hz. Peygamber, Medine?ye ulaştığında önce Kubâ?ya gelecekti. Bu nedenle Kubâ?daki Müslümanlar, Hz. Peygamber?in Mekke?den ayrıldığı haberini alınca, her gün köyün dışında toplanıp beklemeye başladılar. Sabah saatlerinde ve ikindi sonrasında gözleri ufukta Hz. Peygamber?i bekliyorlar, öğle vaktinin yakıcı sıcağında gölgeliklere çekiliyorlardı. Günler bu şekilde geçiyordu. Günler geçtikçe; günlerin geçmesine bağlı olarak merak, endişe, korku arttıkça, bekleyenlerin sayısı da arttı. Artık, Kubâ?nın kıyısında, çölün derinliklerine uzanan bakışlarla Hz. Peygamber?i bekleyenler, sadece Müslümanlar değildi. Bölgede yaşayan müşrikler ve Yahûdîler de hakkında çok şey duydukları Hz. Muhammed?i bir an önce görmenin merakı ve heyecânı içerisindeydiler. Müslüman olsun veya olmasın, hemen herkes, yüksek hurma ağaçlarının tepesinde veya evlerinin damında çölden gelecek peygamber?i ilk gören olmanın heyecânı içerisinde bekliyorlardı. Günler bu şekilde geçiyor, beklenen yolcu gelmeyince umutlar bir gün sonrasına erteleniyordu.

Günler birbirini takip ediyor, fakat hâlâ Hz. Peygamber?den bir haber alınamıyordu. Hz. Peygamber?in evinden ayrılışının üzerinden on iki (veya sekiz) gün geçmişti. Kutlu yolcuyu bekleyen herkes, o gün sabah saatlerinden itibaren ufku gözlemiş, yolcularla ilgili en küçük bir karartıyı herkesten önce fark eden olmanın şerefini elde edebilmek için çabalamış, ama öğle sıcağı bastırınca evine veya bir gölgeliğe sığınmıştı. Öğle saatiydi, nefes almayı zorlaştıran bir sıcak vardı. Bu saatte çölde yolculuk yapmak imkânsız denecek kadar zordu. Hz. Peygamber?in böylesi bir sıcakta yola devam edeceğine ve Medine?ye geleceğine ihtimal verilmiyordu.

Öğle sıcağının ortalığı yakıp kavurduğu saatlerin birisinde, evinin damında bekleyen bir Yahûdî?nin sesi duyuldu: ?Ey Arap topluluğu! Müjdeler olsun sizlere! İşte nasibiniz, devletiniz, kutlu dâvetliniz, gelmesini bekleyip durduğunuz ulu kişiniz geliyor.? Sokaklar bir anda hareketlendi. İnsanlar evlerinden, gölgeliklerinden fırlayıp, Yahûdî?nin işaret ettiği tarafa yöneldiler. Gözler ufku taramaya başladı. Beklenen yolcular görülmeye çalışılıyordu. Çok dikkatli bakılınca Seniyyetü?l-Vedâ tepesinin yakınlarında bir karartı fark ediliyordu. Acaba geliyorlar mıydı ve gelen Hz. Peygamber miydi? Karartılar seçilemiyor, gelenlerin kimler olduğu anlaşılamıyordu. Herkes dayanılmaz bir heyecanla bekledi. Hep bir ağızdan sevinç çığlıkları yükseldi. Kimisi haykırıyor, kimisi oynuyordu. Sevinçten kimse ne yapacağını bilemiyordu. Sevinç çığlıkları gittikçe arttı ve bir süre sonra benzeşti. Müslümanların, ?Allâhu ekber, Allâhu ekber; Lâ ilâhe illallah? veya ?Muhammed geldi, Allâhu ekber, Muhammed geldi, Allâhu ekber? haykırışları tüm Kubâ sokaklarında yankılanmaya başladı. Köyün kızları, sanki bir düğün alayına katılmışlar gibi deflerini çalıyor, oynayıp şarkılar söylüyorlardı. Herkes kendince bir şeyler söylüyor, bir şeyler yapıyor, sevincini dile getiriyordu. Şarkı söyleyenler, kılıç ve kalkan çıkarıp savaş oyunları sergileyerek mutluluklarını açığa vuranlar birbirine karıştı. Sevinç dalgası gittikçe büyüdü, büyüdü? Müslümanlar, sevinçten yüreklerinin boşaldığını, âdeta uçarcasına hafiflediklerini hissederlerken; hiçbir sözün sevinçlerini ifade edemediğini fark ettiler. O andaki mutluluğu ifade edecek kelimeler yoktu. Hiçbir söz o mutluluğu gerektiği gibi ifade edemiyordu. Sevinçten ne yapacaklarını bilemez halde birbirlerine bakarlarken mûsikî yardımlarına yetişti. Kadınlar ve çocuklar gönülden gelen bir arzuyla, gönüllerde o anda doğan bir şarkıyı deflerin eşliğinde söylemeye başladılar:

Vedâ tepelerinden üzerimize dolunay doğdu.

Allah?a dâvet eden bir dâvetci bulunduğu müddetçe bize şükretmek gerekti.

Ey bize gönderilen Peygamber! Sen boyun eğmemiz gereken emirle geldin.

Kubâ?da bekleşen bütün Müslüman erkekler, Hz. Peygamber?e doğru koşmaya başladılar. Bir kısmı hayvanlarının sırtında, bir kısmı yayaydı. Herkes, diğerinden daha önce Hz. Peygamber?e ulaşmak, onu herkesten önce görmek, onunla konuşmak istiyordu. Önce hareket eden birkaç genç, hızla koşup Hz. Peygamber?in yanına vardı. Hava çok sıcak olduğu için mola vermişler, bir ağacın gölgesinde oturuyorlardı. Hz. Peygamber?in yanına herkesten önce varanlar son derece sevinçliydiler, fakat aynı zamanda da şaşırmış bir haldeydiler. Yolcuların yanına varınca soru soran gözlerle birbirlerine bakıştılar. Ağacın altında iki kişi oturuyordu ve bunlardan hangisinin Rasûlullah (s.a.v.) olduğunu bilmiyorlardı. İçlerinden hiç birisi daha önce Rasûlullah (s.a.v.) i görmemişti. Acaba bu iki kişiden hangisi Rasûlullah idi? Bunu soramadılar. ?Rasûlullah hanginiz?? diyemediler. Sevinç içerisinde, ağacın altında dinlenen yolculara yaklaşırken ?Ey Allah?ın Elçisi! Hoş geldin, sefâlar getirdin!? demekten başka bir şey yapamadılar.

Kubâlı gençler, merakla iki yolcuyla da konuşmaya başladılar. Hallerini, hatırlarını sordular. Fakat bu sırada sorularına cevap arıyor, Rasûlullah?ın yolculardan hangisi olduğunu anlamaya çalışıyorlardı. Bir ara yolculardan birisi ayağa kalkarak, diğerine ağaç dallarıyla gölgelik yapmaya çalıştı. İşte şimdi tanımışlardı, Rasûlullah (s.a.av.) oturandı. Zaten o sırada Mekkeli Müslümanlardan ve Rasûlulllah?ı görmüş, onunla konuşmuş Medineli Müslümanlardan bazıları da geldiler. Herkes sevinç içerisindeydi. Birbirlerine sarılıyor ve ?Müjdeler olsun bizlere ki, bu mutlu günü gördük!? diyorlardı. Mutluluktan gözyaşı döken, mutluluğun coşkusundan nefesi kesilen, sevincinden ne diyeceğini ve ne yapacağını bilemeyen bir topluluk halinde Rasûlullah?ın etrafını sardılar.

Hz. Peygamber, kendisini karşılamak için Kubâ?dan koşup gelen Müslümanlarla bir süre konuşup, sohbet etti. Durumlarını sordu. Sonra kalkıp devesine bindi. Kubâ?ya gitmek üzere hareket etti.? (Celaladdin Vatandaş, Hz. Muhammed?in Hayatı ve İslâm Dâveti, Pınar yayınları, II, 13-16)

Hz. Peygamber, Kubâ?da Evs kabilesinin bir kolu olan Amr b. Avf oğullarından Külsûm b. Hidm?e misafir oldu. Diğer muhâcirler de Kubâlı Müslüman kardeşlerine misafir oldular. Hz. Peygamber bu köyde kaldığı zaman zarfında geniş bir eve sahip olan Sa?d b. Hayseme?nin evinde Müslümanları toplar ve onlarla sohbet ederdi. O sıralarda Sa?d, henüz evlenmemişti, bekârdı. Bekâr olan veya eşini şimdilik yanına almadan tek başına hicret eden muhâcirler, Sa?d?ın evinde kaldıkları için oraya ?bekârlar evi? manasında ?beytü?l-uzzâb? denildi. Hz. Hamza, Hz. Zeyd b. Hârise ve Abdullah b. Mes?ûd gibi eşini şimdilik Mekke?de bırakıp yalnız başına hicret eden sahâbîler orda kalıyorlardı. Hz. Peygamber, işte bu evde yeni Müslüman olan Kubâ sakinlerine, Medine?den günlük gelip gidenlere ve Mekke?den gelen muhâcirlere sohbet ediyor ve onları diri ve canlı tutuyordu. (İbn Sa?d, et-Tabakât, I, 233)

Hz. Peygamber, Sa?d b. Hayseme?nin evinin yanındaki boş arsada Kubâ mescidini yaptırdı. Mescidin kıble tarafında kalan Sa?d?ın evinden mescide bir kapı açtırdı. Namazlar mescidde kılınıyor, sohbetler de Sa?d?ın evinde yapılıyordu. Vakıf, dernek, dergâh, tekke, medrese ve bu gibi yerlerde sohbetler yaparken câmiye gelmeyip de namazlarını oralarda kılan Müslüman kardeşlerimiz bu paragrafı bir daha okusunlar.

Yüce Allah, Hz. Peygamber?in Kubâ köyünde yaptırdığı bu mescidden Kur?ân-ı Kerim?de şöyle bahseder: ?? İlk günden temeli takvâ üzerine kurulan mescid (Kubâ mescidi) içinde namaz kılman elbette daha doğrudur. Onda temizlenmeyi seven adamalar vardır. Allah da çok temizlenenleri sever.? (et-Tevbe, 9/108)

Görüldüğü gibi Yüce Allah, bu âyette Kubâlılardan sitayişle söz etmektedir. Çünkü onlar, Mekke?den gelen Hz. Peygambere ve muhâcirlere gönüllerini ve evlerinin kapılarını açtılar.

