80’li yılların sonu… İlkokul yıllarımız… Hayatın yeni yeni dimağlarımıza sanat kavramını kazımaya çalıştığı yıllar… Okul sıralarında, öğretmenlerimizin ve ders kitaplarımızın çabalarıyla, köy dışında bir yaşamın olduğunun farkına varıyoruz henüz. Ara sıra da, 25 Mart dolayısıyla izinli veya kaçak olarak gittiğimiz Oltu, zihnimizde oldukça farklı bir yer işgal ediyor.

Televizyon mu dediniz? Köy sınırlarından daha yeni giriş yapmış ve bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar az. Onun yerine DELTA marka radyolardan yayılan “YURTTAN SESLER” programıyla farklı bir şeyler duyuyoruz. Bugün bile hâlâ zihnimin en sağlam yerlerinde otağ kurmuş, haber sunucularının hiç değişmeyen ses tonlarıyla “TRT HABER BÜLTENLERİ” var bir de. Ve duyunca nedense mide bulantısına engel olamadığım “ŞİMDİ HAFİF MÜZİK” programı.

Niye anlatıyorum bütün bunları?

Köy dışında bir yaşamın varlığına bu kadarca vakıf olduğumuz zamanlar.

Siyah önlüklerimizin yakaları ve düğmeleri çözülmüş bir halde okuldan dönüyoruz. Çoğumuzun elinde zorla taşıdığımız tahtadan bavullar. Gerçi okula giderken güzel oluyor çünkü Su Deresi’nden aşağı kızak olarak kullanıyoruz bu bavulları.

Su deresinin -çok emin olmamakla birlikte- yeni döşenmiş taşlarını adımlayarak eve dönüyoruz.

Yolumuzun üstünde bir toprak dam(bizim dilimizde baca), bu damın bitişiğinde bir ambar… Bu ambarın batı duvarında kocaman bir tuval… Tuvalin başında ise saçları bile bizim köyün insanlarına benzemeyen bir adam… Elinde fırçası, günün belli saatlerinde çalışıyor. Akşam okul dönüş saatlerini iple çekiyorum. Çünkü genelde o saatlerde çalışıyor. Her gün biraz daha tamamlanmaya doğru giden resim, bir cami resmi. Özellikle Diyanet takvimlerinin arka fonunda çokça kullanılan resimlerden biri. Şimdi emin değilim: Süleymaniye mi, Sultanahmet mi yoksa Selimiye mi?

Günler ilerliyor ve resim ortaya çıkıyor. Tek kelimeyle muhteşem. Epey bir mesafeden gördüğüm halde bunu anlayabiliyorum. Efsunlu bir halde beni kendisine çeken bu resmi yakından görmeyi çok istiyorum ama o baca, o ambar ve o resim ulaşılmaz bir kutsal halini alıyor. Çocuk olduğum için, köyümün insanlarına benzemeyen bu ressama gidip, resmi yakından görmek istediğimi söyleyemiyorum.

Resim tamamlandıktan sonra üzerine kocaman beyaz bir çarşaf geriliyor. Birkaç akşam okul çıkışı resmin tamamlanmış halini uzaktan da olsa görebilirim ümidiyle geliyorum ama beyaz çarşaf hâlâ orada. Hayal kırıklığıyla gidiyorum eve. Ve bir akşam, ümidim tamamen yıkılıyor. Çünkü resmin yerinde ambarın tahtalarını görüyorum. Resim gitmiş ama nereye gittiğini soracak cesaretim olmadığı için öğrenemiyorum.

Yıllar sonra Erzurum’da üniversite okurken, tesadüfen o resme rastlıyorum. Rahmetli Neşet Hacı’nın kereste atölyesinin duvarını süslüyor. Biraz solmuş olsa da hâlâ aynı güzelliğini koruyor.

Bu süreci yaşarken bir yandan da ressam hakkında bilgi topluyorum. Kim bu adam?

Ünal abi, o zamanlar köyde olduğu için onu biliyoruz ve bu sıra dışı adamın Ünal abinin abisi olduğunu öğreniyorum. Nedense kafamda pek bir yere oturmuyor bu bağlantı.

Bir gün, dayımların evin duvarında, karlı dağlar ve karlı çam ağaçları temalı bir yağlı boya resim görüyorum. Dikkatle bakıyorum, resmin altındaki isim tanıdık geliyor: “NECATİ ACAR”

O çocuk kafamda, bizim köyümüzden bir ressam çıkması tuhafıma gidiyor nedense. Sanki köy insanı öğretmen olur, imam olur hatta doktor bile olur ama ressam olamaz gibi ilginç bir düşünce.

İşte köyümüzden çıktığı halde sanatını insanların gözüne sokmayan bir ressam Necati abi. Bütün gerçek sanat adamları gibi iç dünyasında yoğun yaşayan bir adam.

Hakkında birkaç ufak bilgi vermek gerekirse: Necati abi, 1950 yılında köyümüzde dünyaya gelir. İlkokulu köyde okuduktan sonra, rahmetli İnce Hoca’dan hafızlık yapar. (Bu bilgiyi de yakın zamanda yeğeni Atılhan’dan öğrendim ve açıkçası şaşırdım)

Askerden sonra Libya’ya gider çalışmak için. (Bizim nesil babalarından dolayı bu Libya gurbetlerini çok iyi bilirler.) Libya’da tanıştığı İtalyan bir ressamın yanına, çalışma saatleri dışında gidip gelerek resim yapmayı öğrenir.

Neden böyle bir sanatı hayatının merkezine koymadın, diye sormuştum. Yıllar önce Bursa’da bir dükkan açtığını ancak yürümediğini söylemişti.

Herkesin köy işleriyle uğraştığı dönemde o hep uzaktı tarladan tapandan. Yıllarını gurbetlerde inşaatlarda geçiren ressamımız, emekli olduktan sonra tam bir rençber olarak hayatına devam ediyor köyde.

Şimdi düşünüyorum: Neden girişken insanlar değiliz biz? Birileri boş çerçeveyi binlerce liraya satarken, bizim insanımız, mücessem sanatlarıyla kendi kabuklarında yaşarlar.

Yine de henüz çok geç değil. Eğer varsa resim tutkusu olan insanlarımız, ressamımızla iletişime geçip yaptırabilirler.

Kendisine hayırlı bir hayat diliyorum.