MEKÂNIN CENNET OLSUN NECDET BEY KARDEŞİM!
Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN
Hicrî 1400 yılına girerken farkındalık oluşturmak gayesiyle, Erzurum’dan Kayseri’ye kadar yürümek ve Kayseri’de yapılacak ‘Hicret Mitingi’ne katılmak için üç üniversite öğrencisi yola çıktı. Erzurum’dan Kayseri’ye kadar uğradıkları her yerleşim biriminde, köyde, kasabada, şehirde, yolda, dağda karşılaştıkları her insana Hicrî 1400’ü anlatacaklardı. Ben, o günlerde Iğdır’da askerlik yapıyordum. Iğdır’daki dostlarla birlikte, bizim olan gazetelerden ve dergilerden takip ediyorduk bu üç gencin şanlı yürüyüşünü. Duâ ediyorduk bunlara, gıpta ediyorduk kendilerine.

Askerliğimi bitirdiğim 1980 yılının Şubat ayından sonra bir yıl Sivrihisar İmam-Hatip Lisesi’nde öğretmenlik yaptım. O günler Afgan cihâdının olanca hızıyla devam ettiği günlerdi. Bizim olan gazetelerden ve dergilerden takip ederdik cihâd haberlerini. Meral Maruf’un mektupları, Abdülhamid Muhâcirî’nin cihâd haberleri, Erdem Beyazıt’ın seyahat hâtıraları heyecanlandırırdı bizi. Gözyaşlarıyla okurduk bu yazarların o güzel yazılarını. Uyumazdık sabahlara kadar, duâ ederdik Afgan mücâhidlerine. Cihad haberlerini öğrencilerimizle birlikte okur, gözyaşı döker, birlikte duâ ederdik mücâhidlere.
Afgan cihadının devam ettiği sıralarda ülkemizde on iki Eylül askerî darbesi olmuştu. On iki Eylül askerî darbesi olduğunda ben, Eskişehir ilimizin Sivrihisar ilçesindeydim. Sivrihisar İmam-Hatip Lisesinde Meslek Dersleri öğretmeniydim. Soğuk bir kış günüydü, Sivrihisar’ın kuru soğuğunun yüzümüzü yaladığı bir gündü. Akşama doğru okuldan çıkmak üzereydim. Son dersten çıkıp evlerine gitmek üzere olan öğrencilerden biri, yanında uzun boylu ve esmer bir delikanlı ile öğretmenler odasına gelip bana şöyle dedi: “Hocam! Bu ağabeyi sizi arıyor, sizinle görüşmek istiyor.” Ben de delikanlıya hemen “buyurun, hoş geldiniz!” dedim. “Hoş bulduk hocam! Ben, Necdet Yaylalı, Erzurumluyum; arkadaşınız Davut Yaylalı’nın amcasıyım” dedi ve kendisini tanıttı. Daha sonra konuşmasını şöyle devam ettirdi: “Hocam, ben, Afyon Mali Bilimler Fakültesi’nde okuyorum. Davut Bey’den öğrendim sizin burada olduğunuzu ve sizinle tanışmaya geldim.” Ben de tekrar “hoş geldiniz!” dedim ve misafirimi alıp bekâr evime götürdüm. Değerli arkadaşım Davut Bey’in amcası olan Necdet’le ruhlarımız, hemen birbirine ısındı. Kısa zamanda dost ve arkadaş olduk. Çünkü kalplerimiz aynı dâvâ uğruna çarpıyordu. 12 Eylül hareketinden kısa bir süre sonraydı bizim bu karşılaşmamız. 12 Eylül hareketiyle Türkiye’de çok şeyler değişmişti. Müslümanlar çok şeylerini kaybetmişti. Bu sebepten dolayı dertliydik, üzüntülüydük, konuşacak çok şeyimiz vardı. Necdet’le gece geç saatlere kadar konuştuk. Ortak dertlerimizi konuştuk. Necdet bir ara bana şöyle dedi: “Hocam, biz Afganistan’a gidiyoruz. Erzurum’dan bir grup arkadaş gitti; biz de yola koyulduk gidiyoruz.” Misafirimizle biraz da bu konu üzerine konuştuk. Sabahleyin Necdet’le vedalaştık ve ayrıldık. Necdet’i yolcu ettikten sonra okula geldim, derslere girdim ama gönlüm Necdet’le birlikte gitti. Necdet, Erzurum’a gidiyordu; oradan da Afganistan’a gidecekti. Kendisine imrenerek, takdir ederek, duâ ederek yolcu ettim.