Hz. Peygamber, Mekke?den ayrılırken, müşrikleri oyalayıp vakit kazanmak için Hz. Ali?yi yatağına yatırmış ve ondan yanında bulunan bazı emânetleri ertesi gün sahiplerine vermesini istemişti. Ayrıca işini bitirdikten sonra hemen yola çıkıp kendisine yetişmesini söylemişti. Hz. Ali, söylenenleri aynen yapıp emânetleri sahiplerine teslim ettikten sonra Mekke?den ayrıldı. Zorluklarla dolu bir yolculuktan sonra Kubâ?ya gelebildi. Kendisi çok yorgundu ve ayakları günlerce yol yürümekten dolayı yaralanmıştı. Ayaklarının altı kabarmış, şişmiş ve yarılmıştı; kanıyordu. Kubâ?ya gelir gelmez ilk evde yığılıp kaldı. Bir adım dahi atacak hali yoktu. Hz. Ali?nin bu durumu Hz. Peygamber?e bildirildi. Hz. Ali?nin geldiğini duyan ve çok sevinen Hz. Peygamber, kalkıp onun yanına gitti. Ali?yi görünce çok duygulandı ve hemen ona sarıldı. Yanına oturup ayaklarını kucağına aldı. Mübârek ellerini Hz. Ali?nin ayaklarının altına sürerek yaralarını tedâvi etti. Ayrıca sevinç gözyaşları içerisinde ona duâ etti.

Saygı değer okuyucularım! Bu asırda İslâm, bize emânet edilmiştir. Bu bizim için bir şereftir. Bu şerefi ömür boyu taşımak da ayrı bir şereftir. Geliniz, bu nimetin kadir ve kıymetini bilelim. Bu uğurda yorulur ve yaralanabilirsiniz. Biliniz ki, Hz. Peygamber, sizi tedâvi etmek için bulunduğunuz yere kadar gelecek ve sizinle ilgilenecektir. Bundan şüpheniz olmasın.

Saygı değer okuyucularım! Medinelilerin ve Kubâlıların bütün Arapları karşılarına alarak Hz. Peygamber?e ve onun dâvâsına sahip çıktıkları gibi geliniz, biz de bütün dünyayı karşımıza alarak İslâm?a sahip çıkalım. ?Bizim mevcudumuz az, imkânımız yok, başarılı olamayız, düşmanlarımız bizi bir kaşık suda boğarlar.? gibi mâzeretler üretmeyelim. Bu gibi mâzeretler bizi, gittikçe korkak ve çekingen yapar. Müslüman ise, Yüce Allah?tan başka hiçbir güçten korkmayan cesur bir insandır.

Saygı değer okuyucularım! Câmiler ve mescidler, hürriyetin sembolüdür. Hür olan Müslümanlar, namazlarını câmilerde kılarlar. Evlerde, vakıf ve derneklerde sohbetlerini yapar; namazlarını câmilerde kılarlar. Öyleyse haydin câmiye!

Hicret Gecesi Hz. Peygamberin Evindeyiz

Bugün sizlerle Mekke?ye gidelim ve Hz. Peygamber?i evinde ziyaret edelim. Kendisini ve ev halkını daha yakından tanıyalım. Bildiğiniz gibi Hz. Peygamber efendimiz, yirmi beş yaşına geldiğinde Hz. Hatice ile evlendi ve mutlu bir yuva kurdu. Evlendiklerinde kendisinin yirmi beş yaşında olduğu kesindir. Hz. Hatice?nin yaşı için değişik rivâyetler vardır. Yirmi sekiz yaşında olduğunu söyleyenler olduğu gibi kırk yaşında bulunduğunu söyleyenler de vardır. Onun evlenirken kırk yaşlarında olduğu rivâyeti daha çok kabul görmüştür.

Hz. Hatice annemizin Hz. Peygamber efendimizle evlenirken dul olduğu ve ticaretle meşgul olduğu da kesindir. Hz. Peygamber efendimizle evlenmeden önce başından iki evlilik geçtiği ve eşlerinin ikisinin de öldüğü kesindir. Birinci eşi Ebû Hâle (Mâlik b. Nebbâş) zengin bir adamdı. Hz. Hatice?nin bu eşinden Hind ve Hâris adında iki oğlu oldu. Bunların ikisi de Hz. Peygamber?e yetişti ve Müslüman oldular. Ticaretle meşgul olan Ebû Hâle, ölümünden sonra geriye büyük bir zenginlik ve çok mal bıraktı. Eşinin vefatı esnasında oğulları henüz küçük olan Hz. Hatice, eşinin ticaretini devam ettirdi ve zenginliğini artırdı.

Ebû Hâle?nin ölümünden sonra Atîk b. Âiz ile ikinci evliliğini yapan Hz. Hatice, ikinci eşinden de Hind adında bir kız çocuğu dünyaya getirdi. Hind ismi Araplarda hem erkeğe hem kadına verilebilen bir isimdir. Bizdeki Yaşar ve Deniz isimleri gibi. Bu kız da Hz. Peygamber?e yetişti ve Müslüman oldu. Sayfî b. Ümeyye ile evlenen Hind?in Medine?de bir oğlu dünyaya geldi ve oğluna Muhammed ismini verdi. Hz. Hatice otuz yedi yaşına geldiğinde ikinci eşi de vefat etti. İkinci eşinden de dul kalan Hz. Hatice, ticaretine ağırlık verdi ve kendisine yapılan evlilik tekliflerinin hiçbirini kabul etmedi. Kırk yaşına geldiğinde Hz. Muhammed?i tanıdı. Onu Suriye?ye göndereceği ticaret kervanının başına idareci tayin etmişti. Döndükten sonra da edepli ve iffetli bir tarz ile kendisine evlilik teklif etti. Hz. Muhammed de kendisine yapılan bu teklifi kabul etti. Amcalarının yardımı ve desteğiyle düğünlerini yaptı ve yuvalarını kurdular.

Önceki eşlerinden üç çocuğu olan Hz. Hatice?nin Hz. Peygamber?den de altı çocuğu oldu. İlk çocuklarının adı Kâsım olduğu için Hz. Peygamber, Ebu?l-Kâsım künyesi ile anıldı. Kâsım iki yaşına varmadan hastalandı ve vefat etti. Sonra Zeyneb, Rukiye, Ümmü Gülsüm, Fâtıma ve Abdullah dünyaya geldiler. Abdullah da küçük yaşta vefat etti. Zeyneb?i, teyzesinin oğlu Ebu?l-Âs ile evlendirdiler. Rukiyye?yi de Hz. Osman ile evlendirdiler. Hz. Hatice?nin diğer eşlerinden olan çocukları da evlenip yuvalarını kurmuşlardı.

Hz. Peygamber evinin ayrıca Zeyd b. Hârise adında erkek bir hizmetçisi vardı. Bu hizmetçiyi Hz. Hatice?nin yeğeni Hakîm b. Hizâm, halasına düğün hediyesi olarak takdim etmiş, o da eşi Hz. Muhammed?e hediye etmişti. Büyüyüp evlenme yaşına geldiğinde de Hz. Peygamber onu Ümmü Eymen ile evlendirdi. Bu evlilikten Üsâme dünyaya geldi. Bu evlilik, İslâm geldikten sonra oldu. Yani Zeyd, evleninceye kadar Hz. Peygamber?in evinde kalmaktaydı.

Hz. Peygamber?in Mekke?deki evinin sâkinlerinden biri de Hz. Ali?dir. Bilindiği gibi Hz. Ali, peygamberimizin amcası olan Ebû Tâlib?in küçük oğludur. Ali, İslâm?dan on yıl önce dünyaya gelmiştir. Ali, beş yaşına geldiğinde babasının ticareti ve maddî durumu çok bozuldu. O sıralarda Hz. Muhammed otuz beş yaşlarındaydı. Diğer amcası Abbas ile Ebû Tâlib?in huzuruna çıktı ve şöyle dediler: ?Sana yardımcı olmak istiyoruz. Oğullarından birer tane alıp evimize götürmek ve böylece sizin yükünüzü hafifletmek istiyoruz.? Ebû Talib de ?Olur!? dedi. Hz. Muhammed Ali?yi, Abbas da Cafer?i alıp evlerine getirdiler. Hz. Peygamber?e ilk vahiy geldiğinde ve Yüce Allah kendisine tebliğ görevi verdiğinde Hz. Ali, peygamber evinin sâkinlerinden biriydi.

Dünyada iken cennetle müjdelenmiş sahâbîlerden biri olan Hz. Zübeyir, Hz Peygamber?in halası Safiyye?nin oğludur. Zübeyir?in babası Avvâm da Hz. Hatice?nin kardeşidir. Yani Hz. Hatice, Zübeyir?in halasıdır. Küçük yaşta babası Avvâm?ı kaybeden Zübeyir de bu eve sık sık gider gelirdi. Bilindiği gibi Zübeyir, büyüdükten sonra Hz. Ebû Bekir?in kızı Esmâ ile evlendiği için aynı zamanda Hz. Peygamber?in bacanağıdır.

Önceki iki eşinden olan çocuklarını, Hz. Peygamberden olan çocuklarını, evinin hizmetçisini, Ali gibi devamlı bir misafiri ve Zübeyir gibi eve sık sık gidip gelen bir yetim çocuğu bağrına basan ve bunlara analık yapan Hz. Hatice, kırk yaşına gelip Yüce Allah tarafından peygamber olarak görevlendirilen eşine de çok büyük destekler verdi. İslam?ın temelinde Hz. Hatice?nin maddi ve manevi destekleri vardır. Hz. Peygamber onun hakkında şöyle buyurmuştur ?Vallahi, Allah bana Hatice?den daha hayırlısını vermedi. Herkes beni yalanlarken o beni doğruladı. Herkes bana kapılarını kapatırken o kapılarını bana açtı. Herkes benden kaçarken o şefkatle bana kollarını açtı.? (Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 117)

Hz. Peygamberin altı çocuğunun annesi olan bu ilk Müslüman kadın, nübüvvetin onuncu yılında altmış beş yaşında olduğu halde vefat etti. Hz. Peygamber o sırada elli yaşlarındaydı. Evinde iki kızı bir de devamlı misafiri (ev halkından biri) olan Hz. Ali vardı. Şimdiye kadar adı geçenlerden Kâsım ve Abdullah vefat etmişler; Zeyneb, Rukiyye ve Hz. Hatice?nin önceki çocukları ile Zeyd evlenmiş ve yuvalarını kurmuşlardı. Henüz bekâr olan Ümmü Gülsüm, Fâtıma ve Ali, Hz. Peygamberle birlikte kalıyorlardı.

