İKİ SERÇE BİR GÜVERCİN

1953 yılında; Erzurum ili, Oltu ilçesi, İnci köyünde doğmuşum. Nüfus kütüğüne bir yıl sonra yani 1954 yılında kaydetmişler. Ben de 1954 doğumlu olmuşum. 1960 yılının Eylül ayına kadar doğduğum köyde yaşadım, çocukluk yıllarım bu köyde geçti. İlkokul birinci sınıfı köyde okudum. Ben, birinci sınıfta okurken babam da köyün imamıydı. Babam, 1960 yılında Oltu Birlik Câmii imamlığına tayin edildiği için biz de o yılın eylül ayında ailece Oltu’ya taşındık.

Köyde geçen çocukluk günlerimi hiç unutmadım. Çocukluğumuz önce evde, sonra kapı-bacada, sonra medresede, sonra okulda, sonra da arazide geçti. Çocukluğumuzun evde geçen dönemlerinde anne, baba, dede, nine, amca, aba, kardeşler ve amca çocukları ile beraber olurduk. Bir yaramazlık yaptığımızda annemize ve babamıza karşı dedemiz ve ninemiz bize kol kanat gererdi. Biz de onların himayesinde kendimizi dokunulmaz hissederdik. Amcalarımız ve abalarımız bizi kendi çocukları gibi severlerdi. Çocukluğumuzun dışarıda, yani kapı-bacada, geçen dönemi daha zevkli geçti. Komşularımızın çocukları ile oynayarak vakit geçirmeye doymazdık. Her mevsimin kendine göre bir oyunu olurdu: Kış aylarında buz üzerinde topaç çevirir, bahara doğru annelerimizin yaptığı toplarla karı erimiş ve toprağı biraz kurumuş bacalarda oynardık. Bir çulun üzerine sıkıca sarılmış ipliklerden yapılmış toplar ile bakalım kaça kadar sayacağız diye yarışırdık. Yarışı topu iyi olanlar kazanırdı. O zaman sünger toplar çıkmamıştı veya vardı da henüz köylere gelmemişti. Bastik ve holla-çelik de oynadığımız oyunlar arasındaydı.

Mahallemizin çocuklarıyla, bizim misafir odası ile Büyük Hafız dayımın evinin arasındaki boşlukta, yani bizim ahırın bacasında oynardık. İyi olurdu, bu oyunlar sayesinde bacalar da iyice basılır ve yağmur yağınca akmazdı. Yağmur yağdığı zaman da ambarların altında oynardık.

Ambarlar, çok kalın direkler üzerine kurulmuş ve altları boş bırakılmıştı. Ambarlara merdivenle çıkılırdı. Herkesin ambarı evinin önünde olurdu. Böylelikle ambarların altında uzun bir koridor meydana gelirdi. Zöhre Nenegilin Şerif Ağırman’ın evinden Hayta Mehmet eminin evine kadar uzun bir koridor vardı. İşte bu koridor yağmurlu günlerde bizim oyun alanımızdı. Burada bir de tandır vardı ama bilindiği gibi tandırlar kışın yanmazdı. Bizim ev ile İshak eminin evinin arasında olan tandır ilkbaharda yanmaya başlardı. İlkbaharın ve son güzün yağmurlu ve soğuk günlerinde akşamları mahallenin çocukları ile tandıra asılır, hem ısınır hem de sohbet ederdik. Bu sohbetlere doyum olmazdı. Yaşça bizden büyük olan Hasan Ağırman, bu sohbetlerin vazgeçilmez konuşmacısıydı. Bizim mahallede kış mevsiminde Haytagilin fırın yanardı, mahallenin kadınları ekmeği orada pişirirlerdi. Bazen de patates ve kabak atarlardı fırına, o da çok güzel olurdu.

