Yazar: Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN (Sayfa 1 / 2)

39 kayıt bulundu

NECDET YAYLALI’YA

MEKÂNIN CENNET OLSUN NECDET BEY KARDEŞİM!

Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN

Hicrî 1400 yılına girerken farkındalık oluşturmak gayesiyle, Erzurum’dan Kayseri’ye kadar yürümek ve Kayseri’de yapılacak ‘Hicret Mitingi’ne katılmak için üç üniversite öğrencisi yola çıktı. Erzurum’dan Kayseri’ye kadar uğradıkları her yerleşim biriminde, köyde, kasabada, şehirde, yolda, dağda karşılaştıkları her insana Hicrî 1400’ü anlatacaklardı. Ben, o günlerde Iğdır’da askerlik yapıyordum. Iğdır’daki dostlarla birlikte, bizim olan gazetelerden ve dergilerden takip ediyorduk bu üç gencin şanlı yürüyüşünü. Duâ ediyorduk bunlara, gıpta ediyorduk kendilerine.

Askerliğimi bitirdiğim 1980 yılının Şubat ayından sonra bir yıl Sivrihisar İmam-Hatip Lisesi’nde öğretmenlik yaptım. O günler Afgan cihâdının olanca hızıyla devam ettiği günlerdi. Bizim olan gazetelerden ve dergilerden takip ederdik cihâd haberlerini. Meral Maruf’un mektupları, Abdülhamid Muhâcirî’nin cihâd haberleri, Erdem Beyazıt’ın seyahat hâtıraları heyecanlandırırdı bizi. Gözyaşlarıyla okurduk bu yazarların o güzel yazılarını. Uyumazdık sabahlara kadar, duâ ederdik Afgan mücâhidlerine. Cihad haberlerini öğrencilerimizle birlikte okur, gözyaşı döker, birlikte duâ ederdik mücâhidlere.

​Afgan cihadının devam ettiği sıralarda ülkemizde on iki Eylül askerî darbesi olmuştu. On iki Eylül askerî darbesi olduğunda ben, Eskişehir ilimizin Sivrihisar ilçesindeydim. Sivrihisar İmam-Hatip Lisesinde Meslek Dersleri öğretmeniydim. Soğuk bir kış günüydü, Sivrihisar’ın kuru soğuğunun yüzümüzü yaladığı bir gündü. Akşama doğru okuldan çıkmak üzereydim. Son dersten çıkıp evlerine gitmek üzere olan öğrencilerden biri, yanında uzun boylu ve esmer bir delikanlı ile öğretmenler odasına gelip bana şöyle dedi: “Hocam! Bu ağabeyi sizi arıyor, sizinle görüşmek istiyor.” Ben de delikanlıya hemen “buyurun, hoş geldiniz!” dedim. “Hoş bulduk hocam! Ben, Necdet Yaylalı, Erzurumluyum; arkadaşınız Davut Yaylalı’nın amcasıyım” dedi ve kendisini tanıttı.  Daha sonra konuşmasını şöyle devam ettirdi: “Hocam, ben, Afyon Mali Bilimler Fakültesi’nde okuyorum. Davut Bey’den öğrendim sizin burada olduğunuzu ve sizinle tanışmaya geldim.” Ben de tekrar “hoş geldiniz!” dedim ve misafirimi alıp bekâr evime götürdüm. Değerli arkadaşım Davut Bey’in amcası olan Necdet’le ruhlarımız, hemen birbirine ısındı. Kısa zamanda dost ve arkadaş olduk. Çünkü kalplerimiz aynı dâvâ uğruna çarpıyordu. 12 Eylül hareketinden kısa bir süre sonraydı bizim bu karşılaşmamız. 12 Eylül hareketiyle Türkiye’de çok şeyler değişmişti. Müslümanlar çok şeylerini kaybetmişti. Bu sebepten dolayı dertliydik, üzüntülüydük, konuşacak çok şeyimiz vardı. Necdet’le gece geç saatlere kadar konuştuk. Ortak dertlerimizi konuştuk. Necdet bir ara bana şöyle dedi: “Hocam, biz Afganistan’a gidiyoruz. Erzurum’dan bir grup arkadaş gitti; biz de yola koyulduk gidiyoruz.” Misafirimizle biraz da bu konu üzerine konuştuk. Sabahleyin Necdet’le vedalaştık ve ayrıldık. Necdet’i yolcu ettikten sonra okula geldim, derslere girdim ama gönlüm Necdet’le birlikte gitti. Necdet, Erzurum’a gidiyordu; oradan da Afganistan’a gidecekti. Kendisine imrenerek, takdir ederek, duâ ederek yolcu ettim.

1981 yılının Şubat ayında ben de Erzurum’a geldim. 1968 yılında ayrıldığım Erzurum’a dönmenin sevinci içindeydim. Erzurum Yüksek İslam Enstitüsü’nde asistan olarak göreve başladım. Yeni görevime başlar başlamaz, çevremdeki dostlarıma Hicrî 1400’de Erzurum’dan Kayseri’ye yürüyen üç genci sordum. “Hocam, onların ikisi mezun oldu; biri de Afganistan’da cihâd ediyor” dediler. “Abdülhamid Muhâcirî adıyla cihâd haberlerini Türkiye’ye iletiyor” diye de ilave ettiler. Ben de gayr-i ihtiyârî: “Ya! Bizim, dergilerdeki yazılarını severek okuduğumuz Abdülhamid Muhâcirî o arkadaş demek ha?” diyerek takdirlerimi dile getirdim. Bir ara arkadaşımızın cephede yaralandığı ve hastanede yattığı haberi geldi Erzurum’a. Öğrenci evlerinde, dost meclislerinde gece gündüz duâ ettik kendisine. Bu arkadaşımız, Bahaddin Yıldız’dı. Yıllar sonra Afganistan’da bir uçak kazasında şehid olan Bahaddin Yıldız. O, Palandöken dağlarından Kunduz dağlarına kayan yıldızdı.

Erzurum’a gelir gelmez, mesai arkadaşım ve can kardeşim Davut Bey’e amcası Necdet Bey’i sordum. O da Necdet Bey’in Afganistan’a gittiğini söyledi. Necdet Yaylalı ve Bahaddin Yıldız, diyâr-ı gurbette birbirlerine destek oldular. O günkü şartlar, bu değerli vatan evlatlarının yurt dışına çıkmalarını gerektiriyordu. Bunlarla beraber nice kıymetli kardeşlerimiz, bu vatanı gözyaşları içinde terk edip gittiler. Batıya gitmediler, doğuya gittiler. Dönerken de Afganistan, Pakistan ve İran tecrübesi ile döndüler. Türkiye’de şartlar biraz normale dönünce bu arkadaşlar da vatanlarına ve evlerine döndüler. Döndükten sonra kendileri gidip adalete teslim oldular. Şartlar normale dönünce adalete teslim olmaktan çekinmediler. Çünkü hiçbirinin suçu yoktu. Hepsi aklandı ve yeni bir hayata adım attılar. Yarım kalan tahsillerini devam ettirdiler, fakültelerini bitirip diplomalarını aldılar. Necdet Bey, Erzurum’da tanındığından daha çok Afyon’da tanınan bir arkadaşımızdı. Yıllarca orada MTTB başkanlığı yaptı, güzel dostlar ve arkadaşlar edindi.

Necdet Bey, Erzurum’a dönünce hep beraber olduk. O sıralarda Bahaddin Yıldız da Afganistan’dan dönmüş ve yarım kalan tahsilini devam ettirmek için Erzurum’a gelmişti.  Kendisiyle o zaman tanıştık. Bahaddin, aslen Sivaslı’dır. Âilesi, İzmir’e yerleşmiş ve Bahaddin 1975 yılında İzmir İmam-Hatip Lisesi’ni bitirdikten sonra Erzurum’da İktisadî İdarî Bilimler Fakültesi’nde yüksek tahsile başlamıştı. Darbeden önce MTTB’de ve Akıncılar teşkilatında çalışmıştı. Kendisini Erzurum’da tanımayan yoktur. Afganistan’dan döndükten sonra Erzurum’da herkesin yani İslamcı her öğrencinin ağabeysidir. Bahaddin ve Necdet ikilisi, Erzurum’dan yolu geçen her İslamcı gencin tanıdığı örnek iki insandır. Bu iki arkadaş Erzurum’a gelir gelmez, bizim oluşturduğumuz yapının içine girdi ve bize güç kattılar. Matematik öğretmeni Mehmet Katmer’in evinde gece sabahlara kadar sohbetler ettik. Allah razı olsun, Mehmet Bey ve kardeşleri Ahmet ile Mustafa yıllarca bize hizmet ettiler. Rahmetli Prof. Dr. Necmeddin Erbakan hocamız, hürriyetine kavuşup yeniden teşkilatlanmak için Erzurum’a geldiğinde bu evde misafir kalmış ve biz de kendisinin özel sohbetini gece geç saatlere kadar ve ertesi sabahın kahvaltısında bu evde dinlemiştik. Muhammed Emek, Yasin Şorsu, Bünyamin Çamkerten, Sadreddin Dağ, Bahaddin Yıldız, Necdet Yaylalı, İhsan Tetikçi, Cahid Ağapınar, Vahdettin Tortumlu ve diğer arkadaşlar, bu evdeki sohbetin müdavimi olan arkadaşlardı. Bu faaliyetlerin temeli Pervizoğlu Medresesi’nde atılmıştı. Ben, on iki Eylül’den sonra Erzurum’a döndüğümde bizim teşkilatların hepsi kapatılmıştı. Milli Selamet Partisi ve partinin gençlik kolları, Akıncılar teşkilatı ve MTTB, darbeciler tarafından kapatılmıştı. Yasin Şorsu ve arkadaşları ile Pervizoğlu Medresesi’nde öğrencilerin kendi harçlıklarından yaptıkları yardımlarla temelini attığımız, Ali Paşa mahallesindeki öğrenci evinde Selami Camcı ve arkadaşları ile filizlendirdiğimiz ve Abdurrahman Gazi Vakfı çatısı altında kök saldırdığımız samimi bir yapılanma, kapatılan teşkilatlarımızın özellikle de MTTB’nin yerini doldurdu. Bu yapılanma uzun yıllar üniversite öğrencileri ile ilgilendi; halen daha ilgilenmeye devam ediyor. Abdurrahman Gazi Vakfı, Erzurum’da MTTB çizgisinin ve Büyük Doğu ruhunun temsilcisidir.