Hz. Peygamber, Hz. Hatice?nin vefatından sonra iki yıl dul kaldı, evlenmedi. İki yıl sonra Sevde bint Zem?a ile evlendi. Hz. Sevde, ilk Müslümanlardandır. Kocası Sekrân b. Amr ile ikinci Habeş hicretine katılmıştır. Mekke?ye döndükten sonra kocası vefat etti. Dul kalan Hz. Sevde?ye Hz. Peygamber efendimiz tâlip oldu ve onunla evlendi. Yaşlı, uzun boylu ve iri yapılı bir kadın olan Sevde annemizin Hz. Peygamber efendimizden çocuğu olmadı. Hz. Peygamber?in vefatından on yıl sonra Hz. Ömer?in hilâfeti zamanında Medine?de vefat etti ve Cennetü?l-Bakî?ye defnedildi.

Hz. Peygamber, Mekke?den Medine?ye hicret ederken elli üç yaşındaydı. Hz. Sevde ile daha yeni evlenmişti. Bir gün Dârü?n-Nedve?de toplanan müşrikler Hz. Peygamber?i öldürmeye karar verdiler. Bu sırada Müslümanların hemen hepsi Mekke?den Medine?ye hicret etmişlerdi. Erkeklerden sadece Hz. Peygamber, Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ali kalmışlardı. Kadınlar, çocuklar ve mustaz?af Müslümanlar henüz hicret etmemişlerdi. İşte böyle bir zamanda Mekke müşrikleri Hz. Peygamber?i öldürmeye karar verdiler. Aldıkları karara göre karanlık bastıktan sonra görevli şahıslar evin etrafını kuşatacaklar, gece sabaha kadar eve giriş ve çıkışları engelleyecekler ve ertesi sabah evinden çıkan Hz. Peygamber?in üzerine toptan çullanacaklar ve onu öldüreceklerdi. Toptan hücum edip öldürecekler ve böylelikle de kimin öldürdüğü belli olmayacaktı.

Yüce Allah, Cebrail vasıtasıyla bu kararı Hz. Peygamber?e bildirince Hz. Peygamber, herkesin gündüz uykusuna yattığı öğle sıcağında Hz. Ebû Bekir?in evine gitti. Onunla bu gece çıkacakları hicret yolculuğunun detaylarını görüştü ve kimse uykudan uyanmadan kendi evine döndü. Evinde gndüz uykusu uyumuş gibi dışarı çıktı. Akşam olunca herkes gibi oda kendi evine döndü. Evi gece karanlığında müşrikler tarafından kuşatıldıktan sonra ev halkı ile vedalaşıp evden ayrıldı. Müşrikler onu göremediler. Eşi Sevde, kızları Ümmü Gülsüm ve Fâtıma ve bir de evin tek erkeği Hz. Ali ile vedalaşıp ayrıldı. Hz. Ali?ye şunları söyledi:

?Bu gece benim yatağımda yat ve rahat uyu! Şu Hadremevt ürünü olan yeşil abâma da iyice bürün! Hiç korkma! Onlar, sana hiçbir şey yapamayacaklar! Rahat ol! Rahat uyu!?

Ayrıca Hz. Peygamber, Mekke?den ayrılıp Medine?ye gideceğini Hz. Ali?ye haber verdi. Yanında bulunan ve Mekkelilere ait olan emânetleri sahiplerine teslim etmesini, sonra da arkadan gelip kendisine kavuşmasını da emretti. Mekkeli müşriklerin kendisini öldürmeye karar verdikleri bir sırada, onların emânetlerini düşünen bir peygamberin ümmetiyiz. Biz de yaşadığımız hayat boyunca peygamberimiz gibi sâdık ve emîn (güvenilir) olabildik mi?

Hicret gecesi Hz. Peygamber?in evinde kendisiyle beraber beş kişi vardı. Kendisi ayrıldıktan sonra dört kişi kaldı. Birkaç gün sonra Hz. Ali?nin hicret etmesiyle de üç kişi kalmış oldu. Bu üç kişinin üçünün de bayan olduğunu bir daha hatırlatalım: Hz. Sevde annemiz, Ümmü Gülsüm ve Fâtıma.

İslâm?ın bugüne kadar gelmesinde peygamber hanımları ve peygamber kızları çok sıkıntılar ve çok çileler çektiler. Aç kaldılar, yoruldular, uykusuz kaldılar, hor ve hakîr görüldüler, yine de dâvalarından vazgeçmediler. Kendilerine lâyık izzetli bir duruş sergilediler, sabrettiler ve sonunda da kazandılar. Kazandıktan sonra da gevşemediler. Önceden nasıl bir hayat yaşıyor idiyseler kazandıktan sonra yine öyle yaşamaya devam ettiler. Kazandıktan sonra sarsılmadılar, savrulmadılar ve kaybolmadılar.

Bize de savrulmayan ve kaybolmayan Müslüman lazım!

Bayramın Kapısı…

Bayram, bayramlarımız, her aklımıza gelince “Bayram o bayram ola” deriz de niye olmaz, o bayramlara niye dönüş yoktur? O bayramlar ne bayramdı? Ne kaldı o günlerden?

Her insan için çocukluğu farklıdır. Her şeyin tadında yaşandığı çağdır. İşte bayramlarda o çağın bayramlarıdır.

Ben, 80’li yılların başlarında (dile kolay da, nerdeyse otuz yıl olmuş) yaşadım o günleri. Herkes kendi çocukluğunda yaşadı o bayramları.

Eski cami vardı o zaman. Tahta minareli cami. Giriş kapısı hemen minarenin altındandı. Kapının dış tarafında ayakkabılık ve tabutların konulduğu yer tahtalarla çevriliydi. “Bayramın kapsına” giderdik. İşte o tahtaların arasından kapının açılmasını beklerdik.

Aslında bayram şafakla birlikte başlardı. Babam gece yarısından hazırlanır, abdestini alır, sessizce çıkardı. Kapının dışarıdan çekilmesi beni derin uykulardan bir nebze uyandırsa da biraz sonra cami hoparlörünün sesiyle anca kendime gelebilirdim.
Babam gazel okumaya başlayınca bayram da başlamış olurdu. Önceleri bayram sabahı gazellerini tek başına okurken kur’an kursunun açılmasıyla öğrencilerde eşlik etmeye başladı bu kutsal melodiye… Halen daha devam eden bu gelenekle kur’an kursunda okuyan ve okumayan birçok çocuk mikrofonu eline alma fırsatı yakaladı.

Sabah ezanıyla birlikte yukarı mahalleden, aşağıdan, her taraftan insanlar, akın akın camiye koşarlardı. Sabah namazını kılanlar camiden çıkmaz bayram namazını beklerlerdi. Eski cami dolup taşardı.

Evlerden en son biz çıkardık, çocuklar. Caminin içine bizi almazlardı biz de caminin dışında beklerdik. Zaten biz, camiye değil bayramın kapsına gelirdik.

Bayram sabahı büyükler camide bayram namazını kılarlarken biz sabah erkenden bayramlık elbiselerimizle caminin kapısında buluşurduk. Buna “caminin kapısı” demez “bayramın kapısı” derdik. Sadece o sabah için böyle söylerdik. Herkes cıcıklı yeleklerini, sandıktan çıkan pantolonlarını giyerek gelmiştir.

Bir gün önceden harçlıklarını kapanların bellerinde bir de mantar tabancası vardır. Arada hava atmak için çıkarıp da tetiğe dokundular mı, ses bütün köyde yankılanırdı. Camidekilerden biri hemen dışarı fırlar (çoğu zaman Ramazan emi yapardı bu işi. Caminin sükûnetinden huzurundan sorumluydu.) hepimizi taa haytagilin sokağa kadar sürerdi. Tekrar caminin giriş kapısına gelip tahtaların arkasından caminin dağılmasını beklerdik. Cami dağılınca da birçoğumuz büyüklerden önce sevinçle eve koşar haber verirdik caminin dağıldığını.

Ramazan bayramıysa bulgur pilavı pişmiş beklemekte. Adı bayram pilavıdır artık; yanında hoşafı vardır. Eğer kurban bayramıysa önce kurbanlar kesilirdi. Genelde küçükbaş hayvanlar kesildiği için sabahın erken saatlerinde et kokusu dalga dalga yayılırdı köyün üstünde.

Biz çoğu zaman evdeki büyüklerin ellerini öpmeye bile fırsat bulamazdık. Ya da bunu yapmazdık. Hemen mahalleden bir iki arkadaşla evleri dolaşmaya başlardık. Bütün köyü gezip el öperdik. Yol üstünde, cami önünde ya da dükkânların kapısında rastladığımız herkesle bayramlaşırdık. Bazen bir kişiyle iki defa üç defa bayramlaşırdık; farklı yerde farklı kişiler arasında rastladığımızda.
Bir defasında şoför Hasan abinin kardeşi Ahmet abiyle tam dört defa bayramlaştık. Sonuncu da bir evde ziyarette o oturuyordu, ben sıradan geçince herkesi;
“Bu gün sennen kaç defe bayramlaştuğ, bu son olsun.” dedi.

Bir de şeker toplardık şimdiki çocuklar gibi. Kağıtlı şeker yoktu çoğu evde çay şekeri tutarlardı, akide şeker en iyi şekerdi. Ama onu da ceplere koyamazdık erir diye. Poşet bulamazdık, arefe gününden naylonlardan poşet dikerdik.

Golcilerin(ormancı) evine sürü halinde giderdik. Kapıda çocuk eksik olmazdı. Çünkü onlar hem kolonya dökerlerdi, hem de kâğıtlı şeker verirlerdi.

Bayram günlerinde ikindi olunca millet, davul sesiyle yeniden şenlenir, ya Cirese yada Suderesine toplanırdı. Rahmetli Züfer eminin zurnasıyla Hayta Memmet eminin davuluyla bayramlara bayram katardık.

Söyleyin sizin bayramlar bundan daha mı iyi?
Ya da siz böyle bayramlar yaşadınız mı?
Şimdi var mı böyle bayramlar?

Bayram gelmiş neyime
Aman aman garibem.
Kan damlar yüreğime
??
BAYRAMINIZI KUTLUYORUM…

Ağlama Kızım Cennette buluşacağız!

Sizlerle yine Hz. Peygamber efendimizin evine gidelim. Sevgili Peygamberimizi evinde ziyâret edelim, kendisinden bir şeyler öğrenelim. Öğrendiklerimizi uygulamaya koyalım ve hayatımızı güzelleştirelim.

Hz. Peygamber efendimiz, vefatından önceki günlerini Hz. Âişe annemizin odasında geçirdi. Rahatsızlığı ilerleyince mescide gidemedi, imam olup cemaatine namaz kıldıramadı. Hz. Ebû Bekir’i imamlığa tayin etti. O da Hz. Peygamber hayatta iken on yedi vakit imam olup cemaate namaz kıldırdı. Perşembe günü yatsı namazında başladığı imamlığı pazartesi sabah namazına kadar sürdürdü. Hz. Peygamber’in vefatından sonra da halife seçildiği için iki yıl da halife olarak namazlarda imamlık yaptı.