Çocukluğumun unutamadığım hâtıralarından biri de ramazan hâtıralarıdır. Benim çocukluk yıllarımda ramazanda köyün yaşlıları akşam namazını câmide kılar, ondan sonra evlerine iftara giderlerdi. Cemaat, ezan okunmadan yarım saat kadar önce gelirler, câminin önündeki yerlerini alırlar ve namaz vaktine kadar sohbet ederlerdi. Kimisi ayakta, kimisi de câminin duvarı boyunca uzatılmış oturaklara oturmuş oldukları halde sohbet ederlerdi. Murtaza emi, vakit geldi mi diye sık sık saatine bakardı. Herkeste saat yoktu, ancak birkaç kişide vardı. Akşam ezânını ya Tâhir emi veya Ferhat Hefle (Helfe) okurdu. Biz; bacada oynar, arada sırada Feyzullah Çavuş’un evinin arasından Tâhir emide veya Ferhat Hefle’de bir hareket var mı diye bakardık. O zaman câminin giriş kapısı doğu tarafındaydı. Tâhir emi veya Ferhat Hefle minâreye çıkmaya başlayınca köyün çocuklarında bir heyecan başlardı. Minârenin omurgası uzun ve kalın bir ağaç, merdivenleri de tahta olduğu için bazen ayak seslerini duyardık. Ezan okuyacak kişi şerefeye çıkınca heyecan da zirveye çıkardı. “Allâhu ekber” sesi duyulunca köyün bütün çocukları: “Oruç kaçtııı!” diye bağırırlar ve bu sesten köy elli altıya giderdi.

İnternetten çıkardığım kadarıyla benim üç yaşında olduğum 1956 yılının Ramazan Bayramı, 12 Mayıs Cumartesi gününe, 1957 yılının Ramazan Bayramı 1 Mayıs Çarşamba gününe, 1958 yılının Ramazan Bayramı 20 Nisan Pazar gününe, 1959 yılının Ramazan Bayramı 9 Nisan Perşembe gününe, 1960 yılının Ramazan Bayramı da 29 Mart Salı gününe denk gelmektedir. Yani benim çocukluğumun ramazan ayları: mart, nisan ve mayıs ayının ilk günlerine denk gelmektedir.

1960 yılının Ramazan ayında birinci sınıfa giden bir talebeydim. Bu ayda köyün içindeki karlar erimiş olurdu. Biz çayı geçer, Karşı’da derelerin içinde kalmış karlardan sitillerle iftara kar getirirdik. O zaman köyün içindeki çeşmeler yoktu. Haliyle evlerde akan musluklar da yoktu. Kadınlar ve kızlar çaydaki gözeden küleklerle su taşır ve kurunları doldururlardı. Kadınlar için zor ve zor olduğu kadar da neşeli olan işlerden biri de su taşımaktı. Onlara sorarsan su taşımak zordu ama gözenin başında ve yol boyunca yaptıkları sohbetler doyumsuzdu. Biz çocuklar, Karşı’dan kar getirdikten sonra iftara doğru da Hocagilin bacada toplanır ezanı beklerdik. Herkes elindeki topla oynar, ara sıra câminin kapısına gider saati olanlara iftara kaç dakika kaldığını sorardık. Biz o zaman oruç tutamayacak kadar küçüktük. Bizim iftarı beklememizin ayrı bir sebebi vardı. O da ağız ağıza verip: “Oruç kaçtııı!” diye bağırmaktı. O zaman herkeste saat yoktu. Belki köyde birkaç kişide saat vardı. Kol saati yoktu, cep saati vardı. Onlar bozulunca da tamirlerini Murtaza emi yapardı.

İlkokul birinci sınıfı 1959-1960 eğitim-öğretim yılında köyde okudum. Öğretmenimiz Yahya Bey, beş sınıfı birden okuturdu. Köyün girişinde yani köprünün başındaki okul binamızın bir salonu üç odası vardı. Odanın biri öğretmenin evi diğer ikisi de sınıf olarak kullanılıyordu. Birinci sınıf, dördüncü sınıf ve beşinci sınıf bir odadaydık. Birinci sınıflar olarak biz pencere kenarında yani köprü tarafında otururduk. Dördüncü ve beşinci sınıflar da duvar kenarında otururlardı. Arada da öğretmenimizin gezebileceği kadar bir boşluk vardı. Beşinci sınıflar arka sırada otururlar, dördüncü sınıflar da tahtaya doğru yani ön sıralarda otururlardı. Öğretmenimiz biraz bize ders anlatır, biraz dördüncü sınıflara ders anlatır, biraz da beşinci sınıflara ders anlatırdı. Ders anlattığı sınıf, öğretmeni dinler; diğer sınıflar da serbest çalışırlardı. İkinci ve üçüncü sınıflar da diğer odada ders yaparlardı. Öğretmenimiz bu iki sınıf yani iki büyük oda arasında gider gelirdi. Sabahleyin okula giderken elimize sobada yanabilecek bir odun alır giderdik. Sınıflar soba ile ısınırdı. Sobaların odunlarını da öğrenciler getirirdi. Öğleden sonra giderken de odun götürüp götürmediğimizi hatırlayamıyorum. Ben, birinci sınıftayken Yakup Acar, Mustafa Acar, Kahraman Acar, Mevlüt Acar ve Osman Çelebi beşinci sınıftaydılar. Dikkat ederseniz bunların üçü rahmetli olmuş, ikisi yaşıyor. Allah, onlara da uzun ve bereketli ömür versin.