Necdet Yaylalı ve Bahaddin Yıldız, Erzurum’a döndükten sonra yukarıda adı geçen arkadaşlarla birlikte Abdurrahman Gazi Vakfı çatısı altındaki faaliyetlerimiz artarak devam etti. Rahmetli Prof. Dr. Nazif Şahinoğlu hocamız ve diğer hocalarımız zaman zaman, Prof. Dr. İhsan Süreyya hocamız da devamlı bu çalışmalara destek verdiler. Hafta sonları vakıfta, hafta içi rahmetli Bahaddin’in Mustafa Kasadar ve arkadaşları ile birlikte kaldığı Mahallebaşı’ndaki evde bir araya gelir sohbet ederdik. Necdet, Bahaddin ve ben, birbirinden ayrılmayan üçlü olmuştuk. O zaman üçümüz de bekârdık. Önce Necdet Bey evlendi. Kayınpederi Hacı Selahaddin, Erzurum’da herkesin tanıdığı samimi bir müslümandı.  Necdet Bey’i çok severdi. Biz de kendisine saygı duyardık. Bahaddin’i ve beni Necdet’ten ayırmazdı. Hacı Selahaddin’in evi, hem tekke hem dergâh hem lokanta ve hem de oteldi. O da bu dünyadan erkenden ayrıldı. İnanıyorum ki, cenneti kazandı ve fazla beklemeden asıl yurduna göçüp gitti. Kendisinin ve hacı annemizin mekânı cennet olsun! Âmin!

Necdet, Gürcü Kapı semtindeki İhmal Camiinin önünde bir tabla ile ticarete başladı. Bizim uğrak yerlerimizden biri de bu tablanın başıydı, orda çay içer sohbet ederdik. Evlendikten sonra bizi evine de davet ederdi. Evinde de çok yedik, içtik, sohbet ettik. Necdet, hânedân bir âilenin evladıydı. Âilenin bu özelliğini taşırdı. Yüce Allah’ın lütfuyla ticareti de iyi gitti, işleri iyiydi. Müşterisi olan köylülerle ve gariban insanlarla çok güzel anlaşırdı. Çünkü kendisi iyi bir insandı, iyi bir müslümandı, dost canlıydı, sıcak kanlıydı. Tablasının başında hem köylülerle hem de üniversite öğrencileriyle sohbet ederdi. Kısa zamanda kendisine o çarşıda bir dükkân almak nasip oldu ve işlerini büyüttü. Artık iyi bir tüccardı. Biz de artık sohbetlerimizi açık havada ve soğukta değil, içeride ve sıcak bir havada devam ettiriyorduk. Necdet’in Emre Tuhafiye’si, Yasin Şorsu’nun Tûbâ kitabevi, Sadreddin Dağ’ın küçücük terzi dükkânı, Hacı Zeki Korucuk’un işyeri, Boyacı Ahmed ustanın sanayi sitelerindeki atölyesi bizim insanlarımızın sık sık buluştuğu sohbet mekânları olmuştu. Avukat Lütfi Esengün ağabeyimiz, başta Arap Salih ve Bahaddin olmak üzere derdi ve sıkıntısı olan müslümanlara hukukî bakımdan yardım ederdi.

İşlerinin yoğunluğu ve ticaret hacminin büyümesi Necdet Bey kardeşimizi İslâmî faaliyetlerden alıkoymadı. Devamlı bizimle beraberdi. Erzurum dışından gelen misafirlerimizle candan ve yakından ilgilenirdi. Onlara yemek yedirir, misafir eder, ilgilenir ve uğurlardı. Hele Mehmet Güney, Ali Bakaner, Arap Salih ve mezun olup gittikten sonra Bahaddin Yıldız gibi arkadaşlar gelirse Necdet’in gülleri açardı. Ben, Necdet’in İslâm’a gönülden bağlı olduğuna, samimi bir müslüman olduğuna ve samimi müslümanları çok sevdiğine şahitlik ediyorum. Rabbim, şahitliğimi kabul eylesin.

Necdet Bey kardeşim! Aramızdan erken ayrıldın. Rabbim, böyle takdir etmiş. Onun takdirinin başımızın üstünde yeri vardır. İnanıyorum ki, bir an önce cennetine kavuştun. Bu hastalıktan dolayı senden önce giden Haydar Savaş, Metin Katkat ve Abdulgafur Sarıkaya hocalarımıza kavuştun. Onlar da çok iyi kardeşlerimizdi. Haydar Hoca, yıllarca hafız yetiştirdi. Mesaiye sabah namazından önce başlardı, görünmez bir kahramandı. Onun hafızları tohum gibi dünyanın her tarafına serpilmiştir. Kıyamete kadar amel defteri kapanmayacaktır. Sevgili Peygamberimiz, bir hadis-i şeriflerinde öyle haber veriyor. Metin Hoca, imamlık yaptığı câmilerin mihrabını dolduran bir arkadaşımızdı. Herkes onu Gez câmiinde ve Ulu câmide hatimle kıldırdığı teravihlerle yâd edecek ve hatırlayacaktır. Abdulgafur Hoca, yıllarca Kur’an kursları müdürlüğü yaptı. Emekli olduktan sonra köşesine çekilmedi. Soğucak Kız Kur’an Kursu’nda hizmete devam ediyordu; oranın belkemiğiydi, orta direğiydi. Onlar, senden önce gittiler. Sen de o kervana katıldın. İstanbul’da senden önce Mehmed Ali Tekin ve Asım Gültekin kardeşlerimiz gittiler. Mehmed Ali de senin gibi mücâhiddi. Bosna’da ve Çeçenistan’da bulunmuştu. Dünya müslümanlarının ve özellikle de şehidlerimizin nüfus memuruydu; hepsini o bilirdi. Biz de onun kaleminden okur ve kendisine dua ederdik. Asım, bambaşkaydı. O, bir dervişti. Ben ona, Nazif Gürdoğan’ın rahmetli Mehmed Efendi için kullandığı ‘Görünmeyen Üniversite’ tabirini kullanırdım. Asım ile Bahaddin, gençlerle ilgilenmek ve onlara nüfuz etmek bakımından birbirlerine çok benzerlerdi. Rabbim, mekânlarını cennet eylesin! Âmin!

Necdet Bey Kardeşim! Hastalandığında sana çok duâ ettik. Seni tanıyan herkes duâ etti. Rahmetli Mehmed Ali Tekin’nin cenazesine katılan Prof. Dr. İhsan Süreyya Bey hocam, senin hastalandığını orada duymuş ve hemen bana telefon açmıştı. İstanbul’da Fatih câmiindeki cenaze merasiminde seni konuşmuşlar, dostların ve dâvâ arkadaşların sana çok duâ etmişler. Bu duâlar bizim için ibadet, senin için de rahmettir. Rabbim, sana bol bol rahmet eylesin!

Necdet bey kardeşim! Vefat ettiğini duyunca çok ağladım. Yukarıdan beri anlattıklarım gözümün önünden gelip geçti. Seninle geçen günlerimizi yeniden bir daha gözden geçirdim ve bol bol gözyaşı döktüm, çok ağladım. Hak ve halk âşıklarının türkülerini dinleyip ağladım. Sıtkı Eminoğlu’nun ‘Kal Mezarımda’ türküsünü ve rahmetli Reyhânî’nin ‘Gidirem’ ve ‘Karayer’ türkülerini dinledim ve ağladım. Önce iyice bir ağlayıp rahatladım, sonra da abdestimi alıp ruhuna bol bol Kur’ân-ı Kerîm okudum. Necdet Bey kardeşim! Ben, ağlamayaydım da kim ağlasın. Siz gidiyorsunuz, yeriniz boş kalıyor, ona ağlıyorum. Şimdiki nesil bizi anlamıyor ona ağlıyorum. Mustafa Özden’in, Bahaddin’in yeri dolmadı, senin yerin de dolmayacak; ben de işte buna ağlıyorum.

KARA YER

Gözüm yummuş gafletinen giderken
Dediler ki tebdil görmüş kara yer
Dünya varlığını hayal ederken
İki taş bir mezar örmüş kara yer

Sanma bu dünyanın bir vefası var
Aldatır oynatır eder ihtiyar
Ağayla hızmekâr yan yana yatar
Ne asıl ne nesil sormuş kara yer

Reyhanî farkı ne az ile çoğun
İkisi bir olur var ile yoğun
Mezar bir tarladır insanlar tohum
Her gün dane dane sürmüş kara yer

Aşık REYHANİ

Aşık Reyhani-Kara Yer – YouTube

Necdet bey kardeşim! Sen aramızdan ayrıldıktan sonra oturup Mustafa Yürekli’nin hazırladığı ‘Mücahid Bahaddin Yıldız’ kitabını yeni baştan bir daha okudum. Bu kitap bana, Erzurum’un yaşayamadığım en hareketli yılları olan yetmişli yıllarını yaşattı. O yıllarda ben, İstanbul’da öğrenciydim. Bu kitap sayesinde yetmişli yıllarda Erzurum’da var olan ve varlığı ile İslâmî harekete destek veren Anadolu evlatlarını tanıdım ve onları çok sevdim. Sen de o yıllarda Afyon ile Erzurum arasında gidip gelen bir delikanlıydın. Afyon MTTB’de aktif bir üniversite öğrencisiydin. Ticaret Lisesi mezunuydun ama bir İmam-Hatip Lisesi mezunundan daha çok İslamcıydın. Çünkü sen, MTTB’liydin. Mustafa’nın kitabını okuyunca ve oradaki vatan evlatları ile tanışınca biraz umutlandım. ‘Allah’ım! Senden bu gençlerin benzerlerini ve hatta daha güzellerini istiyoruz; lütfeyle, ihsan eyle, kerem eyle!’ diye duâ ettim. Birden bire dilimden Alvarlı Muhammed Lütfî Efendi’nin şu müjdesi dökülüverdi:

Göl yerinde elbet sular bulunur

Yine vardır diye ümîd olunur

Bugün yine bin bahaya alınır

Mevlâya emânet olsun Erzurum.