Hz. Peygamberin rahatsızlığı esnasında, yakınlarından ve ashâbından ziyaretçileri çoktu. O, zaman zaman evinde, zaman zaman çıktığı mescidde ümmetine nasihatlerini ve sohbetlerini devam ettiriyordu. Sahâbe-i Kirâm efendilerimiz de yapılan konuşmaları can kulağıyla dinliyorlar ve ezberliyorlardı.

Bilindiği gibi Hz. Peygamber efendimizin yedi çocuğundan altısı, kendinden önce vefat etmişti. Ölümünden önceki rahatsızlığı esnasında hayatta olan tek çocuğu, kızı Fâtıma’ydı. Fâtıma da Hz. Peygamberin son günlerindeki devamlı ziyaretçilerinden biriydi. Onun, son günlerini Hz. Âişe annemizin odasında geçiren babası ile ilgili bir hâtırasını Hz. Âişe annemiz şöyle anlatır:

“Hz. Peygamber, kızı Fâtıma’yı yanına çağırdı; o da yürüyerek babasının yanına gitti. Yürüyüşü, babasının yürüyüşüne çok benzerdi. Hz. Peygamber, kızını yanına oturttu ve onunla özel olarak bir şeyler konuştu. Bu konuşmadan sonra Fâtıma ağladı. Sonra tekrar yanına çağırdı ve yine ona özel olarak bir şeyler söyledi. Bu sefer Fâtıma, güldü. Ben, hayatımda gülmenin ve ağlamanın birbirine bu kadar yakın olduğunu görmedim.? Orada hazır bulunan annelerimizden Hz. Ümmü Seleme der ki: ?Hz. Peygamber vefat ettikten sonra Fâtıma’ya o gün ağlamasının ve gülmesinin sebebini sordum. Şu cevabı verdi: “Babam, önce bana kendisinin vefat edeceğini haber verdi; ben de ağladım. Sonra, ehl-i beytinden kendisine ilk kavuşanın ben olacağımı ve benim cennette İmran kızı Meryem hariç, diğer kadınların hanımefendisi olacağımı müjdeledi; bunun üzerine çok sevindim ve güldüm.” (Tirmizî, Menâkıb, 60; İbn Sa?d, Tabakât, II, 247; Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 282)

Saygı değer okuyucularım! Bu hâtırayı siz, hem katıldığınız çeşitli sohbetlerde dinlemiş hem de değişik kitaplarda okumuşsunuzdur. Dinledikten ve okuduktan sonra, belki de üzerinde fazla düşünmeden ve derinlemesine tefekkür etmeden bir iki damla gözyaşı akıtıp geçmişsinizdir. Hâlbuki bu hâtıralar, üzerlerinde derin düşünelim diye anlatılmaktadır. Öyle ise şimdi derin düşünelim:

Çocuk, bir insanın canı ve ciğeridir. Hemen hemen her insan, kendisi için istediği bütün iyilikleri çocuğu için de ister. Kendisi için istemediği kötülükleri çocuğu için de istemez. Müslüman bir baba, her şeyden önce çocuğunun dünya ve âhiretinin mâmur olmasını ister.

Yukarıda geçen hâtırada Fâtıma, rahatsızlık çeken babasının vefat edeceğini öğrenince ağlıyor, kendisinin öldükten sonra cennete gireceğini ve babasına kavuşacağını öğrenince de seviniyor.

Sevgili okuyucularım! Ölüm, kaybolmak ve yok olmak değildir. Ölen yakınlarımız için “babamı kaybettim, annemi kaybettim, dedemi kaybettim” dememiz çok yanlıştır. Gazetelere verilen ölüm îlânlarında bu ifâdelerin kullanılması hiç doğru değildir. Bu ifadeler, öbür dünyaya inanmayanların kullandığı sözlerdir. Bizim, şöyle dememiz gerekir: “Babam rahmetli oldu, annem dünyasını değişti, dedem hakkın rahmetine kavuştu.” Çünkü ölen hiçbir insan, kaybolmaz. Kâfirler, hayatın ölümle sona erdiğine inandıkları için öyle diyorlar. Hâlbuki biz, asıl hayatımızı öbür dünyada yaşayacağımıza inanıyoruz. Peki, gerçek hayatımızı yaşayacağımız o sonsuz dünyada ben cennete girerim, çocuklarım da cehenneme girerse halim nice olur? Hz. Peygamber efendimiz gibi biz de, çocuklarımızı, kendileri ile cennette buluşacağımız müjdesi ile müjdeleyebiliyor muyuz? Bu müjdeyi kendilerine veremiyorsak yazıklar olsun bize!

Çocuklarının sadece dünyası için çalışanlar, aslında çocuklarına yazık etmiş olduklarını ne zaman anlayacaklar? Onların eğitimini, giyimini, yemesini ve içmesini düşünenler, çocuklarının âhiretini ne zaman düşünmeye başlayacaklar? Çocukları için ev, araba, akar (gayr-i menkûl), şirket, para bırakanlar, onlara bir yâd-ı cemil, güzel bir hâtıra, iyi bir isim neden bırakmıyorlar? Bir baba, vefat ederken çocuğuna ?Üzülme yavrum! Seninle kısa zamanda (inşâallah) cennette buluşacağız!? diyebiliyorsa, o babanın alnından öpmek lazım. Toplumumuzda alnından öpülecek böyle kaç baba var?

Saygı değer okuyucularım! İçinde yaşadığımız hayat, asıl hayatımızı kazanabilmemiz için Yüce Allah tarafından bize bir fırsat olarak verilmiş iken, biz bu fırsatı değerlendiremiyoruz. Savrulan insanlarla birlikte biz de savruluyoruz. Çocuklarımız da bizimle birlikte savruluyorlar. Biz, çocuklarımızı ne kadar basit şeylerle sevindiriyoruz; daha doğrusu avutuyoruz, değil mi? Onlar da asıl hediyenin, gerçek mükâfâtın ne olduğunu bilmedikleri için, kendilerine aldığımız basit hediyelerle seviniyorlar. Bir horoz şekerine, bir çikolataya, bir meyve suyuna sevinen çocuklar gibi.

Saygı değer okuyucularım! Bakınız! Biz, sıradan insanlar değiliz. Biz, müslümanız. Biz, Yüce Allah?ın kulu, Hz. Peygamber?in ümmetiyiz. Yüce Allah, bizim rabbimiz; Kur?ân, bizim düstûrumuz; Hz. Peygamber, bizim imâmımız; cihad da bizim yolumuzdur. Lütfen gevşemeyelim ve istikâmetten ayrılmayalım!

Size, bol bol Kur?ân ve hadis okumanızı tavsiye ederim. Bir de sık sık, içinde bulunduğunuz hayattan sıyrılarak Hz. Peygamber?in evine uğramanızı ve oradan bir şeyler öğrenmenizi isterim.

Eski Bayramlar

Köyümüzde eski bayramlardan bir yemek töreni. Bayram namazından çıkınca köyde topluca erkekler için yerler hazırlanmıştır. Bu yerlere erkekler ve erkek çocuklar katılabilir. Toplu yemek yenilen yerler ?Aşağı mahalle Salihgilin baca?, ?Orta mahalle Ahmet Pehlivangilin baca?, ?Yukarı mahalle Şaban Emigilin baca? ve ?Su deresi Seyfat emigilin baca?. Erkekler camiden çıkmadan önce mahallenin hanımları sofraların kurulacağı bacaları temizler, hasırları sararlar, taze hasırlar büyüklerin oturacağı yere sarılır. Tahta sofralar peşgun hazırlanır, Peşgunların tazeleri ve büyükleri Büyüklerin oturacağı mahale konur. Kıl cecimi varsa o da yine büyüklerin olduğu bölüme sarılır. Kıl cecimi o mahallenin zenginlik göstergesidir. Bunun yanında bir kaç minder varsa bu daha çok zenginlik götergesidir. O gün söylenmese de daha sonra söylentisi başlar. Filan mahallenin sofraları çok güzeldi. Cecim sermişler, minder sermişler diyerek övgüyle bahsedilirdi.

Camiden çıkan cemaatin hali vakti iyi olanları, hali vakti iyi olmayanları yani fakir olanları sofra getiremeyecek durumda olanları, yemeğe davet ederler. Davet edilende davete icabet ederdi. Ev büyükleri doğrudan davet etttiği misafirleri alarak sofraların kurulduğu mekana giderler. Hizmet edecek evladı torunu kim varsa, o doğrudan eve gider, o gün için yemek olarak ne hazırlanmışsa onu alıp getirir. Yemek olarak günün menüsü, bulgur pilavı, üzüm hoşafı. Durumu iyi olan evlerde kartol aşı, bişi, kadı kulağı, bazen bal lokması getirilir. Pirinç pilavı harika yemek, eğer bir sofrada pirinç pilavı varsa o sofra daha sonra anlatılır. Şu bayramda filan mahallenin sofrasına gittim, pirinç pilavı yedim diye söylenilir. Bulgur pilavı ve yoğurt çalhaması yani ayran bir iki ekmek varsa bir iki parça peynir tepire koyarak sofraların kurulduğu mahale getirilir. Tepir genellikle pelüt ağacından yapılmış tepsi. Gelen yemeklerde o zamanlar nebatı yağ olmadığı için sarı yağ yani tereyağı kullanılırdı. Durumu iyi olanlar pilava sarı yağı bol döker yemeğin her yerinde belli olurdu. Sarı yağı olmayanlar pilavın tepesine bir iki gezdirir getirirlerdi. Sofraya yemek getirmek dahi imkanlara bağlıydı. Sofralarda çay çok lükstü. Her bacada çay olmazdı. Çay olsa dahi onuda ileri gelen büyükler içerlerdi. Bazı dışarıdan yani köy dışında gelen misafirler olurdu onlara ikram edilirdi. O mahallede yemek getiremiyen komşulara niye yemek getirmedin diye en küçük ima dahi yapılmadan yemek getirmiş gibi sofraya oturtulurdu. Yemeğe davet edilen insanlarla daha çok ilgilenilir, onların hal ve hatırları sorulur, çocukları varsa adam gönderilir sofraya davet edilirdi. Dışarıdan gelen misarlerle ilgilenilir. Onlarında o ortamda gariplik çekmeleri giderilirdi. Yemekler huşu ve muhabbet ortamında yenir, büyüklerin elleri öpülür herkes evine dağılırdı. Sofralarda kalan ekmek peynir toplanır çobanlara gönderilirdi veya evine gönderilirdi.

Mahalle sofralarından ayrılan büyükler evlerine gider, ev de diğer ev halkı ile bayramlaşırdı. Bayramlaşma gün boyu devam ederdi. Evlere bayramlaşmaya gelen büyüklere yemek, varsa çay ikram edilirdi. Bayram görmeye gelen çocuklara akide şekeri, kuru üzüm veya meyve kurusu dut kak ikram edilirdi.