Yahya öğretmen, çok ciddi ve tecrübeli bir öğretmendi. Köylü ile kaynaşmasını da bilmişti. Hanımı Pamuk abla da öyleydi. O da köylü hanımlarla çok iyi anlaşırdı. Orhan adında küçük bir çocukları bizim köyde öldü ve köyün mezarlığına defnedildi. Pamuk ablanın “Orhan!!! Orhan!!! Orhan!!!” diye ağladığını çok iyi hatırlıyorum. Yahya Bey, bizim köyden ayrıldıktan sonra Ankara’ya gitti. 1967 yılında babamla Ankara’ya gittiğimizde kendisini bulup ziyaret etmiştik. Bizimle çok ilgilenmiş ve yakınlık göstermişti.

Ben, ilkokulun birinci sınıfını köyde okudum. Diğer sınıfları da Oltu’da Karabekir İlkokulu’nda okudum. Şubat ve yaz tatillerinde köye gelirdim. 1964 yılında da Erzurum İmam Hatip okuluna başladım. O zaman da şubat tatillerini Oltu’da, yaz tatillerini de köyde geçirirdim. Rahmetli Şevket amcamın hodağıydım; herg başlamadan köye gelir, harmanları bitirdikten sonra dönerdim. Mısırların sökülmesine kalamazdım. Hem hodaklık yapardım hem de köyün imamı Osman Çelebi’den Kur’ân-ı Kerim, Emsile ve Bina okurdum. Daha çok da herg ile harmanlar arasındaki boşlukta okurdum. Osman Hoca’nın ve Topal Yusuf Hoca’nın çevre köylerden hafızlık yapan talebeleri vardı. Onlarla da çok iyi arkadaşlık ederdik. Hoca olmadığı zaman da medresenin altını üstüne getirirdik.

1967 yılının yaz tatilinden sonra köye gidemedim. Artık Servet ve İbrahim büyümüş ve hodaklılık yapacak yaşa gelmişlerdi. Ben de 1968 yılının yaz aylarında İstanbul’a gitmiştim. İstanbul’dan izne geldiğimde kısa vadeli olarak köye uğrar yakınlarımı, arkadaşlarımı ve köylülerimi ziyaret ederdim.

Çocukluğumdan beri köyde geçirdiğim günleri hiç unutmadım. Okula başlamadan devam ettiğim medreseyi ve medrese arkadaşlarımı, Topal Hoca’dan okuyan hafızların köyü arı kovanı haline getirdiklerini, mahallemizdeki Mustafa Ağırman ve Kâmil Çelebi’nin ezber yapmalarını, bu ekibin cuma namazından önce okudukları Salâtü selâmları, ilkbaharda körpe otardığım günlerin hâtıralarını, yağmurlu günlerin akşamlarında mahalledeki arkadaşlarla tandıra asılmamızı, aşağı yukarı bir ay devam eden hergetme günlerindeki hâtıralarımızı, üçüncü haftanın cuma günü Orcukdere’de yediğimiz kızılpeyniri, herg ile harmanlar arasında arkadaşlarla oduna gittiğimiz günleri, gem sürmeyi, kesmügün üzerinde oturup mısır ve kabak yemeyi, merekteki samanın üzerine atlamayı hiç unutmadım.

Bahar ve güz mevsimlerinde köyün davar sürüleri karşı keşe düzüldüklerinde çıkardıkları zil ve danko seslerini ve arkasından köyün semalarına yükselen çobanın tulum sesini de unutmadım. Harman mevsiminde ikindiden sonra öküzleri alıp yakın yerlerde otarmamızı ve bu sırada arkadaşlarla oynadığımız oyunları unutmadım. Öküzleri otarmak için Gölyer’e götürdüğümüzde Yasin’in Kavaklığı’ndaki ağaçların o güzel sarı yaprakları hâlen daha gözümün önündedir. Aman Allâh’ım! O, nasıl bir güzellikti! Bir tarafta Büyük Göl, bir tarafta yeşillik, bir tarafta da kavakların sarı yapraklarından oluşan o güzel manzara her zaman gözümün önünde duruyor. Hele çocukluk arkadaşlarımı hiç unutmadım. Şimdi sizi onlarla tanıştıracağım.