Alvarlı Efe hazretlerinin bu kıt’asını okuyunca umutlandım; içime bir ferahlık yayıldı. Bu müjdeyi veren Efe’ye, ‘Sevinin Mehmed’im’ diyen Üstad Necip Fazıl’a Fâtihalar ve İhlaslar okudum. Zaten Allahu Teâlâ Kur’ân-ı Kerîm’de, sevgili Peygamberim de hadis-i şeriflerinde ümitsizliği yasak ediyorlar, ama biz bazen sabırsızlanıyor ve karamsarlığa düşüyoruz. O zaman da Kur’ân âyetleri ve hadis-i şerifler imdadımıza yetişiyor. Kurân’ı ve Hadis’i iyi anlayan âlim ve fâdıl kişiler, bize yol gösteriyor. Allah, kendilerinden razı olsun! Âmin!

Necdet Bey! İnanıyorum ki, Yüce Allah, sizin ve sizin gibi samimi arkadaşların içten ve gönülden yaptığı çalışmaları bereketlendirecektir. Bu bereket, İslâm âleminin kurtuluşuna vesile olacaktır. Bu halkanın başında olan ve yıllar önce aramızdan ayrılan Mustafa Özden, Salih Âşık, Dr. Kubilay Örten ve diğer arkadaşlarımızın çalışmalarının bereketi, bizi bu noktaya getirdi. İnşâallah, Bahaddin’in, senin ve sizin gibi samimi arkadaşların çalışmaları da bizi daha güzel günlere götürecek.  İnşâaallah, o günler yakındır. Sözlerimi bitirirken, oğulların Emre’ye, Talha’ya ve annelerine, ağabeyin Vahdettin beye, yeğenin Prof. Dr. Davut Yaylalı bey kardeşime ve diğer yakınlarına başsağlığı dileklerimi iletir, sana da Yüce Rabbimden bol bol rahmetler dilerim. Mekânın cennet olsun kardeşim!

Mustafa Ağırman Hoca’dan İhsan Süreyya Sırma Hoca’ya

AZİZ VE MUHTEREM HOCAM

Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN

Bu yazı, Muhterem Prof. Dr. İhsan Süreyya Sırma için Siirt Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nin yaptığı veda gecesine gönderilen konuşmanın metnidir.

Çok Aziz ve Muhterem Hocam Prof. Dr. İhsan Süreyya Sırma Bey; sizi ilk defa Düşünce Yayınları’ndan çıkan “Yemen İsyanları”  isimli kitabınızla tanıdım. Daha sonra “dergi gibi günlük gazete” olarak bilinen Yeni Devirgazetesinin yazarlarından İsmet Özel’in köşesinde isminizi gördüm. Şerafettin Gölcük, İbrahim Canan ve zât-ı âlinizin Erzurum’dan yazmış olduğunuz bir yazı yayınlanmıştı İsmet Özel’in köşesinde. O zaman sizi gıyâben tanımış ve sevmiştim. 1978 yılında yedek subay olarak geldiğim Erzurum’da sizi vicâhen tanıdım ve daha çok sevdim. O günlerde Raşit Küçük ve Yusuf Ziya Kavakçı hocalarımızın da aralarında bulunduğu çiğ köfte meclislerinize katılmış ve sohbetlerinizi dinlemiştim.

1982 yılında Erzurum Yüksek İslâm Enstitüsü’ne asistan olmak için girdiğim imtihanın mülâkatında jüri üyesi olarak siz vardınız. 1984 yılında da Erzurum İlâhiyât Fakültesi’ne geçmiş ve asistanınız olmuştum. Yüksek Lisans ve doktora tezlerimi sizden yapmış olmam benim için büyük bir şeref oldu. Yüksek İslâm Enstitüsü’nde ve İlahiyat Fakültesi’nde girdiğiniz derslere ben de dinleyici olarak girer, öğrencilerin oturduğu sıralarda oturur ve sizi dinlemekten zevk alırdım.

KAYNAK: https://www.milliyet.com.tr/yerel-haberler/erzurum/erzurum-kitap-gunleri-nde-islam-peygamberi-ve-prof-dr-muhammed-hamidullah-konferansi-10755914

Erzurum merkezinde ve ilçelerinde yaptığınız akşam sohbetlerini kaçırmamaya gayret ederdim. Sizinle birlikte seyahat etmenin büyük bir zevk olduğunu bilenlerden ve yaşayanlardanım. Hınıs, Muş, Bitlis, Baykan üzerinden yaptığımız Siirt seyahatini unutmam mümkün değil. Siirt ve Tillo medreselerini ziyaretimiz, Molla Bedreddin ve Molla Burhan ile olan sohbetlerimiz hiç unutulur mu? Siirt’te yediğimiz Büryan kebabı ile Kilis’te (Siirt ile Pervari arasında bir mola yeri) içtiğimiz çayın tadı hâlen daha damağımızdadır hocam.

 Muhterem hocam, bunların hepsi bir yana, Pervari’de Şeyh Müşerref efendinin huzurundaki müeddep tavrınız beni çok etkilemişti. O zaman size söyleyemedim, ama izninizle şimdi söyleyeyim: Taptuk’un dergâhındaki Yunus’a benzetmiştim sizi o zaman. Sizi tanıyan çok kişi, sizin bu cihetinizi belki bilmeyebilir. Bu cihetinizin bilinmesini istediğim için yazdım bunları. Ne güzel insandı Şeyh Müşerref Efendi, değil mi hocam? 

Yazının Kaynağı: https://www.yenisafak.com/yerel/o-hem-seyda-hem-mursitti-âleme-107640

Ah hocam ah! Bu akşam orada, sizinle birlikte olmayı ne kadar çok arzu ederdim. O güzel dinleyicilere sizi ben anlatmalıydım. Gittiğimiz her yerde bir arkadaşınızın, bir ahbabınızın olduğunu benden dinlemeliydi arkadaşlar. Halep’te, Hama’da, Humus’ta, Şam’da, Amman’da, Medine’de, Mekke’de, Tâif’te, Riyad’da, Kuveyt’te, Bağdat’ta tanıdıklarının, dost ve arkadaşlarının bulunduğu İhsan Süreyya Sırma’yı benden dinlemeliydi bu güzel insanlar. Bir dünyalı, bir dünya vatandaşı, İslâm Ümmeti’nin bir ferdi olan hocam İhsan Süreyya Sırma’yı ben anlatmalıydım bu akşam. Suriye ve Irak’taki Kürtlerle Kürtçe, Arabistan’daki Araplarla Arapça, İran’dan gelenlerle Farsça, İngilizce bilenlerle İngilizce, Fransızca bilenlerle Fransızca konuşan hocamı, hocası Muhammed Hamidullah’a benzeterek anlatmalıydım bu gece. Ama olmadı. Her şeyde bir hayır vardır inşâallah. Sizin de çok yakından tanıdığınız arkadaşlarımızın daveti üzere şu anda Fransa’da bulunuyorum. Sizin doktora yaptığınız ve hepimizin üstadı olan Prof. Dr. Muhammed Hamidullah hocayı yakından tanıdığınız ve hizmetinde bulunduğunuz Fransa’dayım. Buradaki müslümanlarla hasbihal etmek için geldim. Çok önceden verilmiş bir sözü yerine getirmek için buradayım. Sizden izin alıp geldim buraya. Buradaki dostlarımızla beraber size ve salondaki herkese selam ediyoruz. 

Hocam! Türkiye ve Avrupa’da nereye gidiyorsam İslâm adına derdi ve gayreti olan arkadaşların hepsi sizi tanıyorlar ve sizi soruyorlar. Bu da bir talebeniz olarak beni çok heyecanlandırıyor. Karşılaştığım her insan, sizin hoş sohbetlerinizden, sıcak ilgi ve alâkanızdan, verdiğiniz konferanslardan, yaptığınız esprilerden söz ediyorlar. Sizi tanıyan herkes, sizi seviyor hocam.

Saygıdeğer hocam! Bizi yetim bırakıp aramızdan ayrıldıktan sonra sizin yerinizi doldurmaya çalışıyorum. Ben de sizin gibi eve çok geç gidiyorum hocam. Hiç bir Cumartesi ve Pazar evde çocuklarımla tatil yapamıyorum. Ümmet darda iken, ümmet yetim iken, ümmet sürünüyorken biz nasıl tatil yaparız, değil mi hocam? 

Hocam, siz Erzurum’da iken gerçekten Erzurum’da bir canlılık vardı. Diğer fakültelerin öğrencileri sizin derslerinizi dinlemek için bizim fakülteye gelirlerdi. Girdiğiniz sınıflar tıklım tıklım dolardı. Fakülte öğrencisinden daha çok diğer fakültelerin öğrencileri olurdu sınıflarda. Kendi aramızda yaptığımız Cuma derslerinin tadı ve lezzeti daha bir başkaydı. Nazif Şahinoğlu Bey’in çıkışları, sizin sertleşen havayı yatıştırmaya çalışmanız, güzel bir hâtıra olarak kaldı bizlerde.

Oltu Birlik ve Beraberlik Vakfı’nın Oltu İmam Hatip Lisesi öğrencileri arasında düzenlediği Hafızlık Yarışması, Kur’an’ı Kerim’i Güzel Okuma Yarışması, Hadis Ezberleme Yarışması ve Arapça Bilgi Yarışması sonrasında İhsan Süreyya Sırma Hoca ile çekinilmiş bir fotoğraf. Yıl 1993
Kaynak: Oltu’dan Selam Dergisi Fotoğraf Arşivi

Sevgili dinleyiciler! Sizlere hocamın birkaç özelliğinden söz ederek konuşmamı bitirmek istiyorum. Bizim cephede Necip Fazıl gibi hem konuşan hem de yazan üstadlar az bulunur. Muhterem hocam İhsan Süreyya Sırma, o az bulunan üstadlardan biridir. Üstad Necip Fazıl, konuştuğu zaman biz, heyecandan yerimizde duramazdık. Yazılarını ve kitaplarını bir nefeste okurduk. Hocam da hem konuşan hem de yazan üstadlarımızdan biridir. Türkiye’yi ve dünyayı adım adım gezen ve her yerde inandığı doğruları konuşan hocamın kitapları da çok okunan kitaplardandır.

 Hocam çok yardımseverdir. Yardımlarını pek belli etmezdi. Ben bunu ifşâ edeceğim için belki bana kırılabilir. Ama ben, siz değerli dinleyicilerin hocamı gerçek veçhesi ile tanımanızı istiyorum. Hocam, Erzurum İlâhiyât Fakültesi’nde öğretim üyesi iken ben, her ay fakülte hocalarımızdan Bosna, Çeçenistan ve Filistin için yardım toplardım. İnanın ki, hocam İhsan Bey, bütün hocaların yaptığı yardım kadar yardım yapardı. Hocam, İslâm’a içten ve gönülden bağlıdır. Müslümanların dertleriyle çok yakından ilgilenen bir hocamızdır. O, fildişi kulesine çekilmiş bir akademisyen değildir. Müslümanların dertlerini kendine dert edinen bir hocadır İhsan Bey.