1981 yılının Şubat ayında ben de Erzurum’a geldim. 1968 yılında ayrıldığım Erzurum’a dönmenin sevinci içindeydim. Erzurum Yüksek İslam Enstitüsü’nde asistan olarak göreve başladım. Yeni görevime başlar başlamaz, çevremdeki dostlarıma Hicrî 1400’de Erzurum’dan Kayseri’ye yürüyen üç genci sordum. “Hocam, onların ikisi mezun oldu; biri de Afganistan’da cihâd ediyor” dediler. “Abdülhamid Muhâcirî adıyla cihâd haberlerini Türkiye’ye iletiyor” diye de ilave ettiler. Ben de gayr-i ihtiyârî: “Ya! Bizim, dergilerdeki yazılarını severek okuduğumuz Abdülhamid Muhâcirî o arkadaş demek ha?” diyerek takdirlerimi dile getirdim. Bir ara arkadaşımızın cephede yaralandığı ve hastanede yattığı haberi geldi Erzurum’a. Öğrenci evlerinde, dost meclislerinde gece gündüz duâ ettik kendisine. Bu arkadaşımız, Bahaddin Yıldız’dı. Yıllar sonra Afganistan’da bir uçak kazasında şehid olan Bahaddin Yıldız. O, Palandöken dağlarından Kunduz dağlarına kayan yıldızdı.

Erzurum’a gelir gelmez, mesai arkadaşım ve can kardeşim Davut Bey’e amcası Necdet Bey’i sordum. O da Necdet Bey’in Afganistan’a gittiğini söyledi. Necdet Yaylalı ve Bahaddin Yıldız, diyâr-ı gurbette birbirlerine destek oldular. O günkü şartlar, bu değerli vatan evlatlarının yurt dışına çıkmalarını gerektiriyordu. Bunlarla beraber nice kıymetli kardeşlerimiz, bu vatanı gözyaşları içinde terk edip gittiler. Batıya gitmediler, doğuya gittiler. Dönerken de Afganistan, Pakistan ve İran tecrübesi ile döndüler. Türkiye’de şartlar biraz normale dönünce bu arkadaşlar da vatanlarına ve evlerine döndüler. Döndükten sonra kendileri gidip adalete teslim oldular. Şartlar normale dönünce adalete teslim olmaktan çekinmediler. Çünkü hiçbirinin suçu yoktu. Hepsi aklandı ve yeni bir hayata adım attılar. Yarım kalan tahsillerini devam ettirdiler, fakültelerini bitirip diplomalarını aldılar. Necdet Bey, Erzurum’da tanındığından daha çok Afyon’da tanınan bir arkadaşımızdı. Yıllarca orada MTTB başkanlığı yaptı, güzel dostlar ve arkadaşlar edindi.
Necdet Bey, Erzurum’a dönünce hep beraber olduk. O sıralarda Bahaddin Yıldız da Afganistan’dan dönmüş ve yarım kalan tahsilini devam ettirmek için Erzurum’a gelmişti. Kendisiyle o zaman tanıştık. Bahaddin, aslen Sivaslı’dır. Âilesi, İzmir’e yerleşmiş ve Bahaddin 1975 yılında İzmir İmam-Hatip Lisesi’ni bitirdikten sonra Erzurum’da İktisadî İdarî Bilimler Fakültesi’nde yüksek tahsile başlamıştı. Darbeden önce MTTB’de ve Akıncılar teşkilatında çalışmıştı. Kendisini Erzurum’da tanımayan yoktur. Afganistan’dan döndükten sonra Erzurum’da herkesin yani İslamcı her öğrencinin ağabeysidir. Bahaddin ve Necdet ikilisi, Erzurum’dan yolu geçen her İslamcı gencin tanıdığı örnek iki insandır. Bu iki arkadaş Erzurum’a gelir gelmez, bizim oluşturduğumuz yapının içine girdi ve bize güç kattılar. Matematik öğretmeni Mehmet Katmer’in evinde gece sabahlara kadar sohbetler ettik. Allah razı olsun, Mehmet Bey ve kardeşleri Ahmet ile Mustafa yıllarca bize hizmet ettiler. Rahmetli Prof. Dr. Necmeddin Erbakan hocamız, hürriyetine kavuşup yeniden teşkilatlanmak için Erzurum’a geldiğinde bu evde misafir kalmış ve biz de kendisinin özel sohbetini gece geç saatlere kadar ve ertesi sabahın kahvaltısında bu evde dinlemiştik. Muhammed Emek, Yasin Şorsu, Bünyamin