Yasin Emigilin Kavaklık

Ben, kapı-bacada oynayacak yaşa geldiğimde bizim mahalledeki arkadaşlarımla oynamaya başladım. En yakın arkadaşım rahmetli Hüsnü Çelebi’ydi. Hüsnü ile ben aynı yaştaydık. Şevket amcamın oğlu Servet, Rıfat amcamın oğlu İbrahim, Hüsnü’nün kardeşi Ahmet, Feyzullah dayımın oğlu Kâmil ve Küçük Hafız dayımın oğlu Ali, bizden bir-iki yaş küçüktüler ama kapı-bacada onlar da bizimle birlikte oynarlardı.

Bu arkadaşlarımızdan Kâmil ve Ali, küçük yaşta serçe gibi uçarak cennete gittiler. Kâmil, dört yaşında tifo hastalığına yakalandı ve bu hastalıktan vefat etti. Kâmil’den altı ay büyük olan Ali, onun ölümüne hiç dayanamadı ve gece gündüz: “Baba, git Kâmil’i getir!” diyerek ağladı durdu. Babası Küçük Hafız dayım: “Oğlum, Kâmil öldü; üzerine taşları koyduk.” dese de o yine: “Git, taşların altından Kâmil’i çıkar da getir!” der ve ağlardı. Bu ikisi, aynı âile içinde birbirleri ile çok iyi geçinen ve devamlı beraber oynayan amca oğullarıydı. Kâmil’in ölümünden bir ay sonra da Ali yanarak öldü ve o da serçe gibi uçarak cennete gitti. Ali’nin ölümü çok acıklı oldu. Yakınlarını, bizi, mahalleyi ve bütün köyü yasa boğdu. Akşam namazından önce herkes mallarını kayırırken çocuklar evde kalırdı. Ali de o saatte teyzesinin evinde oynarken kaftanı yani entarisi ocaktan ateş almış ve söndürülememiş. İnsanlar yetişip söndürdüğünde Ali, epeyce yanmış ve ölümcül yarayı almıştı. Ali, sabaha kadar ağladı ve o gecenin sabahında vefat etti. Sabaha kadar biz de onunla ağladık. O zaman erkek çocuklar da okula gidinceye kadar entari giyerlerdi. Evde büyüklerin olmadığı bir saatte ocağın başında oynarken entarisi ateş almış ve Ali, ateşi söndürememiş. Bu olay, evlerde sobanın olmadığı veya olsa bile sobadan daha çok ocağın yandığı bir tarihte oluyor. O zamanlar evlerde devamlı ocaklar yanardı. Ocağın üzerinde hem yemekler pişirilir hem de ev ocağın ateşi ile ısınırdı.

Kâmil, çok güzel ve sevimli bir çocuktu. Hem kendi âilesi içerisinde hem de mahallede çok sevilirdi. Ali de şen ve şakrak bir çocuktu, kendini sevdirmesini becerirdi. Bir gün Büyük Hafız dayımın evine Alatarla köyünün muhtarı Molla ile Esenyamaç köyünün muhtarı Kadir Ağa, misafir olarak gelmişler. Yemekler hazırlanmış ve sofra kurulmuş. Sofraya üç tane kaşık konulmuş. Misafirler ve ev sahibi hem yemek yer hem de sohbet ederlerken Ali, bir ara fırsatını bulup Molla’nın kaşığını almış ve yemeğe girişmiş. Kadir Ağa, bu durumu fark etmiş ve yemek yemeğe devam etmiş. Kendini sohbetin havasına kaptıran ve kaşıksız kalan Molla: “Arkadaş, benim de kaşığım vardı ama ne oldu acaba?” demiş. Kadir Ağa başlamış gülmeye. Molla: “Arkadaş niye gülüyorsunuz? Gerçekten kaşığım vardı.” demiş. Ali ise hiç bozuntuya vermeden yemeği kaşıklamaya devam ediyormuş. Mesele anlaşılınca başlamışlar gülmeye. Ali, işte böyle bir çocuktu.  