Saygıdeğer dinleyiciler! İhsan Bey hocamız, çok vefalıdır; dostlarını asla ve kat’a unutmaz. Dostlarına ikram etmeyi sever. Kendi eli ile yaptığı çiğ köfteyi oğlu Numan’ın ağzına koyar gibi sizin ağzınıza koyar. Dostlarına hem yemek yedirir, hem de onların yemeklerini yer. Hocam, bizden biridir. O, her zaman bizimle beraber olmayı tercih etmiştir. İşte bu yüzden, hayatı boyunca idarecilik kabul etmemiş ve siyâsete girerek bize tepeden bakma yolunu seçmemiştir.

Bazı arkadaşlar, hocamın çok radikal olduğunu ve devamlı muhâlif kaldığını söyleyebilirler. Evet, doğrudur. Hocam, radikaldir ve muhâliftir. İslâm’a kökten ve gönülden bağlı olan hocam, radikal olmayıp da layt mı olacaktı? Evet, hocam muhâliftir. Neye muhâliftir? Başta, yanlış işleyen sisteme ve yanlış İslâmî anlayışlara muhâliftir. Yani o, hiçbir kimsenin yanlışını onaylamaz. Bu yüzden de onu anlamayanlar ve onu tanımayanlar onun hakkında hep yanlış kanaate sahip olurlar. Hocam, çok sevdiği hocası Muhammed Hamidullah gibi radikal ve muhâliftir. Onu, muhâlefet ve dik duruş yönünden iki Saîd’e benzetebilirsiniz.

Bildiğin doğrulardan ve yürüdüğün yoldan vazgeçme be hocam. Vazgeçme ki, biz, arkandan gelenler de imamsız ve öndersiz kalmayalım. Hocam, ben senin ilminden, bilginden, akademisyenliğinden, kitaplarından, konferanslarından daha çok şahsiyetine, kişiliğine, dik duruşuna, sözünün eri oluşuna ve daha çok da muhâlif oluşuna hayranım. Şimdiye kadar Yüce Allah’tan başkasına kul ve köle olmayan hocam! Biz, seni böyle tanıdık; yarın âhirette de böyle şâhidlik edeceğiz.

Kaynak: https://www.medyasiirt.com/gundem/prof-dr-ihsan-sureyya-sirma-hocaya-veda-toreni-duzenlendi-h14003.html

Muhterem hocam! Yıllar önce bizi yetim bıraktığınız gibi, şimdi de Siirt’teki arkadaşları yetim bırakıyorsunuz. Ben, başta dekan bey olmak üzere Siirt’teki bütün arkadaşlara ve sizi sevenlere sabırlar diliyor, size de “İstanbul’a doğru yolunuz açık olsun!” diyorum. İstanbul’a gitseniz de siz oraya da sığmazsınız, bunu biliyorum. Siz, Hz. Cafer gibi bu dünyada çok yer değiştiren ama hiç birinde karar kılmayan bir cennetlik insansınız. Rabbim sizi çok sevdiğiniz ve bize de sevdirdiğiniz Hz. Peygamber efendimize ve O’nun güzel ashâbına komşu eylesin! Âmin! Lütfen, bizi de orada yanınıza alın!

Aziz ve muhterem hocam, zât-ı âlinize ve dinleyicilere selâmlar ve muhabbetler sunar, duâlarınızı beklerim. Saygı ve hürmetle mübârek ellerinizden öperim.

                                                 Yüksek lisans ve doktora öğrenciniz 

                                                Prof. Dr. Mustafa Ağırman

Erzurum İlahiyat Fakültesi İslam Tarihi Öğretim Üyesi 

Prof. Dr. Hayrettin Karaman Hoca’nın Mayıs 1993’te Oltu Birlik ve Beraberlik Vakfı’nın davetiyle Oltu Belediyesi Konferans Salonu’nda verdiği konferansın dinleyicileri arasında öğrenciler ve Oltu halkı ile birlikte şair Hasan Ali Kasır, yazar Rasim Özdenören, Prof. Dr. Nazif Şahinoğlu, Prof. Dr. İhsan Süreyya Sırma ve Mv. Aslan Polat da bulunmaktaydı (soldan sağa doğru).
Kaynak: Oltu’dan Selam Dergisi Fotoğraf Arşivi

HÂFIZ MEHMET AKBULUT’UN ARDINDAN

Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN

Geçmiş Zaman Oldur ki

Yakın tarihte ülkemizde yapılan askerî darbelerin hepsini gördüm. 27 Mayıs 1960 darbesinde altı yaşında bir çocuktum. Darbeden sonra güvenlik güçlerinin, ilçe merkezinde başında takke olan erkekleri ve çarşaf giyen kadınları çarşıya çıkmaktan engellediklerini iyi hatırlıyorum. 12 Mart 1971 Askerî Muhtırasında İstanbul’daydım. Muhtıra ile birlikte ilan edilen sıkıyönetim günlerinde, okuduğumuz Kur’ân kursundaki Arapça kitaplarımızı kursun bahçesine geceleyin bir çuval içinde gömdüğümüzü ve darbenin ateşi düştükten sonra çıkardığımızı çok iyi hatırlıyorum. 12 Eylül 1980 darbesinde Eskişehir ili Sivrihisar ilçesinde öğretmendim. O günleri çok daha iyi hatırlıyorum. Rahmetli Turgut Özal’ın izlediği siyaset neticesinde Türkiye 1990 yılını darbe görmeden atlatmış ama 28 Şubat 1997 Muhtırası hepsinden daha beter gelmişti; her şeyimizi silip süpürmüştü. Yapılan bu darbelerin hepsi İslâm’ın önünü kesmek için yapılıyor ama her seferinde kesilen sakal daha gür geliyordu. 28 Şubat, kesilen sakal bir daha çıkmasın diye yapılmıştı. Bu darbeleri yapanlar ‘insanların bir hesabı varsa Allah’ın da bir hesabı vardır ve Allah, hesabında yanılmayandır’ kaidesini bilmiyorlardı.

1964-1968 yılları arasında Erzurum il merkezinde kalmış, 1968 yılında Erzurum’dan İstanbul’a gitmiştim. İstanbul’da Küçükköy Kur’ân kursunda okurken 1972 yılında Sakarya İmam-Hatip Lisesi’ni dışardan bitirdim. Aynı yıl hem yazılı ve hem de sözlü giriş imtihanını kazandığım İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü’ne girdim. 1976 yılında da İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü’nden mezun oldum. İki sene Samsun ili Alaçam İmam-Hatip Lisesi’nde öğretmenlik yaptıktan sonra 1978 yılının Temmuz ayında askere gittim. Yirmi ay yedek subay olarak askerlik yaptıktan sonra 1980 yılının Mart ayında Eskişehir ili Sivrihisar ilçesi İmam-Hatip Lisesi’ne öğretmen olarak tayin edildim. Sivrihisar’da bir yıl öğretmenlik yaptım. Bu arada asistanlık imtihanlarına çalıştım ve kazandım. 1981 yılının Mart ayında Erzurum Yüksek İslam Enstitüsü’nde İslam Tarihi asistanı olarak göreve başladım. Bir yıl sonra da Erzurum İlahiyat Fakültesi’ne geçtim. Erzurum’a döndükten sonra ilçem olan Oltu ve köyleri ile daha yakından ilgilenmeye başladım. Daha çok da kendi köyüm olan İnci köyünün çocukları ile ilgilendim. Erzurum’a 12 Eylül askerî harekâtından sonra gelmiştim. Bilindiği gibi bu harekât, Prof. Dr. Necmettin Erbakan ve arkadaşlarının kurduğu Milli Selâmet Partisi’ni, üniversitelerde okuyan Müslüman gençlerin yuvası ve ocağı olan Milli Türk Talebe Birliği’ni, her sınıftan inanmış insanların ocağı olan Akıncılar Teşkilâtı’nı ve bütün İslâmî dernekleri kapatmıştı. Bu sıkıntılı zamanda biz, birkaç arkadaş ve heyecanlı mücâhid öğrencilerle Erzurum’da çok güzel çalışmalar yapmıştık. Bu çalışmaları bir başka yazıda anlatacağım. Arzu edenler o yazıyı okuyabilirler.

Oltu’daki Çalışmalar

Erzurum’daki çalışmalarımız maya tuttuktan sonra Oltu’ya yöneldim. Hafta sonları Oltu’ya gidip gelmeye başladım. Oltu merkezi ile birlikte doğup büyüdüğüm İnci köyünde de çalışmalar başlattım. Erzurum’da olduğu gibi Oltu’da da çok güzel arkadaşlarımız vardı. Hepsini hayırla yâd ediyorum, ‘hepsinden Allah razı olsun’ diyorum. Oltu merkezinde öğrencilere yönelik ve câmi cemaatine yönelik çalışmalarımız oldu. İmam-Hatip Lisesi öğrencilerinden çekirdek bir kadro oluşturduk. O zaman Oltu’da öğrencilerin kalabilecekleri bir yurt yoktu. Çevre ilçelerden ve köylerden gelen çocuklar, Çarşıbaşı câmiinin bir köşesinde iptidâî usullerle yapılan bir yere sığınmışlardı. Her şeyden önce bir yurt yaparak bu işe başlamalıydık. Bu istişareleri öğretmen arkadaşların evlerinde yapıyorduk. İmam arkadaşlar da bu işe destek veriyorlardı. Bir taraftan da bu işlere gönül veren cemaatin sayısını ve kalitesini artırmaya çalışıyorduk. 

İnci Köyü Kur’an Kursu’nun İnşası

Bu arada ben, İnci köyünde bir Kur’ân kursu yaptırma faaliyetine başladım. O günlerde Libya’da çalışan köylülerimizin, câminin yanında yaptırdıkları karkas binayı elden geçirerek çok güzel bir Kur’ân kursu yaptık. Bu konuda, o sırada İlahiyat Fakültesinde okuyan ve biraz olsun inşaat işlerinden anlayan amcamın oğlu İbrahim Ağırman, çok fedâkâlıklar gösterdi. 1983 yılının yaz tatilinde inşaatın başında durdu ve bu inşaatın her şeyi ile ilgilendi. Ben de o senenin yaz tatilinde her Cuma günü köye gittim. Namazdan önce vaaz ettim veya hutbeyi okuyup namazı kıldırdım. Allah, kendisinden razı olsun öğretmen arkadaşımız Mikail Ayyıldız, kendi arabası ile her Cuma günü beni Oltu’dan alır, köye götürüp getirirdi. Çünkü o zaman bizim arabamız yoktu. Köy imamı Hasan Acar, köy muhtarı Ağa Mehmet Ağırman ve ekibi, ayrıca bütün köylülerimiz, konu ile çok yakında ilgilendi ve her türlü desteği verdiler. 