Bayramlaşma bir taraftan devam ederken köyün delikanlıları bir araya toplanır, davul zurna ile harmanda oyunların hazırlığını yaparlardı. Tabi davul zurna istadiğin zaman çaldıramıyorsun. Köyüm muhtarından ve imamından izin almak gerekiyordu. Bu izini delikanlı başı yanına bir arkadaş alarak, evvela köyün imamına daha sonra muhtara gidilirdi. İmam o anda köyün ahvalına göre kararını belli ederken muhtardanda izin almaları gerektiğini söylerdi. İmamınan görüşen delikanlı başı ve arkadaşları doğru muhtara giderdi. Muhtarda bu işe taraftardır. Ama bir taraftan gençleri kırmak istemez bir taraftanda olası bir taşgınlığa sebebiyet vermemek için azalardan birini ve köy bekçisini çağırarak müşterek karar verirken azaların ve bekçinin orada olmalarını da tembih ederdi. Diğer taraftanda imamla da görüşmeleri gerektiğini gençlere söylerdi. Bu köyün idaresinin birlik içinde olduğunun bir göstergesiydi. Gelecek nesillere bir nevi birlik beraberlik dersi vermekti. Bu arada yakın zamanda ölen birisi varsa onunda yakın akrabayı taallugatından da izin almak daha uygun düşerdi. İmam yakın zamanda ölen şahsın akrabalarından izin almaları için , gelen delikanlı başına tembih ederdi.

Muhtardan ve imamdam izin alan Delikanlı başı ve arkadaşları bir işi başarmanın mutluğu ve gururu içinde gençlerin toplandığı Şabanemiğilin bacaya gider. Gençlere olumlu haberi verdikten sonra sıra Züfer emiye gelmiştir. Züfer emi bu işin bilincindedir. Gençlerin gelmesini beklerken bir taraftanda davulu zurnayı hazırlamıştır. Kendisi içeride zurnanın kamışlarını ıslatırken davulcu Hayta Mehmet emi Zufer emigilin kapıda sigarasını yakmış tüttürürken bir yandan da davula vuracağı çubuğun ipini bağlamaktadır. Delikanlı başı ve arkadaşlarının Züfer eminin evine gidip haberi verince, Züfer emi eşigin üstünde zurnaya üflemeye başlayarak yol gaydesini çalarak gençlerin toplandığı harmana doğru yola revan olur.

İşte şimdi bayram başlamıştır. Çoluk çocuk genci yaşlısı davul zurnanın geldiği tarafa yönelir. Bağrışan çocuklar neşelenen gençler, gençliğini arayan yaşlılar herkes harman yerine toplanır. Daha önceden harman yerindeki gençler barda yerlerini çoktan almışlardır. Bar tutarken bazıları nazlanır, bazılarının da büyükleri orada ise onlardan izin almak gerekir. Barda oynayacak genç gider büyüğü kimse onun elini öper, bu öpme bir nevi izin anlamındadır. O büyüğüde sırtını sıvazlayarak berhudar ol der. Oyun için izin alınmıştır. O genç rahat rahat oyununu oynayabilmaktedir. Harmana yavaş yavaş insanlar gelince bar oynayan şahıslarla birkez daha vakarlı ve heyecanlıdır. Züfer ve Hayta Mehmet emiler iyice zurnanın çaldığı oyunların ritmine kendilerini kaptırmışlardır. Yaşlısı genci kadın erkek çoluk çocuk oyunları seyretmek için evleri veya harmanların bacalarında yerlerini almışlardır. Kim daha iyi oynuyor kim oynayamıyor, değerlendirilmesi seyirciler tarafından yapılır. Bazı Züfer emiyi dinlendirmek için ikili guruplar karşılıklı türkü söyleyerek oynamaya devam edilir.

Ayvanın altında geçtim
Eğildim suyundan içtim
Ben bu ile garip düştüm
Garibim vatanım yoktur
Elimden tutanım yoktur
Amman amman amman

diye söylenir. Bu oyunlar akşam güneş aşıncaya kadar devam eder. Erkekler harmanda davul zurna ile oynarken bayanlar da kazağın deresinde Rahim halfegilin harmanda tulum eşliğinde barda duman cıkarmaktadırlar. Genç kızlar karşılıklı ikili guruplar halinda ince sırığı kırmaktadırlar.

İnce sırık kırıldı nazlı yar
Su dibinde duruldu nazlı yar
Halt etme koca karı nazlı yar
Oğlun bana vuruldu nazlı yar.

Kızlar kazağın deresinde oynarken onların sevgilisi gençler oyunu görebilmek için çeşitli zorluklarla karşılaşmaktadırlar. Köyün bekçisi veya azalardan birisi daima bayanların oyun oynadığı korur. Gençler gelmesin diye, gençlerde onların bir anlık dalgınlıklarında yararlanarak oyun alanına girmeye çalışırlar. Barda sevgilisi olan kızın gözleri daima yoldadır. Bekler durur. Akşam güneş aşarken bayanlarda oyunu bırakır evlerine dönerler. O gün bayram güzel kutlanmıştır. Çoluk çocuk bayramı kutlamanın heyecanıyla gelecek bayramı beklerler.

Kaç Takım Elbiseniz Var?

Bu yazımızda sizlerle birlikte yine Hz. Peygamber efendimizin evine gideceğiz. Hem o yüce peygamberi daha iyi tanıyacak hem de Hz. Âişe annemizle sohbet edeceğiz. Dönerken de bir şeyler öğrenmiş olarak döneceğiz. Öğrendiklerimizi de sadece bilgi olarak kafamızda taşımayacak, onlarla amel edecek ve hayatımızı değiştireceğiz. Daha doğrusu hayatımızı onlarla süsleyeceğiz. Bilmek ve öğrenmek yaşamak içindir. Bildiklerimizle amel edeceğiz ki, Yüce Allah bize bilmediklerimizi öğretsin.

Bugün sizlerle Hz. Peygamber efendimizin vefatından sonra Hz. Âişe annemize misafir olacak ve ondan nasıl yaşadığını öğreneceğiz. Hz. Peygamber efendimiz hayatta iken O?na çok saygı duyan ve O?nun dediği çizgide yürüyen Hz. Âişe annemizin, Peygamberimizin vefatından sonraki hayatı da bizim için çok önemlidir. Çünkü Hz. Peygamber efendimizi en yakından tanıyanların başında bu annemiz gelmektedir.

Hz. Peygamber efendimizin vefatından sonra Hz. Âişe annemizin yanına sık sık gidip gelen ve devamlı onunla sohbet eden bir hanım sahâbî vardı. Her gidip geldiğinde annemizi aynı elbiseyi giymiş olduğu halde görürdü. Öyle olmuştu ki, artık bu elbise iyice eskimiş ve yırtılacak hale gelmişti. Sahâbî hanım bir gün dayanamadı ve Hz. Âişe’ye şöyle dedi:

“Ey müminlerin annesi! Artık bu elbiseyi çıkarıp atsanız iyi olur!” Bu sözler, Hz. Âişe’ye çok sevdiği eşi Hz. Peygamber’in kendisine kavuşma şartı olarak söylediklerini hatırlattı. Hz. Âişe, dünyada olduğu gibi âhirette de sevgili eşiyle birlikte olmak istiyordu. Bu arzusunu sık sık Hz. Peygamber’e söyler ve: “Yâ Rasûlallah! Öbür dünyada beni hatırlayacak mısınız?” tarzında değişik sorularla bunu öğrenmek isterdi. Hz. Peygamber de çok sevdiği Âişe’ye, kendisine kavuşabilmesi için gerekli olan şartları söyler ve şöyle buyururdu:

“Ey Âişe! Eğer bana kavuşmak istiyorsan parçalanıncaya kadar bir elbiseyi atma ve evinde fazlaca yiyecek biriktirme!”

Hz. Peygamber’in bu tavsiyelerinden sonra Hz. Âişe, bir elbiseyi yırtmadan diğerini almaz ve evinde yiyecek biriktirmezdi. Ayrıca eline geçen her şeyi dağıtırdı. Teyzesinin bu durumunu çok yakından bilen ve gören Abdullah b. Zübeyr, teyzesi için: “Onun elini bağlamak lazım!” derdi. Bu söz, teyzesinin uzun süre Abdullah ile konuşmamasına sebep olmuştu.

Saygı değer okuyucularım! Özellikle bayan okuyucularım! Hz. Âişe annemizin, Hz. Peygamberimizin tavsiyesine içten ve gönülden kulak vermesini iyice düşünmeliyiz. Bu olayın, bir mümin üzerindeki etkilerini iyice tefekkür etmeliyiz. Bu tavsiyenin psikolojik, sosyolojik, ekonomik ve dini yönden incelemesini iyi yapmalıyız. Her düğüne ayrı ayrı elbiselerle giden, her toplantıda değişik markaların ürettiği elbiseleri giyen ve bu haliyle çevresine hava atan müslüman bayanlar, yarın cennette Hz. Âişe annemizle nasıl bir araya gelebilirler? Hatta böyleleri cennete girebilir mi? Bunları düşünelim lütfen!

“Hocam! Elbise bizim değil mi? Para bizim değil mi? Helal paramızla istediğimiz gibi giyinemez miyiz? Hem temiz ve kaliteli giymemizin ne zararı var?” diyenlerin mırıldanmalarını işitiyorum. Böyle diyenlere ben de şöyle bir soru soruyorum: “Sizi böyle konuşturan vicdanınız mı? Yoksa nefsiniz mi?” Bu konuştuklarınız vicdanınızdan geliyorsa bir şey demiyorum. Yok, eğer bu sözler vicdanınızın sesi değil de nefsinizin mırıldanması ise oturup kendinizi ve îmânınızı yeniden gözden geçirmenizi tavsiye ederim.

Saygıdeğer okuyucularım! Yemek, içmek ve giyinmek bu dünyada yaşayan her insanın zarûrî ihtiyaçlarındandır. Bu ihtiyaçlar giderilirken aşırıya kaçmak doğru değildir. Giydiğiniz elbiselerle gurur ve kibire kapılmanız, çevredeki insanları kendinize heveslendirmeniz, tüketimi körüklemeniz doğru değildir. Bu gibi yanlışlıklar İslâm ahlâkına sığmaz. Akıllı olun, dengeli olun, sâde olun! Elbiseye ve yiyeceğe aşırı derecede para harcamak, başkalarının nasibini çalmak demektir. Zenginlerin aşırı derecede masraf etmeleri yoksulları zor durumda bırakır. İmkânı olanların ölçüsüz derecede tüketime yönelmeleri, imkânı olmayanları zora sokar. Bu sebepten dolayı dinimizde cimrilik de israf da haramdır. Gerçek mânâda Müslüman olanlar, zarûrî ihtiyaçlarını giderirken, yiyecek, içecek ve giyeceklerini alırken çevredeki insanları da düşünür ona göre hareket ederler. Güzel dinimizin ibâdetler konusundaki hükümlerini çok iyi bilip ibâdetlerini bu hükümlere göre yaptıkları gibi, bu dinin sosyal hayata bakan ahkâm ve ahlâk ilkelerini de bilir ve ona göre yaşarlar. Siz, dünyanızı ve âhiretinizi mâmur etmek istiyorsanız dinin emir ve yasaklarına kulak verin.