Küçük yaşta kaybettiğim ve unutamadığım arkadaşlarımdan biri de rahmetli Mahmut eminin oğlu Ahmet Akyüz’dür. Ahmet, bizim alt mahallede otururdu. Amcalarının oğulları Ali ve Osman, ondan üç-dört yaş küçük oldukları için Ahmet de bizimle oynardı. Ahmet, bizden bir-iki yaş büyüktü ama harmanlarda ve kapı- bacada beraber oynardık. Ahmet de şen  şakrak bir arkadaştı, bizim neşe kaynağımızdı. Kabanın başına ve yakın yerlere birlikte oduna giderdik. Babası devamlı gurbete gittiği için evin işlerini Ahmet ve annesi Zinnet abam birlikte yaparlardı. O da 14.07.1964’te on üç yaşında iken vefat etti ve bir güvercin gibi uçarak cennete gitti. Diğer iki arkadaşım serçe gibiydiler. Ahmet, onlardan biraz büyüktü, o da güvercin gibi uçtu gitti. Ona neden güvercin dediğimi şimdi öğreneceksiniz. Rahmetli Ahmet hakkında bir yazı yazmak istediğimi eniştesi Yusuf Akçay’a söyledim ve kendisinden yardım istedim. “Aile içinde Ahmet hakkında konuşulanları ve bildiklerinizi bana anlatır mısın?” dedim. Yusuf, bana şunları anlattı:

“Ahmet’in annesi rahmetli Zinnet yengem, oğlu hakkında şu hatıraları anlatırdı: “Ahmet, yaşıtlarına göre daha iri yapılı, neşeli, çalışkan ve hayat dolu bir çocuktu. Kur’ân-ı Kerîm okumayı çok severdi. Ağa Mustafa’nın ve Ağa Mehmet’in annesi olan Münire nineden Kur’ân-ı Kerîm dersleri alırdı. Okuduğu her sayfanın arasına bir çiçek koyardı. Yoksulluktan dolayı Esenyamaç, Subatık ve Ballıca gibi yakın köylere az bir yiyecek karşılığında birer hafta hodaklık yapmaya giderdi. Babası gurbette olduğundan dolayı evin ihtiyaçlarını gidermek için benimle birlikte tarlaya gelir çalışırdı. Ot ve ekin biçmeye Ahmet’le birlikte giderdik. Evimizin kışlık odununu o getirirdi. O günkü hayat şartlarından dolayı evin bütün sorumluluklarını o üstlenmişti. Yine bir hodaklık sırasında hastalandı ve bir hafta yatakta yattı. İyileşmeyince öküz arabasına yatak serip Ahmed’i yatırdık ve bir ikindi vakti Oltu’ya gitmek üzere yola çıktık. Gecenin saat üçünde o zaman Oltu’da tek doktor olan Hamdi Bey’in kapısını çaldık. Doktor Hamdi Bey muayeneden sonra: “Çok geç kalmışsınız, kazma küreği mezarlığa koyup gelmişsiniz.” dedi ve bir iğne yaparak bizi geri gönderdi. Ahmet, dönüş yolunda İğdeli köyü yol ayırımında vefat etti. Vefat etmeden önce şunları söyledi: “Gökten bana doğru bir çift öküzün geldiğini ve üzerimde bir sürü beyaz güvercinlerin uçtuğunu görüyorum.”

Şimdi anladınız değil mi, bu yazının başlığını neden “İki Serçe Bir Güvercin” koyduğumu. Evet, arkadaşlarımın ikisi serçe gibi biri de güvercin gibi uçarak cennete gittiler. Serçeler uçtuktan sonra biz de Hüsnü’nün anneannesi Nuriye ninenin evinde oynayarak kışı geçirdik. Mollagilin ev ile Beşir eminin evinin arasında olan bu evde Hüsnü, Mevlüt, Necati ve Neşet ile beraber oynardık. Bildiğiniz gibi bu arkadaşlarımdan Neşet de genç yaşında ve gurbette rahmetli oldu. Makamı cennet olsun. Âmin.

Bu yazıyı okuyanlardan üç şey istiyorum.

1-Bu yazıyı yazarken Feyzullah Çelebi ve Yusuf Akçay bana yardımcı oldular. Onlara çok teşekkür ediyorum. Bu bilgilerde yanlışlık ve eksiklik varsa lütfen düzeltin.