İnci Köyü Kur’an Kursu İnşaatı’ndan Görüntüler
Kaynak: ?

İnci Köyü’ndeki Faaliyetler

1984 yılında inşaat bittikten sonra Oltu ilçe müftülüğüne müracaat edip kursumuzun resmi açılışını yaptık. Köyümüzde ilkokulu bitiren çocukları hemen Kur’ân kursuna kaydettik. Kendisinden Allah razı olsun, makamı ve mekânı cennet olsun rahmetli İbrahim Akçay hoca fahri olarak yıllarca burada hafız yetiştirdi. Yaz tatillerinde öğrenci sayısı fazla olduğu için İbrahim hocaya yardımcı arkadaşlar da bulduk. 1984 yılının yaz tatilinde Oltu İmam-Hatip Lisesi öğrencilerinden Mehmet Duman, 1985 yılının yaz tatilinde İstanbul İlahiyat Fakültesi öğrencisi Ali Ağırman ve Konya Tıp Fakültesi öğrencisi Ender Altaş, 1986 yılının yaz tatilinde Kerim Ağırman, 1987 yılının yaz tatilinde de Oltu İmam-Hatip Lisesi Öğrencisi Yasin Baysal, İbrahim hocaya yardımcı oldular. Mikail bey, bu yaz tatillerinde de Cuma günleri beni köye götürüp getirdi. Kış mevsiminde de Cumartesi günü yatsı namazına gider, yatsıdan sonra câmiyi dolduran cemaate iki saat vaaz ederdim. Köyümüzün kadınları da yatsı namazına gelir ve kendilerine ayrılan fevkânede bizi dinlerlerdi. Ben, namazdan sonra kürsüye çıkar hafızlık yapan öğrencileri de karşıma oturturdum. Vaaz boyunca okuyacağım âyetlerin bir iki kelimesini ben okur, gerisini öğrencilerin okumasını isterdim. Her Cumartesi akşamı böyle bir imtihandan geçeceğini bilen hafızlar da derslerine daha iyi çalışırlardı. Çok feyizli ve bereketli sohbetler olurdu. Cumartesi akşamlarını hem ben hem de köylülerimiz iple çekerdik. Cumartesi akşam namazını Oltu’da kıldıktan sonra Servet Ağırman ve Muzaffer Akçay ile köye giderdik. Köylümüz Mehmet Cengiz’in arabasını tutar giderdik. Parayı üçümüz birlikte öderdik. Mehmed’in, Servetin ve Muzaffer’in bu iyiliklerini hiç unutamam. Allah, bu üç arkadaşımdan razı olsun. Kış mevsiminde bazen yollar kapanır, bazen tipi ve fırtına gibi sıkıntılar olurdu. Üçümüz, arabadan iner ve arabayı iterdik. Bazen de epeyce yaya yürürdük. Her sohbetten sonra bir postaya uğrar, çaylarını içer ve bir sohbet te orada yapardık. Hele bir de postaların o akşam kebapları varsa sohbetlerimiz daha etli ve yağlı olurdu. Kış gecelerinde câmide saat 18.00’de sohbete başlar 20.00’de bitirirdik. Postalardaki çay sohbeti de 23.00’e kadar sürerdi. Kışın yollar sıkıntılı olduğu işin 24.00’te Oltu’ya gelirdik.  Ben gelinceye kadar annem uyumazdı; mübârek kadın beni bekler, ben eve geldikten sonra uyurdu. O, her hafta sonu bu sıkıntımıza katlanırdı. 

İnci Köyü Kur’an Kursu Talebelerinin Kaban’ın Başında Düzenlenen Hafızlık Merasimlerinden Bir Görüntü
https://incikoyum.com/kuran-gunu-ve-hafizlik-merasimi-1987/

Oltu Birlik Camii’nin İnşaası

İbrahim Akçay hoca, köyümüzde hafızları yetiştirirken biz de bu çocuklar için Oltu’da bir yurt hazırlığına giriştik. Giriştik ama çok zorluklar çektik. Çünkü resmi bir derneğimiz veya vakfımız yoktu; olsa bile para toplamak çok zordu. Çünkü askerî harekâtın baskısı halen daha devam ediyordu. Oltu’da yurt yapabileceğimiz müsait bir bina da yoktu. Kara kara düşünürken babamın imamlık yaptığı Birlik câmiinin boş olan alt katı aklıma geldi. 1959 yılında yapılan câmi küçük olduğu için 1982 yılında sökülmüş ve yerine yeni câmi yapılmaya karar verilmişti. Dernek başkanı rahmetli hacı Turgut Gülcü’ye demiştim ki: ‘Hacı amca, buranın altını yüksek bir bodrum yapalım, ilerde lazım olur.’ Hacı Turgut amca, bu teklifimi kabul etti ve çok zorluk çekerek hem bodrumu hem de câmiyi yaptırdı. Namazlar, bodrum yapılıncaya kadar bizim evin üzerindeki boş mekânda kılındı. Bodrum yapılınca oraya taşındılar. Câmi yapılınca da bodrum boş kaldı. İnşaat devam ederken ben de her hafta sonu Erzurum’dan Oltu’ya geliyor ve olup bitenleri izliyordum. Câmi inşaatı bitince, Turgut amcaya ‘hacım, bu bodrumu da bir yurt yapalım’ dedim. Hacı amca ‘hocam, biz çok yorulduk; orayı da sen yaptır’ dedi. Ben de zaten öyle demesini bekliyordum. Yani başkanın bana izin vermesini bekliyordum. İzni aldık ama parayı nerden bulacağız? “İnşâallah, bir kapı açılır ve Allah yardım eder” dedik ve hemen işe başladık. 

Oltu’da Öğrenci ve Yurt Faaliyetinin Başlaması

1987 yılının kurban bayramının birinci günü 05 Ağustos Çarşamba günüydü. Câmi cemaati ve mahalle sakinleri kurban derilerini şimdiye kadar devamlı Birlik câmiine bağışlamışlardı. O sene de derileri biz topladık. Ben, dört gün hemen hemen hiç eve uğramadım. Mahallemizden, köylerden ve tanıdığımız yerlerden deri topladım. O senelerde deri iyi para ediyordu. Hele iyice tuzlanır ve bakımı yapılırsa daha çok para ediyordu. Hava sıcak olduğu için derilerin hemen ve çok iyi tuzlanması gerekiyordu. Bayramdan önce çuvallarla tuz alıp câminin önüne yığdım. Dericilerden derilerin nasıl tuzlanacağını öğrendim. Topladığım derileri iyice tuzladım. Dericiler, bizim derilere tuzlanmamış derilere verdikleri bedelin iki katını verdiler. Çünkü hava sıcak olduğu için tuzlanmamış derilerde çok zayiat oluyordu. Bizim topladığımız ve tuzladığımız deriler hiç fire vermedi. Derileri hem peşin paraya hem de iyi bir fiyata satınca hemen faaliyete başladık. Câminin altındaki bodrum katı yurt haline getirmek için kolları sıvadık ve kısa zamanda işi başardık. Kurban bayramından sonra yıllık iznimi aldım ve işin başında durdum. Câminin üç yüz metrekareden ibaret olan bodrumunda bir giriş, bir idare odası, üç yatakhane ve bir sohbet salonundan ibaret bir yurt yaptık. Bu hayırlı işler için yardımlarını ve desteklerini esirgemeyen Oltu Belediye başkanı rahmetli Osman Ayyıldız’ı rahmetle anıyorum. Câminin karşısındaki fırının yanında boş olan dükkânı, sahibi Şevki Tosun’dan alıp yemekhane yaptık. Hacı Şevki, bizden kira almadı. Allah, kendisinden razı olsun. Ağabeyi rahmetli Hacı Fevzi amca da her işimizde bize yardımcı olurdu. Câminin tuvaletlerini yeniden yaptık ve yanına da banyolar ilave ettik. 1987-1988 Öğretim yılına birkaç hafta geç de olsa yurdumuzu yetiştirdik. Köyümüzde hafızlığını bitiren çocukları hemen Oltu İmam-Hatip Lisesi’ne kaydedip kendilerini bu yurda yerleştirdik. Oltu, Narman, Olur, Şenkaya, Göle ve Yusufeli ilçelerinin köylerinden gelen ve kalacak yeri olmayan öğrencileri de burada topladık. Aşağı yukarı yüze yakın öğrenciyi barındırdık. Bunların içinde birçoğu hafızdı. Günde beş vakit namazlarını câmide kılıyorlardı. Gece de teheccüd namazına kalkıyorlardı. Teheccüd namazından sonra biraz ders çalışıyorlar ve sabah namazına kadar biraz daha uyuyorlardı. Bu durum, câmimizde ve mahallemizde bir heyecan meydana getirdi. Hele sabah namazları çok feyizli ve bereketli oluyordu. Bu feyiz ve bereketten istifade etmek isteyen çok kişi uzak yerlerden gelip sabah namazlarını Birlik Câmiinde kılıp ondan sonra evlerine veya işlerine gidiyorlardı. 

Biz, yurttaki sohbet salonunu da faaliyete geçirdik ve Cumartesi günleri yatsı namazından sonra burada sohbetleri başlattık. Ben, bu öğrencilerle ve bu öğrencilere destek verenlerle yakından ilgileniyor ve her hafta sonunu Oltu’da geçiriyordum. Cuma günleri saat 16.00 arabası ile Oltu’ya geliyor, Pazartesi günü saat 08.00 arabası ile Erzurum’a geri dönüyordum. Bu öğrencilere ve Cumartesi akşamı sohbete katılanlara çok değer veriyordum. Ben, bu sohbetlere çok ciddi hazırlanıyor ve salondaki tahtayı da kullanarak dinleyicilere âdeta üniversitedeki ders ayarında bilgiler sunuyordum. Dinimizi her açıdan ve net olarak anlatıyordum. İctimâî ve siyâsî konulara da giriyor ve dinleyicilere İslâm’ın dünya görüşünü de anlatıyordum. Salon cemaati almayınca sohbetleri câmide yapmaya başladık. Talebeler ve cemaat bu sohbetlerde birbirleri ile iyice kaynaştılar. Bu sohbetlere köylerden de gelenler vardı. Dinleyicilerimizden arabası olanlar köylerden gelenleri gider alırlar, sohbetten sonra götürürlerdi. Bazen kendileri, köyün servisini kiralar ve onunla gelir giderlerdi. İşte hafız Mehmet Akbulut da bunlardan biriydi. Oltu’nun Dutlu köyünden bir grup arkadaşı ile gelir-giderdi.   