Hacı Cemile Neneme İthafen

Cemile neneme Allah’tan rahmet diliyorum. Hayatı ve kişiliğiyle ilgili kayda değer bulduğum birkaç noktayı bu vesileyle anmak istiyorum. Bu hususların bir kısmı eski nesil kadınlara ait ortak hususiyetler, bazılarıysa onun şahsi karakterinin yansımaları:

1. Bir kere üst düzeyde bir özgüveni vardı. Hayatta geçtiği zorlu yollar, yaşadığı çileli dönemler (çünkü ilk kocası öldüğünde en büyüğü on beş yaşlarında beş çocuk, hem de o günkü yokluk şartları içerisinde kendisine kalmıştı) muhtemelen onun karakterini kıvamlandırmış, iradesini kuvvetlendirmişti. Bir kadın hayatta bu derece ağır bir süreçle karşılaştığı zaman ya yıkılıp yenik düşecek veya belki çocuklarını koruma insiyakıyla direndiği zaman güçlü bir irade ve karaktere sahip olacaktır.

2. Hayatta taşımak zorunda olduğu ağır yükün bir gereği olarak, çevresini yönetme iradesi gelişmişti onda. Son anına kadar hiçbir zaman ikinci planda kalmaya tahammül edemiyor ve olayların merkezinde olmaya çabalıyordu. Akrabasını, taallukatını, çocuk ve torunlarını yönetip yönlendirmeye çalışıyor, dikkate alınmadığı zaman da onları en ağır şekilde tenkit etmekten geri durmuyordu.

3. Kadın olmasına rağmen, ikinci planda ve silik bir kişilik olarak kalmak yerine ön planda olma çabası çağımız kadınları gibi basit kaprislere, anlamsız komplekslere dayanmıyordu. Aksine özgüvenini, iddiasını, şahsiyet ve iradesini hep yapmak, yönlendirmek, organize etmek, yedirip içirmek, sohbet ortamı, eğlence vesilesi oluşturmak gibi yapıcı, müspet ve aktif şeylere kanalize ediyordu.

4. Eski insanların çoğunda olduğu gibi eli ve gönlü cömertti. Mutluluğu çağımız kadınları gibi eşyada, süste, gösterişte değil ikram sofrasında, dostluk meclisinde, sohbet halkasında arıyordu.

5. Hayatının bir yönü düzenli nafile namaz kılacak ve nafile oruç tutacak kadar dindardı. Fakat bu dindarlığını asla başkalarına satmaya kalkışmazdı. Onun bu yönü belki en çok takdir ettiğim özelliğidir. Diğer taraftan seksen yaşında torunlarına türkü çağıracak kadar da neşeli ve rindane bir gönlün sahibiydi. Zaten dindarlığını başkalarına satan insanların kalender ve gönül insanı olduğu vaki değildir.

6. Köyün ilk kadın hacısıydı, fakat bu hac parası o dönem köyün ağası konumunda bulunan kocası Celil Hacı tarafından tedarik edilmiş değildi. Kendi dokuyup sattığı ihramların parasıyla hacca gidebilmişti. Demek ki onda çalışma, çabalama, üretme, meydana getirme duygusu artık yetim çocuklarına bakma mecburiyet ve çaresizliğinin hudutlarını aşmış, kalıcı bir haslet haline gelmişti.

Son olarak Cemile Neneme tekrar Allah’tan rahmet diliyor ve çevremizdeki hanımlara merhume vesilesiyle şunu ifade etmek istiyorum. Şahsi kaprislerinizle, dedikodularınızla, takıntı ve saplantılarınızla ömrünüzü geçirmeyin. Çevrenize karşı Müslüman bir hanıma yakışan bir ölçü içerisinde yapıcı, yardım edici, el uzatıcı olun. Hayır işlerinde özgüvenle ve sırf Hakkın rızası için harekete geçin. Kaprisli ve kompleksli kadınların özünden ve sözünden uzak durun. Din ve hayır işlerinde kocanıza engel olmak yerine, ondan bir adım önde gidin. Kendinizle, ailenizle, çevrenizle barışık olun ki Allah da size ve çocuklarınıza gönül aydınlığı, ruh genişliği bağışlasın.

Teberrük

Âsım Efendi, Kâmûs tercemesinde ?bereket? kelimesi için şu açıklamayı yapmaktadır: ?Bereket, bir nesnenin artıp çoğalmasına denir. Bir şeye hayr-ı ilâhinin sübûtuna da bereket denir.? (Bakınız. Kâmûs tercemesi, III, 1044). Dilimizde, bu kökten türetilmiş olan bereketli, mübârek, tebrîk, teberrük ve teberrüken kelimeleri ile Allah bereket versin, bereketini gör, bârekallah gibi duâ ve temenni ifadeleri yaşamaktadır.

Bereket, bir şeyin artıp çoğalması ve insanı mutluluğa ulaştırması anlamına gelir. Esasen hiçbir felsefî ve iktisadî sistemde karşılığı olmayan bu kavram, başka kelimelerle tam olarak karşılanamamaktadır. Bereket kavramını, ancak yine bereket kelimesinin kendisi karşılayabilmektedir. Bu kavram da sadece İslâm inaç sisteminde vardır. Bu mübârek inanç sistemi, dünya hayatının saâdet iksiridir. Bereket, İslâm?da vardır ve ayrıca İslâm?ın kendisi berekettir. Onsuz hiçbir şeyin tadı yoktur. Bereketsiz imân, bereketsiz amel, bereketsiz ilim, bereketsiz makam, bereketsiz mülk, bereketsiz şöhret, bereketsiz unvan ve bereketsiz daha nice imkân ne kadar sıkıcı; bütün bunların bereketli hali ise ne büyük bir saâdettir.

Teberrük ise, bir şeyi bereket ve saâdet vesilesi sayarak almak, vermek ve kullanmak mânasına gelir. Uğur ve bereket saymak, İlâhî hayra hissedar olmak anlamına da gelir. Teberrüken ifadesi de ?uğurlu ve mübârek olarak, bereket konusu ederek? anlamına gelir.

Hz. Peygamber Efendimiz hayatta iken ve vefat ettikten sonra sahâbe-i kirâm, ona ait olan her şeyi teberrüken kullanmış ve saygı göstermiştir. Bu yazımızda biz, yine Hz. Peygamber?in evine misafir olalım ve bu konuyu enine boyuna inceleyelim. Hz. Âişe annemiz anlatıyor:

?Mekkeliler, evlerinde tahtadan yaptıkları karyola üzerinde uyurlardı. Hz. Peygamber, hicretten sonra Ebû Eyyûb el-Ensârî?ye misafir olunca ona: ?Ey Ebû Eyyûb! Sizin karyolanız yok mu?? diye sordu. Ebû Eyyûb da: ?Yok, Yâ Rasûlallah!? dedi. Bundan haberdar olan Es?ad b. Zürâre, Hz. Peygambere ayakları sâc ağacından yapılmış, üzeri keten lifle dokunmuş ve hasır ile kaplanmış bir karyola gönderdi. Hz. Peygamber, kendi evine taşınıncaya kadar bu karyolanın üzerinde uyurdu. Mescidin inşaatı ile birlikte kendi evinin yapımı bitince Ebû Eyyûb?un evinden ayrılırken bu karyolayı da beraberinde götürdü. Gündüzün bunun üzerinde oturur, gece de yatağını sererek yatardı. Hz. Peygamber vefatına kadar bu karyolayı korudu.

Hz. Peygamber vefat ettiğinde bu karyolanın üzerine konularak yıkanıp kefenlenmiş ve bu karyola üzerinde iken cenâze namazı kılınmıştı. Medineliler, ölülerini taşımak için bu karyolayı bizden isterler ve onunla teberrük ederlerdi. Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer?in cenâzesi de onu üzerinde taşınmıştı.? (Belâzürî, Ensâb, II, 181)

Medine?de bu uygulamayı yapanlar, Hz. Peygamber?in dizinin dibinde yetişen sahâbîlerdir. Onlar, bu işlerin câiz olup olmadığını bizden daha iyi bilmekteydiler. Eğer câiz görmeselerdi asla ve kat?a yapmazlardı. Hz. Peygamber?in bazı uygulamaları, onları bu işin cevâzına sevk etmiştir. Bu uygulamalardan bir kaçını zikredelim.

Hz. Enes anlatıyor:

?Hz. Peygamber, Vedâ haccında Minâ?da şeytanı taşlayıp kurbanını kestikten sonra tıraş olmak istedi. Başının sağ tarafını berbere uzattı, o da tıraş etti. Hz. Peygamber, Ebû Talha el-Ensârî?yi çağırarak kesilen saçlarını ona verdi. Sonra başının sol tarafını berbere uzatarak: ?Tıraş et!? buyurdu. Berber, sol tarafını da tıraş etti. Hz. Peygamber, kesilen saçları yine Ebû Talhâ?ya verdi ve: ?Bunları insanlara taksim et, dağıt!? buyurdu.? (Müslim, Hac 326; Türmizî, Hac 73)

Hz. Enes?in bu rivâyetinden, Hz. Peygamber?in ashâbının kendi saç teli ile teberrükte bulunmasına bizzat izin verdiğini öğreniyoruz. Başta Ümmü Seleme annemiz olmak üzere birçok sahâbî Hz. Peygamber?in saç telini teberrüken saklamışlardır. İmâm Buhârî meşhur eseri el-Câmiu?s-sahîh?inde: ?Hz. Peygamber?in vefatından sonra, ashâbının ve daha sonra gelenlerin O?nun zırhı, asâsı, kılıcı, su kabı, yüzüğü, sakal-ı şerifi, ayakkabısı ve kap kacak nev?inden teberrüken sakladıkları eşyalar? ifadesini taşıyan bir başlıkta (IV, 46) fiil kalıbı ile ?yeteberrakü? kelimesini kullanmıştır. İbn Hacer el-Askalânî de el-Metâlibû?l-Âliye adlı eserinde (III, 175) ?et-Teberrükü bi âsâri?s-sâlihîn (sâlihlerin geride bıraktığı hâtıralarla teberrük) adlı bir bâb açarak konu ile ilgili vesikaları sıralamıştır. Bu kaynaklarda, tâ ilk devirlerden itibâren, İslâm dünyasında bir kısım şahıs, eşyâ ve mekânın, teberrük ve tâzim duygusu ile kutlu ve uğurlu sayıla geldiği belgelenmiştir.