2-Benim unuttuğum yerler varsa siz tamamlayın.

3-Bu yazıda adı geçen ve rahmetli olan arkadaşlarıma birer Fatiha okuyun.

Loading

Bu yazıyı derecelendirmek için tıklayın!
[Toplam: 26 Ortalama: 4.7]

Bir yorum yazın

İsim girişi zorunlu, E-posta girişi isteğe bağlıdır. E-posta hesabınız yayımlanmayacaktır.

21 Yorum

  1. Zakir ALKAN

    Çok değerli Hocam, berrak bir hafızanızın var olduğunu biliyorduk. Ama çocukluk yıllarını bu kadar net hatırlamak başka bir meziyettir ve Allah vergisidir. Galiba SILA-I RAHİM dediğimiz duygu bu olsa gerek. Topraktan kopmamak, geçmişten, çocukluktan, dost ve akrabadan kopmamak işte bu.
    Hocam, Allah sizi başımızdan eksik etmesin.
    Bu çocukluk dönemi hatıralarının devamını da hararetle bekliyoruz.

    Bu vesileyle, (hocamın affına sığınarak) emekli olan Mevlüt Akçay hocamdan ve eli kalem tutan, hatırası olan tüm köylülerimizden istirhamımızdır. “hatıralarınızı ne zaman okuyacağız, kaybolan yaşanmamış gibidir.”
    Sizden de hatıra yazıları bekliyoruz.

  2. Hasan Aktaş

    Muhterem hocamın fakültedeki odasına uğradığımda sık sık köyle ilgili bahisler açılır ve konuşulurdu. Bu yazıda da hocamın köydeki yaşantısıyla ilgili yoğun bir nostalji göze çarpıyor. Kanaatimce bu duygu yoğunluğunu iki faktörle açıklamak mümkün: Çoğu insan Allah’ın büyük bir duygu berraklığı ve hayal zenginliğiyle donattığı çocukluk döneminde yaşananları hasretle anar. İkincisi de köy ortamının sıcak ve canlı sosyal dokusunun ve tabiatla yoğrulmuş muhitinin hatıralarda kalıcı izler bırakmasıdır.
    Bu yazı vesilesiyle kıymetli hocama hayırlı ve bereketli ömürler temenni ediyorum.

  3. Selami Cengiz

    Sayın Hocam kaleminize, yüreğinize sağlık. Allah tüm geçmişlerimize rahmet etsin, mekanları cennet olsun inşallah.

  4. Kömürcüoglu Kadir Altaş

    Hocam gönlüne yüreğine kalemine sağlık
    O gunleri yeniden yaşadım. Ali nin yandığı anda annesi Nezife bacımin Nebile abamin feryatları kulaklarımda hala çınlar bu olaylar karşısında bir Yusuf hocamın hanımı Hedise abamin arabayla Oltu ya götürülüşü Ahmet in de araba ile Oltu ya götürülüşü ve Ali ninferyatlar içinde ki çaresizliği o zaman anladim.Üçünede çok ağlamıştım
    Hedise abam da Ali de Igdeli köyünün önünde aramızdan ayrıldılar
    Hoş görünüze sığınarak Ahmet le ilgili bir iki animida ben ifade edeyim.
    Hatice nenem inevi onlarin kapıda olduğu için günlerimizin çoğu beraber geçti.
    Ahmet çok saf ve temizdi.Kimseye bir şey diyemez hep boynu bükük dururdu.Arkadaslar arasında encok bana güvenir bana sığınırdı. Öküz leri otarmaya gittiğimizde hemen benim yanima gelirdi.Bande onu korurdum
    Araba ile Oltu ya götürülüşü bana Şirin emigilin yoncanin başında rastladık ikimizde birbirimize sarildik ağladık
    Ertesi gün cenazesi köye gelince cok ağladım
    Ilk Şiirimi ona yazmıştım
    Evimin onunden ırmaklar akar
    Anneler oturmuş çamaşır yıkar
    Garip anneciğim yollara bakar
    Cicegi burnunda solan Ahmet im
    Gül benzi solmadan olen Ahmet im
    Ruhları şad mekanları cennet olsun

  5. Dr .Ender Altaş

    Allah razı olsun hocam.Köyümüzün yaşantısından çok kıymetli bir kesit sunmuşsunuz bize.Biz de bu vesileyle çocukluğumuza gittik.Duygulandık.
    Bu site de bu tür yazıları daha çok görmek istiyoruz.Tekrar teşekkür ediyorum.Tüm geçmişlerimize rahmet diliyorum.