Oltu Birlik Beraberlik Yardımlaşma ve Dostluk Vakfı’nın uzun yıllar hizmet veren merkezi…
Oltu’dan Selam Dergisi’nin Ağustos 1993 yılında yayınlanan 8. sayısının kapak resminden…

Oltu’da Vakıf Çalışmalarının Başlaması

1983 yılında Ahmet Tekdal ve arkadaşları tarafından kurulan Refah Partisi’nin başına 1987 yılında Prof. Dr. Necmettin Erbakan geçti. Hocanın, partinin başına geçmesi ile siyâsî hayatta bir canlılık meydana geldi. Ülkemizin geleceği için umutlanmaya başladık. Biz, yaptığımız bu çalışmaları gayr-i resmi yapıyorduk. Mesela yurdumuzun bir resmiyeti yoktu. 12 Eylül Askerî Harekâtı’nın ateşi biraz sönmüştü. Biraz bu sönüklükten biraz da iktidardaki Anavatan Partisi’nin müsâmahasından ve Rahmetli Özal’ın dindarlığından ve bizim dünya görüşümüze olan yakınlığından istifade ediyorduk. Ama bu durum böyle gitmeyebilirdi. Bizim, bu çalışmaları bir resmî çatı altına almamız gerekirdi. Biz de öyle yaptık ve bir vakıf kurmaya karar verdik. Yüce Allah’ın lütfu ve keremi ile Oltu Birlik ve Beraberlik Vakfını kurduk. Bu arada Refah Partisi’nin ciddi bir şekilde teşkilatlanmasına da karar verdik. Öğretmenlerden rahmetli Kenan Hatunoğlu, Mikail Ayyıldız, Mevlüt Akçay, vakıf müdürü Ahmet Altaş ve diğer arkadaşların vakıfta faaliyet göstermelerini; Hafız Mehmet Akbulut, inşaat mühendisi Ahmet Ağırman, muhasebeci Hamza Fidan ve diğer esnaf arkadaşların da partide çalışmalarını uygun bulduk. Elhamdülillah, bu iş bölümü ile Oltu ilçesinde çok güzel işler yapıldı. Öğretmen arkadaşlar, vakıf faaliyetlerini çok ileri bir seviyeye çıkardılar. Çarşının merkezinde beş katlı bir bina kiraladılar. Sohbetleri oradaki salona taşıdık. Cumartesi günleri yatsı namazından sonra yaptığımız sohbetlerde salon tıklım tıklım dolduğu için sesi yukarıya da aktarıyorduk. ‘Oltu’dan Selam’ dergisi orada çıkarıldı. ‘Oltu’dan Selam’ radyosu oradan yayın yaptı. Adı geçen arkadaşlar bizim elimiz, ayağımız, gözümüz ve kulağımız oldular. Dergi için gece gündüz çalışan ekibe ve özellikle Mevlüt Akçay ve rahmetli Kenan beye çok teşekkür ediyorum. Yurtta kalan öğrenciler, dergide yazılar yazmaya ve radyoda programlar yapmaya başladılar. Biz, onlarla hafta sonu köylere çıkardık. Ben, sohbet ederdim; onlar da Kur’ân-ı Kerîm ve ilâhiler okuyarak cemaati mest ederlerdi. Partide görev alan arkadaşlar daha çok çalıştılar. Ekipler oluşturdu ve köy köy gezdiler. Kışın uzun gecelerde köylere gidiyor ve güler yüzle dönüyorlardı. Belli ki, gittikleri yerlerde iyi karşılanıyor ve çok güzel hizmetler yapıyorlardı. Hafız Mehmet Akbulut, işte o günden vefat ettiği güne kadar Milli Görüş dâvâsına hizmet eden bir arkadaşımızdır. 

Oltu’dan Selam Dergisi’nin Ocak 1993 yılında yayınlanan
1. sayısının kapağı

Hafız Mehmet Akbulut

Hafız Mehmet Akbulut, 1958 yılında Erzurum ili Oltu ilçesinin Dutlu köyünde doğdu. İlkokulu köyünde okudu. Rize ili İkizdere ilçesinde, Trabzon ili Araklı ilçesinde, Bursa’da ve Oltu’da Kur’ân kurslarında okudu ve hafızlık yaptı. Hafızlıktan sonra Arapça ve İslâmî ilimler tahsil etti. Askerlik vazifesini yaptıktan sonra ticaretle meşgul oldu. 1990 yılında Refah Partisi Oltu ilçe başkanlığına seçildi. Siyasî hayatını Fazilet ve Saadet Partisi ilçe Başkanlıkları ile sürdürdü. Bir ara Oltu Belediyesi Meclis Üyeliği yaptı. 2004 yılında Saadet Partisi’nden Oltu Belediye Başkan adayı oldu. 02 Haziran 2011 genel seçimlerinde Erzurum milletvekili adayı oldu. 2019 yılında da Saadet Partisi’nden Oltu Belediye Başkan adayı oldu. 15 Mayıs 2021 Cumartesi günü vefat eden Hafız Mehmet Akbulut evli ve beş çocuk babasıydı. Cenaze namazını kalabalık bir cemaatle 16 Mayıs Pazar günü öğle namazından sonra Aslan Paşa câmiinde kıldık ve bu güzel kardeşimizi şehir merkezindeki Cankurtaran mezarlığına defnettik. Cenaze namazını câmi imamı Ayhan Taşbaşı hoca efendi kıldırdı. Ben de kısa bir konuşma yapıp cemaatten helallik aldım. Cenaze namazına bütün partilerin temsilcileri katılmıştı. Erzurum’dan bile gelen arkadaşlar vardı. Saadet partisi il başkanı Faik Çalık ve Milli Gençlik Vakfı eski il başkanı Mehmet Kılıçlı ile birlikte bir hayli dâvâ arkadaşı, güzel bir vefa örneği gösterip cenaze namazında, defin işleminde ve taziye merasiminde hazır bulundular. Allah, kendilerinden razı olsun.  

Hâfız Mehmet Akbulut

Ben, Hafız Mehmet ile çok iyi arkadaştım. Onu çok yakından tanıdım. Benden üç-dört yaş küçük olduğu için bana hep ‘hocam’ diye hitap ederdi. Bana karşı çok saygılıydı. Kendisi iyi bir Müslümandı. İnandığı dâvâya içten ve gönülden bağlıydı. Bizim köydeki Kur’ân Kursunu gördükten sonra ‘hocam, bir Kur’ân Kursu da bizim köyde yaptıralım’ dedi. Zaman zaman onun köyüne de gittik. Babası ve kardeşleri ile tanıştık. Uzun kış gecelerinde câmide vaaz ve sohbetler ettik. Köylülerle çok yakından tanıştık. Kur’ân Kursunun yapılmasına yardımcı olduk. O bölgedeki köylere de onun sayesinde açıldık. Çevredeki köylerde de vaaz ve sohbetlerimiz oldu. Bir yaz mevsiminde Dutlu köyünün yaylasına gittik. Rahmetli, güzel bir piknik programı organize etmişti. Dâvâ arkadaşlarımızla orman içinde yediğimiz kebap ve yaptığımız sohbet unutulur gibi değildi. Yayladaki târihî câmide kıldığımız öğle namazı hepsinden daha güzeldi. Dutlu köyünün yaylasını görmeyenlere en yakın zamanda oraya gitmelerini ve Artvin’e kadar uzanan dağ silsilelerini görmelerini tavsiye ederim. Yaylasını devamlı bize anlatan Cuma dayıya yaylayı gördükten sonra hak verdim. Narman ilçesinde de böyle kır toplantıları yapardık. Rahmetli Hacı Vakkas Okumuş ve arkadaşlarının tertip ettiği bu toplantılar da feyizli ve bereketli olurdu. Yakın zamanda rahmet-i Rahmâna kavuşan Hacı Vakkas amcanın hizmetlerini ve Narman’a kazandırdıklarını oğullarının kaleme almasını arzu etmekteyim. Onun, Narman İmam-Hatip Lisesi’ni ve Narman Kız Kur’ân kursunu yaptırırken gösterdiği gayretin sonradan gelen nesillere örnek olması açısından yazıya dökülmesi çok faydalı olacaktır. 

Hafız Mehmet, siyâseti bir tebliğ aracı olarak kullanırdı. Seçimlerde hedefi kazanmak değil dâvâyı anlatmaktı. Kazanma şansı olduğu zaman kendisi aday olmaz başkalarını aday yapardı. Aday bulunmadığı zaman kendisi aday olurdu. Başkalarının aday olduğu seçimlerde adaylardan daha çok çalışırdı. Çok güzel konuşurdu. İnandığı Millî Görüş dâvâsını çok güzel anlatırdı. Ben de kendisine ‘hafız, aslında sen, ilçe başkanlığı değil il başkanlığı yapacak bir arkadaşsın’ diyerek bir gerçeği dile getirirdim. Gerçekten de o, büyük bir ilin siyâsetini evirip çevirebilecek bir kapasiteye sahipti. Mütebessim bir çehresi vardı. Hiçbir zaman somurtkan olmadı.

Babası Cuma dayı, bizim iyi bir dinleyicimizdi. Hem Birlik câmiinin altındaki salonda hem vakıf merkezinde hem kendi köyünde ve hem de Aslan Paşa câmiindeki vaaz ve sohbetlerimizde en ön saftaki dinleyicilerimizden birisiydi. Köylerine gittiğimizde hep ona misafir olurduk. Hânedân bir âilenin disiplinli reisiydi. Hoş sohbet bir insandı; devamlı gülerdi. Biz de onu görünce mecburen gülümserdik. Sağlam bir müslüman, iyi bir dost, tecrübelerini bizimle paylaşan bir büyüğümüzdü.  Mekânı ve makamı cennet olsun! Rabbim, öbür dünyasını mâmûr eylesin! Âmin!

