Temmuz sıcağında Ramazan yaşayanlarımız bilir. Bitmek tükenmek bilmeyen bir günde, şafakla birlikte güne ot toplamakla başlayan, güneşle beraber tırpan elinde akşama kadar mütemadiyen sallanıp duran bir rençperin orucu “Susuz Oruç”tur. Doğru, her oruç susuzdur, ama temmuz sıcağında tırpan sallayan memleketim insanının, bir NBA maçının tamamını oruçlu olduğu için su içmeden oynayan Nijeryalı efsanevi basketbolcu Hakeem Olajuwon’un orucu daha bir susuzdur.

Biliyorum, iftarınızı Cola ile açmıyorsunuz. İftarı suyla açmak sevaptır, öyle değil mi? Buzdolabı yoksa soğuk su da yoktur. Ama nice delikanlılar, babasına annesine iftarda soğuk su içirebilmek için 3030 metrede Akdağ’ın zirvesinde “kürtük” halinde buzlaşmış haldeki karı heybelerine doldurur da getirirdi.

Biz ilkokul çağındaki çocuklar ise ellerimizde ibrikler ve güğümlerle çaydan, çermeden, Dana Pınarı’ndan tam iftar saatinde sofrada olacak şekilde soğuk su taşırdık. Tam saatinde sofrada olmalı. Erken gelirsen su ısınır, geç kalırsan iftar edilmiştir, soğuk suyun bir anlamı kalmaz. Saatimiz yoktu, ama iftara ne kadar var gölgeden anlardık. Şimdi güneş görmeden sadece saatlerine bakarak yaşayanları düşündükçe… Her neyse!

Ramazan

İftar öncesi tatlı bir telaş misafir karşılamalar, yemek göndermeler, radyodan Kur’an dinlemeler vb. ama çocukların görevi başkadır. Elektriğin dolayısıyla hoparlörün olmadığı imamın müezzinin saf sesiyle gönüllerin derinine okuduğu ezanı hane halkına bildirmek çocukların göreviydi. Bacada, pencerede ezanın tam duyulduğu bir yerde ezanı işitmek ve “Oruç kaçtiiiii, Çukurtarla’yı bir aştiii” diye avazı çıktığı kadar bağırmak çocukların en büyük eğlencelerinden biriydi kuşkusuz. Sonrası malum…

Şimdi olduğu gibi, öğle, ikindi ve yatsı öncesi mukabeleler, Teravih namazında aşkla şevkle okunan salâvatlar Ramazanın manevi bereketini katmerleştirirdi. Sezai Karakoç, “Oruç da acıkır” demişti. Orucu ancak, elinden gelen her türlü ibadet, taat, zikir ve iyiliği esirgemeyen insanlar doyurabilirler. Şimdinin birçok insanındaki laubali ve bir zorunluluk hissiyle verilen ve belki de unutulan fitreleri, Ramazan’ın en önemli ibadetlerinden biriydi. Biz çocuklara düşen ise kendi fitremizi de sağ elimize alıp sol elimize göstermeden ihtiyaç sahiplerine ulaştırmak idi. Bu bereket ve rahmetin bir nişanesiydi.

Sahura kalkamayıp “sabaha kalmak” ve mahalledeki komşuların diline düşmek de var işin içinde… Büyükler bir yolunu bulur da kalkmak için, çocukların işi zordu. Cep telefonunun çalar saati olmayınca sahura kalkmak için çırpınan bir çocuğun yaptığı en iyi şey neydi, biliyor musunuz? Kadir ağabeyin zekâsı işte. Ayağının başparmağına bağladığı bir ipin diğer ucunu sofraya bağlamak… Evin annesi sofrayı alınca başparmağını çeken ip de onu uyandıracak. Büyük bir ihtimalle sironu, erişteyi, makarlamayı, hingeli ya da ne bileyim hasutayı, düğmeçi, haşılı, tirit veya umacı kaçırmak istemiyor, bahtına ne çıkarsa artık?

İşte böyle bir sabah öğleye kadar zar zor dayanan öğle ezanıyla birlikte tekneden aşırdığı ekmekleri yiyen çocuğun orucu da “Tekne Orucu”dur. “Çocukların abdestlerini Hz. Ali almıştır.” derdi amcam. Herhalde tekne orucunun devamını da Hz. Ali tutmuştur, bilemem. Ancak bunun çocukların oruca alıştırılmasında önemli bir aşama olduğunu biliyorum.

Ramazan ve oruçla ilgili çok şey yazılabilir. Ancak ben son olarak şunu yazacağım. Yatılıda kalırken okulun yüz kişisini de iftar saatinde bir şekilde evlerinde ağırlayan Oltuluları hala her arkadaş minnet ve şükranla anıyor.

Her Müslüman Ramazan’ını rahmet ve bereketli kılmak için çabalamalıdır. İsteyen bu yazıyı, “Nerede o eski Ramazanlar” yazısı olarak okuyabilir, ama asla ve asla bir Cola reklâmı değildir.