Çamkerten, Sadreddin Dağ, Bahaddin Yıldız, Necdet Yaylalı, İhsan Tetikçi, Cahid Ağapınar, Vahdettin Tortumlu ve diğer arkadaşlar, bu evdeki sohbetin müdavimi olan arkadaşlardı. Bu faaliyetlerin temeli Pervizoğlu Medresesi’nde atılmıştı. Ben, on iki Eylül’den sonra Erzurum’a döndüğümde bizim teşkilatların hepsi kapatılmıştı. Milli Selamet Partisi ve partinin gençlik kolları, Akıncılar teşkilatı ve MTTB, darbeciler tarafından kapatılmıştı. Yasin Şorsu ve arkadaşları ile Pervizoğlu Medresesi’nde öğrencilerin kendi harçlıklarından yaptıkları yardımlarla temelini attığımız, Ali Paşa mahallesindeki öğrenci evinde Selami Camcı ve arkadaşları ile filizlendirdiğimiz ve Abdurrahman Gazi Vakfı çatısı altında kök saldırdığımız samimi bir yapılanma, kapatılan teşkilatlarımızın özellikle de MTTB’nin yerini doldurdu. Bu yapılanma uzun yıllar üniversite öğrencileri ile ilgilendi; halen daha ilgilenmeye devam ediyor. Abdurrahman Gazi Vakfı, Erzurum’da MTTB çizgisinin ve Büyük Doğu ruhunun temsilcisidir.

Necdet Yaylalı ve Bahaddin Yıldız, Erzurum’a döndükten sonra yukarıda adı geçen arkadaşlarla birlikte Abdurrahman Gazi Vakfı çatısı altındaki faaliyetlerimiz artarak devam etti. Rahmetli Prof. Dr. Nazif Şahinoğlu hocamız ve diğer hocalarımız zaman zaman, Prof. Dr. İhsan Süreyya hocamız da devamlı bu çalışmalara destek verdiler. Hafta sonları vakıfta, hafta içi rahmetli Bahaddin’in Mustafa Kasadar ve arkadaşları ile birlikte kaldığı Mahallebaşı’ndaki evde bir araya gelir sohbet ederdik. Necdet, Bahaddin ve ben, birbirinden ayrılmayan üçlü olmuştuk. O zaman üçümüz de bekârdık. Önce Necdet Bey evlendi. Kayınpederi Hacı Selahaddin, Erzurum’da herkesin tanıdığı samimi bir müslümandı. Necdet Bey’i çok severdi. Biz de kendisine saygı duyardık. Bahaddin’i ve beni Necdet’ten ayırmazdı. Hacı Selahaddin’in evi, hem tekke hem dergâh hem lokanta ve hem de oteldi. O da bu dünyadan erkenden ayrıldı. İnanıyorum ki, cenneti kazandı ve fazla beklemeden asıl yurduna göçüp gitti. Kendisinin ve hacı annemizin mekânı cennet olsun! Âmin!

Necdet, Gürcü Kapı semtindeki İhmal Camiinin önünde bir tabla ile ticarete başladı. Bizim uğrak yerlerimizden biri de bu tablanın başıydı, orda çay içer sohbet ederdik. Evlendikten sonra bizi evine de davet ederdi. Evinde de çok yedik, içtik, sohbet ettik. Necdet, hânedân bir âilenin evladıydı. Âilenin bu özelliğini taşırdı. Yüce Allah’ın lütfuyla ticareti de iyi gitti, işleri iyiydi. Müşterisi olan köylülerle ve gariban insanlarla çok güzel anlaşırdı. Çünkü kendisi iyi bir insandı, iyi bir müslümandı, dost canlıydı, sıcak kanlıydı. Tablasının başında hem köylülerle hem de üniversite öğrencileriyle sohbet ederdi. Kısa zamanda kendisine o çarşıda bir dükkân almak nasip oldu ve işlerini büyüttü. Artık iyi bir tüccardı. Biz de artık sohbetlerimizi açık havada ve soğukta değil, içeride ve sıcak bir havada devam ettiriyorduk. Necdet’in Emre Tuhafiye’si, Yasin Şorsu’nun Tûbâ kitabevi, Sadreddin Dağ’ın küçücük terzi dükkânı, Hacı Zeki Korucuk’un işyeri, Boyacı Ahmed ustanın sanayi sitelerindeki atölyesi bizim insanlarımızın sık sık buluştuğu sohbet mekânları olmuştu. Avukat Lütfi Esengün ağabeyimiz, başta Arap Salih ve Bahaddin olmak üzere derdi ve sıkıntısı olan müslümanlara hukukî bakımdan yardım ederdi.