Hafız Mehmed’in kardeşleri Osman ve Mustafa da kendisi gibiydi. Osman Oltu’da ticaretle meşgul olmaktadır. Osman’ın oğlu Ömer, bizim fakültemizden mezundur. Anadolu Gençlik çevresinde başladığı çalışmalarını sürdürmektedir. Mustafa, yurt dışındadır. Millî Görüş’ün faaliyetleri için Hollanda’ya gittiğimizde bize ev sahipliği yapmakta ve yardımcı olmaktadır. Hafızın oğulları Abdussamet, Nimet ve Ferhat inşâallah babalarına layık olacak ve onun boşluğunu dolduracaklardır.

Prof. Dr. Muammer Esen’in Hâfız Mehmet Akbulut Hakkındaki Şahitliği

Bu yazıyı yazarken rahmetlinin en yakın arkadaşı Prof. Dr. Muammer Esen beyi aradım. Hem kendisine taziye dileklerimi ilettim hem de rahmetli hakkında bir şeyler söylemesini istedim. Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Kelam Anabilim Dalı öğretim üyesi Prof. Dr. Muammer Esen bey, rahmetli hakkında şunları söyledi: “Hafız Mehmet arkadaşımın, daha doğrusu kardeşimin vefat haberini duyduğumda kalbim dayanamadı, bir şeyler söylemeye dilim varmadı. Mehmet’le biz, ata-dededen akraba ve hısımdık. Babalarımız çok iyi arkadaştı. Babamın arkadaşı Cuma dayı beni de arkadaş edinmişti. Köyde, yaylada komşuyduk; iyi komşuyduk. Mehmet’le çocukluktan beri arkadaştık, çocukluk arkadaşıydık. Sonra delikanlılık, gençlik arkadaşı olduk, kardeş olduk. İkimiz de çocukluk dönemini daha yeni bitirmiş birer genç delikanlıyken köyümüzün hocası ve benim akrabam Mevlüt Esen hoca efendi ile irtibat halindeydik. Hocamız ile Mehmed’in babası Cuma dayı, köyde, yaylada ve ormanlarda var olan suları çeşme haline getirmek için çalışırlardı ve biz de onlara yardım ederdik. Hatta Mevlüt hocamızın köydeki yeni evinin oldukça sabit taşlı ve yamaç yerdeki temelini bazen kazma, bazen de el demirleriyle kazmıştık. Bu, bizde unutulmaz bir hâtıra olarak kalmıştır. Bu vesileyle Mevlüt hoca efendiye ve Cuma dayıya Yüce Allah’tan bol bol rahmet diliyorum. Her ikisinin de mekânı cennet olsun! Âmin! 

Mehmet, İkizdere’de Kur’ân Kursu arkadaşımdı. İkizdere’de bulunduğumuz dönemde ben, Arapça ve İslâmî ilimler tahsil ederken Mehmet, hafızlığa başlamıştı. Rize’nin meşhur dersiamlarından ve aynı zamanda il müftüsü olan Yusuf Karali hocanın talebesi Gafur Gürlü hoca ile Zavendikli Mustafa hocanın en seçkin talebesi Mustafa Deniz hoca orada bizim hocalarımızdı. Mehmet, bir dönem Diyanet İşleri Başkan yardımcılığı da yapmış olan Hafız Ahmet Şark ile Hafız İbrahim Atay hocalarımızın nezaretinde hafızlığa başladı. Daha sonra Oltu’ya geldi ve Kur’ân Kursu hocası Hafız Osman Öztaş hocadan hafızlığını tamamlayıp kemâle erdirdi. Kendisi iyi bir hafızdı. Hıfzını sîret edinmiş ve hayatına yansıtmıştı. Köye, Oltu’ya geldiğimde hep beraber olur, beraber gezerdik. Aynı fikri soluklardık. Mehmet iyi bir dost ve güzel bir arkadaştı. Arkadaştan öte kardeşti. Hep böyle olduk, hep böyle kaldık. Hafızdı, başkandı, yüreklere etki eden başkandı. Çocukları da benim için öyledir, hep öyle olmuştur. Ata-dededen kadim arkadaşım, aziz dostum Hafız Mehmet kardeşim, sana Yüce Allah’tan rahmet diliyorum. Allah, mekânını ve makamını cennet eylesin. Kardeşim biz senden razıydık, Allah da senden razı olsun. Orada da arkadaşlığımız ve kardeşliğimiz nasip olur inşâallah. Âmin, âmin inşâallah.”

Prof. Dr. Muammer Esen beye bu katkılarından dolayı çok teşekkür ediyor ve sizleri diğer bir kardeşimizin ölüm acısını paylaşmaya dâvet ediyorum.

KENAN DURSUN’UN VEFATI

Rahmetli Hafız Mehmet Akbulut’un kardeşlerine, oğullarına, yeğenlerine ve diğer yakınlarına taziye verip ayrıldıktan ve Erzurum’dan gelen dostları yolcu ettikten sonra İbrahim Babacan ile bir yere oturmuş dertleşiyor ve sohbet ediyorduk. İbrahim, “hocam, belki siz duymadınız; bu akşam Kenan Dursun da vefat etti ve o da bugün İstanbul’da defnedildi” dedi. Ben de “ya! Öyle mi?” dedim ve bir daha yıkıldım. Daha geçen gün ağabeyi avukat Şeref Dursun bey ile konuşmuş ve Kenan’ı sormuştum. Kenan’a da çok üzüldüm. Kenan, rahmetli terzi Hacı Ahmet amcanın küçük oğluydu. Büyük oğlu Mevlüt ağabeyi geçen yıl, 12 Ağustos 2020’de aynı hastalıktan vefat etmişti. Daha onun acısı geçmeden Kenan vefat etti. “Allah’ım, Şeref beye ve yakınlarına dayanma gücü ver” diye dua ettim. Üzüntülü bir şekilde eve gittim ve babama bu acı haberi de verdim. Babam her iki arkadaşı ve babalarını çok iyi tanırdı. Hem Cuma dayıyı hem de terzi hacı Ahmet amcayı çok iyi tanırdı ve ikisi ile de dostluğu vardı. Hacı Ahmet amca ile dostluğu çok eskiye dayanırdı. Çünkü Hacı Ahmet amca bizim komşu köyümüz olan İğdeli köyündendi. Şeref ve Kenan, İmam-Hatip Lisesi’nde okurken babamdan Kur’ân dersi alırlardı. Şeref, Erzurum İmam-Hatip Lisesi mezunu, Kenan da Oltu İmam-Hatip Lisesi mezunuydu. Kenan, yaz tatillerinde Erzurum’a gelir, bizim Abdurrahman Gazi Vakfı’nın tertip ettiği derslere katılırdı. Liseden sonra da Erzurum Edebiyat Fakültesi’nin Fars dili ve Edebiyatı bölümünü bitirdi. Fakülteyi bitirdikten sonra öğretmen oldu. İstanbul Pendik’te, Erol Türker İlkokulu’nun müdürü olarak görev yaparken malum hastalığa yakalandı ve 15 Mayıs 2021 Cumartesi günü vefat etti, ertesi gün de İstanbul’da defnedildi. Allah, her iki kardeşimize de rahmet eylesin! Âmin!

Merhum Kenan DURSUN Fotoğraf: okulhaberleri.net

Terzi Hacı Ahmet amcanın dükkânı bizim için çok önemlidir. Güven Terzihanesi 1970’li yıllarda Oltu’da Millî Görüş dâvâsına gönül vermiş olan gençlerin uğrak yeriydi. Mevlüt ağabeyinin güler yüzü bizi çeker oraya götürürdü. Şeref, o zaman Erzurum İmam-Hatip Lisesi’nde okuyan mücâhit bir gençti. Liseden sonra bir yıl Sakarya’da mühendislik okudu; sonra da İstanbul Hukuk Fakültesi’ni kazandı ve oraya geçti. Şeref, üniversitede okurken Güven Terzihanesine apayrı bir aşk ve heyecan kazandırdı. Avukat Şeref bey kardeşimizin bu dükkânı kaleme almasını beklemekteyim. O tarihlerde yaşlılarımız, Hacı Fehim Demirel’in manifatura dükkânında, gençlerimiz de hacı Ahmet amcanın terzi dükkânında bir araya gelirlerdi. Rahmetli Fehim Demirel’in oğulları Cemil, Ahmet veya Abdullah da babalarının dükkânının Oltu’ya kazandırdıklarını yazmalıdırlar.  

Hafız Mehmet Akbulut’un Cenazesi

Yukarıda da dediğim gibi Hafız Mehmet Akbulut’un cenazesine Oltu içinden ve dışından çok kalabalık bir cemaat katılmıştı. Hoca efendiler ve hafızlar Yâsin-i şerifi ve kısa sûreleri okudular, ben de duâ ettim. Onbeş aydır devam eden salgın hastalık boyunca birbirini göremeyen dostlar, bu cenaze merasiminde bir araya gelmişlerdi. Bu bayramda da sokağa çıkma yasağı olunca ev ziyaretleri yapılamamıştı. Cenaze için bir araya gelen dostlar, ayaküstü sohbete daldılar. Uzaktan yakından gelenler, bana da taziye veriyor ve hal-hatırımı sual ediyorlardı. Hafızın dâvâ ve yol arkadaşlarından Bayram Kurt yanıma yaklaştı ve şöyle dedi: “Hocam, Birlik Câmii’nin altındaki o sohbetleri hatırlar mısın? Siz, hafızı o sohbetlerde bize başkan tayin etmiştiniz.” Ben de “hatırladım Bayram, hiç hatırlamaz olur muyum?” dedim ve bu yazıyı yazmaya işte orada karar verdim. Şurası bir gerçektir ki, her insanın günahlarının yanında sevapları, iyiliklerinin yanında kötülükleri, doğrularının yanında hataları vardır. Bize düşen ölülerimizi hayırla yâd etmektir. Biz de bu yazıda öyle yaptık. 