?Takdîs? ile ?teberrük?, ?taabbüd? ile ?tâzim? kavramları arasındaki ince ve o ölçüde de hassas olan fark dikkatlerden kaçırıldığı ân, İslâm?ın feyzi ve bereketi, uğuru ve meymeneti, saygısı ve tâzimi ve bilcümle zerâfeti ve letâfeti târ u mâr olup gider. ?Temiz ve pâk olmak? anlamındaki ?Kudüs? kökünden gelen ?takdis?, Yüce Allah?ı ayıplardan, noksan sıfatlardan ve şirkten arındırmaya (tenzih) delâlet eden tâbirlerle anmak ve böylece inanmak demektir.(Kâmus, II, 983,984) Mukaddes de takdîs olunmuş, bütün eksik sıfatlardan arındırılmış, kutsallaştırılmış manâsına gelmektedir. Kısacası bu kökten gelen kelimeler, özellikle ve münhasıran Yüce Allah için kullanılmıştır.

Konunun daha iyi anlaşılması için Hz. Peygamber?in hayatından bir hâtıra ile yazımıza son verelim. Hz. Peygamber?in, hicretten sonra evinde yedi ay misafir kaldığı Ebû Eyyûb el-Ensârî anlatıyor:

?Biz Hz. Peygamber için akşam yemeği yapıyor ve ona gönderiyorduk. Yemeğin kalanını bize geri verdiği zaman ben ve eşim Ümmü Eyyûb onun elinin değdiği yeri uğurlu sayarak ve artan yemekten bereket umarak yerdik. Bir gün yine O?na akşam yemeği gönderdik. Yemeğin içine soğan ve sarımsak koymuştuk. Hz. Peygamber yemeği bize geri verince onun elinin izini bulamadık. Korkarak Hz. Peygambere geldim ve şöyle dedim:

?Ey Allah?ın Rasûlü, anam babam sana feda olsun. Akşam yemeğini geri verdiğinizde, sizin elinizin izini göremedim. Artan yemeği bize her verişinizde ben ve eşim Ümmü Eyyûb senin elinin izini uğurlu ve bereketli sayarak artan yemekten bereket talep ediyorduk.? Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyuruyordu:

?O yemekte sarımsak kokusunu hissettim. Ben, kendisi ile vahiy meleğinin fısıldaştığı birisiyim. Fakat siz onu yiyiniz.? Biz de o yemeği yedik ve ondan sonra Hz. Peygambere o bitkiden yemek yapmadık.?

Dikkat edilirse Hz. Peygamber, Ebû Eyyûb?u yaptığından dolayı kınamamış ve dolayısıyla yapmakta olduklarına cevâz vermiştir. Bu cevâzı nazar-ı itibâra alacak olan bizlerin gözden kaçırmamamız gereken bir inceliği bir daha hatırlatıyorum: Lütfen, Takdîs ile teberrükü, taabbüd ile tâzimi birbirine karıştırmayalım!

Hz. Peygamber ve İsar

İsâr, bir insanın kendi ihtiyacı olsa bile, zarar ve sıkıntılara katlanarak başkasını kendisine tercih etmesi, başkasının ihtiyâcını kendi ihtiyâcından önce düşünmesi demektir. Kerem ve ihsân sâhiplerinin âdeti, îsârda bulunmaktır. Îsârın en güzel örneklerini Hz. Peygamber, daha sonra da onun mübârek sohbetinde yetişen Ensâr ve Muhâcirler göstermiştir. Özellikle Ensâr, Mekke?den gelen Muhâcirlere gönüllerini açmakla bu işin başını çekmektedir. Yüce Allah, onlardan bahsederken şöyle buyurur:

?Muhâcirlerden önce (Medine?yi) yurt edinen ve îmâna sarılan Ensâr, kendilerine hicret edenleri severler. Onlara verilen şeylerden ötürü gönüllerinde bir sıkıntı ve rahatsızlık duymazlar. İhtiyaç içinde kıvransalar dahî, mümin kardeşlerini kendi nefislerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, gerçekten felâha erenler işte onlardır.? (el-Haşr, 59/9)

Sahâbe-i kirâm efendilerimiz, Yüce Allah tarafından takdîr edilen ve beğenilen îsârlarını, hiç şüphesiz Hz. Peygamber?den öğrenmişlerdi. Biz, bu yazımızda, isterseniz sizinle birlikte Hz. Peygamber?in peşine takılalım, onun evine girelim; kendisinin ve annelerimizin îsârlarını görelim.

Sehl b. Sa?d (r.a.) anlatıyor:

?Bir kadın dokuduğu bürdeyi ( hırkayı ) Hz. Peygamber?e getirip verdi ve şöyle dedi:

?Ey Allah?ın elçisi! Bunu giyesiniz diye kendi ellerimle dokudum!?Böyle bir elbiseye ihtiyâcı olan Hz. Peygamber, onu aldı ve evine gitti; sonra da giyinip yanımıza geldi. Bunu gören bir arkadaşımız:

?Bu ne kadar da güzelmiş, yâRasûlallah! Bunu ver de ben giyeyim!? dedi.

Hz. Peygamber de ?Peki! Olur!? dedi. Orada biraz oturduktan sonra tekrar evine döndü. Hırkayı katlayıp adama gönderdi. Bu duruma şâhit olan ashâb-ı kirâm o sahâbîye:

?Hiç de iyi yapmadın. Hz. Peygamber, ihtiyacı olduğu için onu giymişti. Üstelik sen, Efendimizin, kendisinden bir şey isteyeni geri çevirmediğini bile bile istedin.? dediler. O şahıs da:

?Vallâhi ben, onu giymek için değil; kendime kefen yapmak için istedim.? dedi. Daha sonra bu hırka o zâtın kefeni oldu.? (Buhârî, Libâs 18; Edeb 39 )

Hz. Âişe (r. Anhâ) anlatıyor:

Hz. Peygamber bir gün bir koyun kesmiş ve etinin yoksullara dağıtılmasını istemişti. Bir ara, biz âile fertlerine:

?Ondan geriye ne kaldı?? diye sordu. Biz de şöyle cevap verdik:

?Sâdece bir kürek kemiği kaldı.? Bunun üzerine Hz. Peygamber, (Allah rızâsı için yardımda bulunmanın (îsâr) zirvesini gösteren şu ibretli) cevabı verdi:

?Desene, bir kürek kemiği hâriç hepsi bizim oldu!? (Tirmizi, Kıyâmet 33 )

Hz. Âişe (r. anhâ) anlatıyor:

?Bir gün sırtına iki çocuğunu almış yoksul bir kadın çıkageldi. Ona üç hurma verdim. O da çocuklarına birer hurma verdi. Öteki hurmayı yemek için ağzına götürmüştü ki, çocukları onu da istediler. Kadıncağız yemek istediği bu hurmayı çocuklarına bölüştürdü. Onun bu tavrına hayran kaldım ve yaptığını Hz. Peygamber?e anlattım. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurdu:

?Bu hareketi sebebiyle Yüce Allah, o kadına mutlaka cenneti vermiş veya bu sebeple onu cehenneme düşmekten korumuştur.? ( Müslim, Birr 148 )

Saygıdeğer okuyucularım! Birinci olayda Hz. Peygamber?in, ihtiyâcı olduğu halde, kendisine hediye edilen bir hırkayı ashâbından birisine vermesi, bizim her birimize örnek olmalıdır. Onun ümmeti olarak bizler de çevremizdeki mümin kardeşlerimizi kendi nefsimize tercih edebilmeliyiz. Bilmeliyiz ki, işte bu îsâr, gerçek îmânın alâmetlerindendir.

İkinci olayda Hz. Peygamber?in evinde kesilen bir kurbandan söz edilmektedir. Hz. Peygamber efendimizin hayatını bütün yönleriyle bize anlatan Hz. Âişe annemiz, bu kurbanın bir kürek kemiği hâriç tamamını dağıttıklarını söylemektedir. Hâlbuki o zaman peygamber evinin bu kurbanın etine ihtiyacı vardı. Çünkü orada kalabalık bir nüfus yaşamaktaydı. Ama onlar, kendilerinden daha ihtiyaçlı olanları kendi nefislerine tercih ettiler. Bizim buradan da alacağımız bir hayli ders ve ibret vardır; alabilenlere ne mutlu!

Üçüncü olay hepsinden daha mânidârdır. Hz. Âişe annemiz, iki çocuğu ile bir şeyler istemek için kendi evine gelen yoksul bir kadından söz etmektedir. Îsârı kendilerine şiâr edinen peygamber ehlinin ve peygamber evinin şu anda onlara verebilecek üç hurmaları vardır. Hz. Âişe annemiz, bu hurmaları hemen onlara vermiştir. Çocukların annesi kendi payına düşen bir tek hurmayı yememiş ve onu iki çocuğu arasında pay etmiştir. İşte îsâr budur; annenin, çocuklarını kendi nefsine tercih etmesidir.

Saygıdeğer okuyucularım! İslâm bir dindir, yaşanacak bir dindir. Sâdece anlatılacak ve felsefesi yapılacak bir din değildir. Hayatımıza yansıyacak ve hayatımızı değiştirecek bir dindir. Bu dîni en güzel yaşayan Hz. Peygamber?dir. Dînin en güzel yaşandığı yer de O?nun evidir. Bize düşen, sık sık O?nun evine misâfir olmak ve O?nun yaşantısını yakından izlemektir. Her birimiz, bir sahâbî titizliği ile O?nu takib edecek ve O?na benzemeye çalışacağız.

Hz. Peygamber?in dünyasında yani o güzel saâdet asrında yetişen sahâbîlerin hem hazarda hem de seferde yaşanmış güzel îsâr örnekleri vardır. Sâdece O hayatta iken değil, O?nun vefatından sonra da cereyân eden savaşlara katılan sahâbîlerin, savaş meydanlarında yaşanan çok güzel îsar örnekleri vardır. Bunun en güzel örneği de Yermûk savaşında yaşanmıştır. Yermûk savaşında yaralı bir şekilde yerde kıvranan ve susuzluktan kavrulan Hâris b. Hişâm, İkrime b. Ebî Cehil ve Iyâş b. Rebîa?nın kendilerine verilen suyu, tam içmek üzere iken birbirlerine gönderişleri, nihayetinde de üçünün bir damla su içmeden şehid olarak Yüce Rabblerine kavuşmaları, îsârın ne güzel bir örneğidir. (Bakınız: Hâkim, Müstedrek, III, 270) Böyle bir îsârı tarih bugüne kadar hiç görmemiş, belki de ebediyen göremeyecektir. Bu ibretli olayı MehmedÂkif Ersoy, Safahât isimli şiir kitabın da ne güzel anlatır! Hep birlikte okuyalım!