İşlerinin yoğunluğu ve ticaret hacminin büyümesi Necdet Bey kardeşimizi İslâmî faaliyetlerden alıkoymadı. Devamlı bizimle beraberdi. Erzurum dışından gelen misafirlerimizle candan ve yakından ilgilenirdi. Onlara yemek yedirir, misafir eder, ilgilenir ve uğurlardı. Hele Mehmet Güney, Ali Bakaner, Arap Salih ve mezun olup gittikten sonra Bahaddin Yıldız gibi arkadaşlar gelirse Necdet’in gülleri açardı. Ben, Necdet’in İslâm’a gönülden bağlı olduğuna, samimi bir müslüman olduğuna ve samimi müslümanları çok sevdiğine şahitlik ediyorum. Rabbim, şahitliğimi kabul eylesin.
Necdet Bey kardeşim! Aramızdan erken ayrıldın. Rabbim, böyle takdir etmiş. Onun takdirinin başımızın üstünde yeri vardır. İnanıyorum ki, bir an önce cennetine kavuştun. Bu hastalıktan dolayı senden önce giden Haydar Savaş, Metin Katkat ve Abdulgafur Sarıkaya hocalarımıza kavuştun. Onlar da çok iyi kardeşlerimizdi. Haydar Hoca, yıllarca hafız yetiştirdi. Mesaiye sabah namazından önce başlardı, görünmez bir kahramandı. Onun hafızları tohum gibi dünyanın her tarafına serpilmiştir. Kıyamete kadar amel defteri kapanmayacaktır. Sevgili Peygamberimiz, bir hadis-i şeriflerinde öyle haber veriyor. Metin Hoca, imamlık yaptığı câmilerin mihrabını dolduran bir arkadaşımızdı. Herkes onu Gez câmiinde ve Ulu câmide hatimle kıldırdığı teravihlerle yâd edecek ve hatırlayacaktır. Abdulgafur Hoca, yıllarca Kur’an kursları müdürlüğü yaptı. Emekli olduktan sonra köşesine çekilmedi. Soğucak Kız Kur’an Kursu’nda hizmete devam ediyordu; oranın belkemiğiydi, orta direğiydi. Onlar, senden önce gittiler. Sen de o kervana katıldın. İstanbul’da senden önce Mehmed Ali Tekin ve Asım Gültekin kardeşlerimiz gittiler. Mehmed Ali de senin gibi mücâhiddi. Bosna’da ve Çeçenistan’da bulunmuştu. Dünya müslümanlarının ve özellikle de şehidlerimizin nüfus memuruydu; hepsini o bilirdi. Biz de onun kaleminden okur ve kendisine dua ederdik. Asım, bambaşkaydı. O, bir dervişti. Ben ona, Nazif Gürdoğan’ın rahmetli Mehmed Efendi için kullandığı ‘Görünmeyen Üniversite’ tabirini kullanırdım. Asım ile Bahaddin, gençlerle ilgilenmek ve onlara nüfuz etmek bakımından birbirlerine çok benzerlerdi. Rabbim, mekânlarını cennet eylesin! Âmin!
Necdet Bey Kardeşim! Hastalandığında sana çok duâ ettik. Seni tanıyan herkes duâ etti. Rahmetli Mehmed Ali Tekin’nin cenazesine katılan Prof. Dr. İhsan Süreyya Bey hocam, senin hastalandığını orada duymuş ve hemen bana telefon açmıştı. İstanbul’da Fatih câmiindeki cenaze merasiminde seni konuşmuşlar, dostların ve dâvâ arkadaşların sana çok duâ etmişler. Bu duâlar bizim için ibadet, senin için de rahmettir. Rabbim, sana bol bol rahmet eylesin!
Necdet bey kardeşim! Vefat ettiğini duyunca çok ağladım. Yukarıdan beri anlattıklarım gözümün önünden gelip geçti. Seninle geçen günlerimizi yeniden bir daha gözden geçirdim ve bol bol gözyaşı döktüm, çok ağladım. Hak ve halk âşıklarının türkülerini dinleyip ağladım. Sıtkı Eminoğlu’nun ‘Kal Mezarımda’ türküsünü ve rahmetli Reyhânî’nin ‘Gidirem’ ve ‘Karayer’ türkülerini dinledim ve ağladım. Önce iyice bir ağlayıp rahatladım, sonra da abdestimi alıp ruhuna bol bol Kur’ân-ı Kerîm okudum. Necdet Bey kardeşim! Ben, ağlamayaydım da kim ağlasın. Siz gidiyorsunuz, yeriniz boş kalıyor, ona ağlıyorum. Şimdiki nesil bizi anlamıyor ona ağlıyorum. Mustafa Özden’in, Bahaddin’in yeri dolmadı, senin yerin de dolmayacak; ben de işte buna ağlıyorum.