  6. Talip TOSUN

    İnsan geçmişini hele de çocukluğunu hatıra çağırınca, onlarla başetmenin bir yolunu bulmak gibi bir halin içine de düşer. Canlanan her anı, sessizce bir köşede kendisinin de görülmesini bekler. Ev sahibi yani hatırlayan için bu zor bir durumdur. Sevinçler yeniden dile gelir, yaralar yeniden kanar… Söz sahibi yeniden yoğrulur o hal üzere…
    Ne güzeldir serçeler güvercinlerle çocukluk ve bir ömür hatıralarıyla yolculuk..
    Yüreğinize sağlık, ömrünüze bereket Hocam.

  7. Şakir Akyüz

    Geçmişini çocukluk yıllarını anlatarak bizi de kendi çocukluğumuza götüren hatıralarımizı yeniden gözümüzde canlandiran saygı değer, Hocamızdan,hocalarimizdan Allah razı olsun. Çok duygu dolu bir anlatımdı.Rabbim sağlık sıhhat afiyetler versin.köyümüzden ahirete göç edenlerede Rahmetiyle muamele eylesin.

  8. Yüksel Acar

    Hocam bu kadar mı güzel anlatılır cefa dersen vefa dersen hepsi var Allah sizlere hayırlı ömürler nasip etsin

  9. Arif Acar

    Çok güzel tüm emeği geçenlerden Allah razı olsun

  10. Musa AKYÜZ

    Allah razı olsun muhterem hocam,elinize ağzınıza sağlık.Vefat eden büyüklerimize de rahmet olsun.

  11. Fatih Ağırman(Mollagil)

    Hocam gönlünüze yüreğınıze sağlık. Bilmediklerimizi sizin gibi büyüklerimiz sayesinde öğreniyoruz.

  12. Osman Nuri Karadayı

    Keşke Agirman hoca bizim köylü olaydı.

  13. Mürsel Akyüz

    Duygu yüklü mükemmel bir yazı.

    • Hüseyin Ağırman

      Hocam çok güzel ağzına ve kalemine sağlık rabbim sizin gibi hocalarımızın sayısını artırsın Sizden Allah razı olsun bunca insanın okumasına sebeb oldunuz ışık tuttunuz yol gösterdiniz
      Hüseyin Ağırman

  14. Güven AKÇAY

    Hocam elinize dilinize kaleminize sağlık. Muhteşem anılarla dolu. Duygulanmamak mümkün değil. Haddim olmayarak bir katkıda bulunmak istiyorum. Ramazan da iftar ezanı okununca evlerimize koşarken oruç gaşdi, çuhur taylayi aşdi cümlesinide biz eklerdik. Adı geçen ölmüşlerimize Allah rahmet eylesin.

  15. Mahmut Ağırman

    Tek kelimeyle muhteşem ve gerçek bir hayat. Hocam hepimizi ağlattı bu yazınız. Allah ölmüşlerimize rahmet etsin. Makamları Cennet olsun.

    • murat çelik

      rahmet geçmişlerimize. mekanları cennet olsun inşallah..

  16. Fatih Ağırman

    Hakikaten gözlerimiz doldu Allah razı olsun hocam bilmediğimiz duymadığımız abilerimizi komşularımızı öğrenmiş oldu. Rabbim cümlesine rahmet eylesin hayatta olanlara sağlık sıhhat afiyet versin.

  17. Faruk Ağırman

    Muhteşem bi yazı okumanızı tavsiye ederim

  18. Hasan ağırman

    Abi muhteşem köyde bu kadar az yaşayıp bu kadar güzel yazı tüm çocukluk ve gençlik yıllarımı hatırladım çok özel mana ve nasihatlar içeriyor kalemine ve yüreğine sağlık rabbim ömrünü ve ilmini daim eylesin

    • Kamil KAYA

      Allah razı olsun Hocam.Köy hayatının doyumsuzluğunu tekrar bize animsattiniz.Şehir hayatının bize kaybettirdi çok şeyin olduğunu anladık sayenizde.Arkadaşlik,akrabalık ve dostluk ve daha nice sayamadığımiz özlemler.Bu arada Rahmetli olmuş büyüklerimize mekanları cennet olsun diyorum.

© 2023 iNCi KöYü