VAHDET

Huzeyfetü´l-Adevî der ki:

“Harb-i Yermûk´ün ,
Yaman kızıştığı bir gündü, pek sıcak bir gün.
İkindi üstü biraz gevşeyince, sanki, kıtâl,
Silâhı attım elimden, su yüklenip derhâl,
Mücâhidîn arasından açıldım imdâda,
Ağır yarayla uzaklarda kalmış efrâda.
Ne ma´rekeydi ki, çepçevre, göğsü kanadı yerin!
Hudâ ya kalbini açmış, yatan bu gövdelerin,
Şehîdi çoksa da, gâzîsi hiç mi yok .. Derken,
Derin bir inleme duydum… Fakat, bu ses nerden
Sırayla okşadım sîneler bütün bî-rûh…
Meğerse amcamın oğluymuş inleyen mecrûh.
Dedim: “Biraz su getirdim, içer misin, versem “
Gözüyle “Ver!” demek isterken, arkadan bir elem,
Enîne başladı. Baktım: Nigâh-ı merhameti,
“Götür!” deyip bana îmâda ses gelen ciheti.
Ne yapsam içmeyecek, boştu, anladım ibrâm;
O yükselen sese koştum ki: Âs´ın oğlu Hişâm.
Görünce gölgemi birden kesildi nevhaları;
Su istiyordu garîbin dönüp duran nazarı.
İçirmek üzere eğildim, üçüncü bir kısa “ah!”
Hırıltılarla boşanmaz mı karşıdan, nâgâh!
Hişâm´ı gör ki: O hâlinde kaşlarıyla bana,
“Ben istemem, hadi, git ver, diyordu, haykırana. “
Epey zaman aradım âh eden o muhtazarı…
Yetiştim, oh, kavuşmuştu Hakk´a son nazarı!
Hişâm´ı bâri bulaydım, dedim, hemen döndüm:
Meğer şikârına benden çabuk yetişmiş ölüm!
Demek bir amcamın oğlunda vardı, varsa, ümid…
Koşup hizâsına geldim: O kahraman da şehid. “
***
Şark´ın ki mefahir dolu, mâzî-i kemâli,
Yâ Rab, ne onulmaz yaradır şimdiki hâli!
Şîrâzesi kopmuş gibi, manzûme-î îman,
Yaprakları yırtık sürünür yerde, perîşan.
“Vahdet” mi şiârıydı? görün şimdi gelin de:
Her parçası bir mel´abe eyyâmın elinde!

Târihinde mev´ûd-i ezelken “ebediyyet´;
Ey, tefrika zehriyle şaşırmış giden, ümmet!
“Nisyân “a çıkan yolda mı kaldın gümrâh
Lâ-havle ve lâ-kuvvete illâ billâh!

Meşrebe (Hz. Peygamber’in Özel Odası)

Hz. Peygamber Efendimiz, Medine?ye hicret ettikten sonra ilk iş olarak, devesinin çöktüğü yerde altı (veya yedi) ay içerisinde bir mescid yaptırdı. Mescidin doğu tarafına da kendisinin oturacağı bir ev yaptırdı. Bu evi yaptırdıktan sonra Mekke?deki eşi Sevde annemizi ve bekar kızları Ümmügülsüm ile Fâtıma?yı Medine?ye getirdi ve bu eve yerleştirdi. Sonradan evlendiği eşleri için de ayrı evler yaptırdı. Yani annelerimizin her birinin ayrı ayrı evleri (Hucurât) vardı. Hz. Peygamber?in, bu evlerin dışında bir de özel odası vardı. Annelerimize âit evlerin sonunda iki katlı olan bir ev daha vardı. Üst üste iki odadan ibaret olan bu evin giriş katı devlet hazinesi olarak kullanılıyordu; üst katı da Hz. Peygamber?in özel odasıydı. Üst kattaki bu odaya hurma kütüğünden yapılan bir merdivenle çıkılıyordu. Hz. Peygamber, kaynaklarımızda adı ?Meşrebe? olarak geçen bu odasında zaman zaman inzivâya (yalnızlığa) çekilir ve kendisi ile baş başa kalırdı. Bir seferinde (Hicretin dokuzuncu yılında) bütün eşleri, hep birlikte ve ağız birliği etmişçesine evde daha çok vakit geçirmesi için kendisine ısrarlı taleplerde bulunduklarında onları kendi hallerine bırakarak bir ay boyunca bu odada kalmıştı. Bu yazımızda sizinle birlikte Hz. Ömer?in arkasına takılacak ve Hz. Peygamber?i bu yalnızlığı esnasında kaldığı şahsına âit özel odasında ziyâret edeceğiz; oradaki eşyasını görecek ve o örnek insanı biraz daha yakından tanıyacağız.

Evet, şimdi Hz. Ömer?i dinliyoruz:

“Bir gün, Rasûlullah (s.a.v)?in Meşrebe?deki zenci hizmetçisi Rabah?ın yanına vardım. Hizmetçi Rabah, Meşrebe?nin alt taraftaki kapısının eşiğinde, Rasûlullah?ın merdiven gibi üzerine basarak çıkıp indiği oyuk bir hurma kütüğüne ayaklarını dayamış olduğu halde oturuyordu. Bu zenci hizmetçiye: ?Ey Rabah! Rasûlullah?tan yanına girmem için izin iste!? diyerek seslendim. Rabah, içeri girdikten sonra geri döndü ve: ?Seni, kendisine söyledim. Sustu, bir şey söylemedi.? dedi. Ben de dönüp mescide gittim. Vardım ki, minberin çevresinde bir takım kimseler oturmuşlar (Hz. Peygamber?in, eşlerinden ayrılacağı zannı ile) ağlıyorlardı. Orada ben de biraz oturdum. İçimde duyduğum endişe ve üzüntü, beni rahatsız etti, oturamadım; tekrar hizmetçinin yanına vardım. ?Ömer?in içeri girmesi için izin iste!? dedim. Hizmetçi, içeri girdikten sonra geri döndü ve: ?Seni kendisine söyledim. Sustu, bir şey söylemedi.? dedi. İçimde duyduğum endişe ve üzüntü, beni yendi; bana galebe çaldı. Tekrar hizmetçinin yanına vardım. Sesimi yükselterek: ?Ey Rabah! Rasûlullah?ın yanına girmem için izin iste! Sanırım ki Rasûlullah (s.a.v.), benim, Hafsa için geldiğimi sanıyordur. Vallahi, Rasûlullah (a.s), onun boynunu vurmamı, bana emrederse; boynunu da vururum!? diyerek seslendim. Hizmetçi, içeri girdikten sonra hemen geri döndü ve: ?Seni, kendisine söyledim. Sustu, bir şey söylemedi? dedi. Bunun üzerine, geri dönüp giderken hizmetçi, beni çağırdı ve: ?Gir, artık izin verdi!? dedi. İçeri girdim, Rasûlullah (s.a.v.)?e selam verdim. Bir de baktım ki, Rasûlullah, bir hasırın üzerine uzanmış, hasırın büklümlerine de yaslanmış, öylece duruyor. Hasırın büklümleri, böğründe izler yapmıştı. Hasırla vücudu arasında bir şey (bir döşek) de bulunmuyordu. Başının altında, içine hurma lifi doldurulmuş, yüzü meşin bir yastık vardı. Ben oturunca Rasûlullah, (izârını) elbisesini üzerine çekti; zaten üzerinde ondan başka bir şey de yoktu. Rasûlullah?ın odasına göz gezdirdiğim zaman gördüm ki, bir avuç veya biraz fazla arpa, ayaklarının yanına da onun kadar (deri tabaklanmasında kullanılan) karaz (selem ağacı posası) dökülmüş. Başucunda ise, tabaklanması henüz tamamlanmamış bir posteki (kullanılmaya hazır olmayan deri) asılı.

Rasûlullah?ın böğründeki hasır izlerini görünce, gözlerimin yaşını tutamayarak ağlamaya başladım. Rasûlullah, bana: ?Ey Hattab oğlu Ömer! Niye ağlıyorsun?? diye sordu. Ben de: ?Ey Allah?ın Peygamberi! Ben, niye ağlamayayım ki? Üzerine uzandığın şu hasır, senin böğründe izler yapmış! Şu da, senin yatıp kalktığın tamtakır odan ki, içinde görebildiğim birkaç şeyden başka eşya yok. Vallahi, çok iyi biliyorum ki, Sen, Allah katında Kisrâ ve Kayser?den daha şerefli ve kıymetlisindir. Hâlbuki ey Allah?ın Rasûlu! Kisrâ ve Kayser, bulundukları refah yaşantı içinde dem sürüyor, nimetler ve nehirler içinde yüzüyorlar. Sen ise, ya Rasûlallah! Görmüş olduğum yerde şu haldesin. Sen ki, Allah?ın Rasûlü ve en seçkin kulusun. Hal böyle iken, işte odan bomboş!? dedim.

Bunun üzerine, Rasûlullah, bana ?Ey Hattab oğlu Ömer! Sen, dünyanın onlara, âhiretin de bize âit olmasına razı değil misin?? diye sordu. Ben de: ?Evet, razıyım!? dedim. Rasûlullah: ?Öyle ise, bu iş böyledir, böyle olacaktır.? buyurdu.

?Ya Rasûlallah! Bari Allah?a duâ et de ümmetine geçim bolluğu versin. Allah?a ibâdet etmezlerken, Allah onlara (Gayr-i Müslimlere) geçim bolluğu vermiştir.? dedim. Ben böyle söyleyince, Rasûlullah doğrulup oturdu ve ?Ey Hattab oğlu Ömer! Yoksa sen şüphe içinde misin? Onlar, payları ve nasipleri dünya hayatında tez elden verilip geçiştirilen birer kavimdir.? buyurdu. ?Öyle ise, ya Rasûlallah! Benim için Allah?tan mağfiret dile!? dedim.?

Hz. Ömer, Hz. Peygamberle olan konuşmasının devamında eşlerinden ayrılmadığını öğrenmiş ve bu sevinçli haberi hemen mesciddeki Müslümanlara ulaştırmıştı. Biz, bu yazımızda okuyucularımıza işin o tarafını değil de Hz. Peygamber?in zühdünü (dünya hayatına değer vermeyişini) göstermek istiyoruz. Evlerini mobilya mağazasına ve çeyiz dükkânlarına çevirenler, oturup çok düşünsünler. Bu yanlışlarının ve israflarının hesabını nasıl verecekler?

Lütfen! Öbür dünyada hesabını veremeyeceğiniz işler yapmayın! Akıllı olun!

« Daha eski yazılar

© 2023 iNCi KöYü