KARA YER
Gözüm yummuş gafletinen giderken
Dediler ki tebdil görmüş kara yer
Dünya varlığını hayal ederken
İki taş bir mezar örmüş kara yer
Sanma bu dünyanın bir vefası var
Aldatır oynatır eder ihtiyar
Ağayla hızmekâr yan yana yatar
Ne asıl ne nesil sormuş kara yer
Reyhanî farkı ne az ile çoğun
İkisi bir olur var ile yoğun
Mezar bir tarladır insanlar tohum
Her gün dane dane sürmüş kara yer
Aşık REYHANİ
Aşık Reyhani-Kara Yer – YouTube
Necdet bey kardeşim! Sen aramızdan ayrıldıktan sonra oturup Mustafa Yürekli’nin hazırladığı ‘Mücahid Bahaddin Yıldız’ kitabını yeni baştan bir daha okudum. Bu kitap bana, Erzurum’un yaşayamadığım en hareketli yılları olan yetmişli yıllarını yaşattı. O yıllarda ben, İstanbul’da öğrenciydim. Bu kitap sayesinde yetmişli yıllarda Erzurum’da var olan ve varlığı ile İslâmî harekete destek veren Anadolu evlatlarını tanıdım ve onları çok sevdim. Sen de o yıllarda Afyon ile Erzurum arasında gidip gelen bir delikanlıydın. Afyon MTTB’de aktif bir üniversite öğrencisiydin. Ticaret Lisesi mezunuydun ama bir İmam-Hatip Lisesi mezunundan daha çok İslamcıydın. Çünkü sen, MTTB’liydin. Mustafa’nın kitabını okuyunca ve oradaki vatan evlatları ile tanışınca biraz umutlandım. ‘Allah’ım! Senden bu gençlerin benzerlerini ve hatta daha güzellerini istiyoruz; lütfeyle, ihsan eyle, kerem eyle!’ diye duâ ettim. Birden bire dilimden Alvarlı Muhammed Lütfî Efendi’nin şu müjdesi dökülüverdi:
Göl yerinde elbet sular bulunur
Yine vardır diye ümîd olunur
Bugün yine bin bahaya alınır
Mevlâya emânet olsun Erzurum.
Alvarlı Efe hazretlerinin bu kıt’asını okuyunca umutlandım; içime bir ferahlık yayıldı. Bu müjdeyi veren Efe’ye, ‘Sevinin Mehmed’im’ diyen Üstad Necip Fazıl’a Fâtihalar ve İhlaslar okudum. Zaten Allahu Teâlâ Kur’ân-ı Kerîm’de, sevgili Peygamberim de hadis-i şeriflerinde ümitsizliği yasak ediyorlar, ama biz bazen sabırsızlanıyor ve karamsarlığa düşüyoruz. O zaman da Kur’ân âyetleri ve hadis-i şerifler imdadımıza yetişiyor. Kurân’ı ve Hadis’i iyi anlayan âlim ve fâdıl kişiler, bize yol gösteriyor. Allah, kendilerinden razı olsun! Âmin!

Necdet Bey! İnanıyorum ki, Yüce Allah, sizin ve sizin gibi samimi arkadaşların içten ve gönülden yaptığı çalışmaları bereketlendirecektir. Bu bereket, İslâm âleminin kurtuluşuna vesile olacaktır. Bu halkanın başında olan ve yıllar önce aramızdan ayrılan Mustafa Özden, Salih Âşık, Dr. Kubilay Örten ve diğer arkadaşlarımızın çalışmalarının bereketi, bizi bu noktaya getirdi. İnşâallah, Bahaddin’in, senin ve sizin gibi samimi arkadaşların çalışmaları da bizi daha güzel günlere götürecek. İnşâaallah, o günler yakındır. Sözlerimi bitirirken, oğulların Emre’ye, Talha’ya ve annelerine, ağabeyin Vahdettin beye, yeğenin Prof. Dr. Davut Yaylalı bey kardeşime ve diğer yakınlarına başsağlığı dileklerimi iletir, sana da Yüce Rabbimden bol bol rahmetler dilerim. Mekânın cennet olsun kardeşim!

Bir yorum yazın