Hafız Mehmet Akbulut’un Cenaze Namazı
Kaynak: http://www.oltumedya.com/oltu/akbulut-son-yolculuguna-ugurlandi/13906

Bu yazıyı okuyanlar şöyle diyebilirler: “Hocam, bu yazıda Hafız Mehmet Akbulut’tan daha çok kendinizden bahsetmişsiniz.” Böyle diyenler haklıdır, evet öyle oldu. Bu yazıyı yazarken nerden başlıyayım diye çok zorlandım. Geri geri gittikçe 1960 yılına kadar gittim. Konuların altını doldurayım derken böyle bir yazı ortaya çıktı. Biraz da iyi oldu. Oltu’daki çalışmalar hakkında bir yazı yazmak istiyordum. Bu yazı, yazacağım uzun yazının başlangıcı ve özeti oldu. Rahmetli Hafız Mehmet, böyle hayırlı bir işe de sebep oldu. Allah, kendisinden razı olsun.  

Sizleri, güzel ülkemizin geçmiş altmış yılını, Oltu ilçemizin de geçmiş kırk yılını özetlemeye çalıştığım bu yazıda adı geçenlerden rahmetli olanlara birer fâtiha okumaya dâvet ediyorum. Bir de yazıda düzeltilmesi gereken yerler varsa beni uyarmanızı istirham ediyorum.

İKİ SERÇE BİR GÜVERCİN

1953 yılında; Erzurum ili, Oltu ilçesi, İnci köyünde doğmuşum. Nüfus kütüğüne bir yıl sonra yani 1954 yılında kaydetmişler. Ben de 1954 doğumlu olmuşum. 1960 yılının Eylül ayına kadar doğduğum köyde yaşadım, çocukluk yıllarım bu köyde geçti. İlkokul birinci sınıfı köyde okudum. Ben, birinci sınıfta okurken babam da köyün imamıydı. Babam, 1960 yılında Oltu Birlik Câmii imamlığına tayin edildiği için biz de o yılın eylül ayında ailece Oltu’ya taşındık.

Köyde geçen çocukluk günlerimi hiç unutmadım. Çocukluğumuz önce evde, sonra kapı-bacada, sonra medresede, sonra okulda, sonra da arazide geçti. Çocukluğumuzun evde geçen dönemlerinde anne, baba, dede, nine, amca, aba, kardeşler ve amca çocukları ile beraber olurduk. Bir yaramazlık yaptığımızda annemize ve babamıza karşı dedemiz ve ninemiz bize kol kanat gererdi. Biz de onların himayesinde kendimizi dokunulmaz hissederdik. Amcalarımız ve abalarımız bizi kendi çocukları gibi severlerdi. Çocukluğumuzun dışarıda, yani kapı-bacada, geçen dönemi daha zevkli geçti. Komşularımızın çocukları ile oynayarak vakit geçirmeye doymazdık. Her mevsimin kendine göre bir oyunu olurdu: Kış aylarında buz üzerinde topaç çevirir, bahara doğru annelerimizin yaptığı toplarla karı erimiş ve toprağı biraz kurumuş bacalarda oynardık. Bir çulun üzerine sıkıca sarılmış ipliklerden yapılmış toplar ile bakalım kaça kadar sayacağız diye yarışırdık. Yarışı topu iyi olanlar kazanırdı. O zaman sünger toplar çıkmamıştı veya vardı da henüz köylere gelmemişti. Bastik ve holla-çelik de oynadığımız oyunlar arasındaydı.

Mahallemizin çocuklarıyla, bizim misafir odası ile Büyük Hafız dayımın evinin arasındaki boşlukta, yani bizim ahırın bacasında oynardık. İyi olurdu, bu oyunlar sayesinde bacalar da iyice basılır ve yağmur yağınca akmazdı. Yağmur yağdığı zaman da ambarların altında oynardık.

Ambarlar, çok kalın direkler üzerine kurulmuş ve altları boş bırakılmıştı. Ambarlara merdivenle çıkılırdı. Herkesin ambarı evinin önünde olurdu. Böylelikle ambarların altında uzun bir koridor meydana gelirdi. Zöhre Nenegilin Şerif Ağırman’ın evinden Hayta Mehmet eminin evine kadar uzun bir koridor vardı. İşte bu koridor yağmurlu günlerde bizim oyun alanımızdı. Burada bir de tandır vardı ama bilindiği gibi tandırlar kışın yanmazdı. Bizim ev ile İshak eminin evinin arasında olan tandır ilkbaharda yanmaya başlardı. İlkbaharın ve son güzün yağmurlu ve soğuk günlerinde akşamları mahallenin çocukları ile tandıra asılır, hem ısınır hem de sohbet ederdik. Bu sohbetlere doyum olmazdı. Yaşça bizden büyük olan Hasan Ağırman, bu sohbetlerin vazgeçilmez konuşmacısıydı. Bizim mahallede kış mevsiminde Haytagilin fırın yanardı, mahallenin kadınları ekmeği orada pişirirlerdi. Bazen de patates ve kabak atarlardı fırına, o da çok güzel olurdu.

Çocukluğumun unutamadığım hâtıralarından biri de ramazan hâtıralarıdır. Benim çocukluk yıllarımda ramazanda köyün yaşlıları akşam namazını câmide kılar, ondan sonra evlerine iftara giderlerdi. Cemaat, ezan okunmadan yarım saat kadar önce gelirler, câminin önündeki yerlerini alırlar ve namaz vaktine kadar sohbet ederlerdi. Kimisi ayakta, kimisi de câminin duvarı boyunca uzatılmış oturaklara oturmuş oldukları halde sohbet ederlerdi. Murtaza emi, vakit geldi mi diye sık sık saatine bakardı. Herkeste saat yoktu, ancak birkaç kişide vardı. Akşam ezânını ya Tâhir emi veya Ferhat Hefle (Helfe) okurdu. Biz; bacada oynar, arada sırada Feyzullah Çavuş’un evinin arasından Tâhir emide veya Ferhat Hefle’de bir hareket var mı diye bakardık. O zaman câminin giriş kapısı doğu tarafındaydı. Tâhir emi veya Ferhat Hefle minâreye çıkmaya başlayınca köyün çocuklarında bir heyecan başlardı. Minârenin omurgası uzun ve kalın bir ağaç, merdivenleri de tahta olduğu için bazen ayak seslerini duyardık. Ezan okuyacak kişi şerefeye çıkınca heyecan da zirveye çıkardı. “Allâhu ekber” sesi duyulunca köyün bütün çocukları: “Oruç kaçtııı!” diye bağırırlar ve bu sesten köy elli altıya giderdi.

İnternetten çıkardığım kadarıyla benim üç yaşında olduğum 1956 yılının Ramazan Bayramı, 12 Mayıs Cumartesi gününe, 1957 yılının Ramazan Bayramı 1 Mayıs Çarşamba gününe, 1958 yılının Ramazan Bayramı 20 Nisan Pazar gününe, 1959 yılının Ramazan Bayramı 9 Nisan Perşembe gününe, 1960 yılının Ramazan Bayramı da 29 Mart Salı gününe denk gelmektedir. Yani benim çocukluğumun ramazan ayları: mart, nisan ve mayıs ayının ilk günlerine denk gelmektedir.

1960 yılının Ramazan ayında birinci sınıfa giden bir talebeydim. Bu ayda köyün içindeki karlar erimiş olurdu. Biz çayı geçer, Karşı’da derelerin içinde kalmış karlardan sitillerle iftara kar getirirdik. O zaman köyün içindeki çeşmeler yoktu. Haliyle evlerde akan musluklar da yoktu. Kadınlar ve kızlar çaydaki gözeden küleklerle su taşır ve kurunları doldururlardı. Kadınlar için zor ve zor olduğu kadar da neşeli olan işlerden biri de su taşımaktı. Onlara sorarsan su taşımak zordu ama gözenin başında ve yol boyunca yaptıkları sohbetler doyumsuzdu. Biz çocuklar, Karşı’dan kar getirdikten sonra iftara doğru da Hocagilin bacada toplanır ezanı beklerdik. Herkes elindeki topla oynar, ara sıra câminin kapısına gider saati olanlara iftara kaç dakika kaldığını sorardık. Biz o zaman oruç tutamayacak kadar küçüktük. Bizim iftarı beklememizin ayrı bir sebebi vardı. O da ağız ağıza verip: “Oruç kaçtııı!” diye bağırmaktı. O zaman herkeste saat yoktu. Belki köyde birkaç kişide saat vardı. Kol saati yoktu, cep saati vardı. Onlar bozulunca da tamirlerini Murtaza emi yapardı.

İlkokul birinci sınıfı 1959-1960 eğitim-öğretim yılında köyde okudum. Öğretmenimiz Yahya Bey, beş sınıfı birden okuturdu. Köyün girişinde yani köprünün başındaki okul binamızın bir salonu üç odası vardı. Odanın biri öğretmenin evi diğer ikisi de sınıf olarak kullanılıyordu. Birinci sınıf, dördüncü sınıf ve beşinci sınıf bir odadaydık. Birinci sınıflar olarak biz pencere kenarında yani köprü tarafında otururduk. Dördüncü ve beşinci sınıflar da duvar kenarında otururlardı. Arada da öğretmenimizin gezebileceği kadar bir boşluk vardı. Beşinci sınıflar arka sırada otururlar, dördüncü sınıflar da tahtaya doğru yani ön sıralarda otururlardı. Öğretmenimiz biraz bize ders anlatır, biraz dördüncü sınıflara ders anlatır, biraz da beşinci sınıflara ders anlatırdı. Ders anlattığı sınıf, öğretmeni dinler; diğer sınıflar da serbest çalışırlardı. İkinci ve üçüncü sınıflar da diğer odada ders yaparlardı. Öğretmenimiz bu iki sınıf yani iki büyük oda arasında gider gelirdi. Sabahleyin okula giderken elimize sobada yanabilecek bir odun alır giderdik. Sınıflar soba ile ısınırdı. Sobaların odunlarını da öğrenciler getirirdi. Öğleden sonra giderken de odun götürüp götürmediğimizi hatırlayamıyorum. Ben, birinci sınıftayken Yakup Acar, Mustafa Acar, Kahraman Acar, Mevlüt Acar ve Osman Çelebi beşinci sınıftaydılar. Dikkat ederseniz bunların üçü rahmetli olmuş, ikisi yaşıyor. Allah, onlara da uzun ve bereketli ömür versin.

Yahya öğretmen, çok ciddi ve tecrübeli bir öğretmendi. Köylü ile kaynaşmasını da bilmişti. Hanımı Pamuk abla da öyleydi. O da köylü hanımlarla çok iyi anlaşırdı. Orhan adında küçük bir çocukları bizim köyde öldü ve köyün mezarlığına defnedildi. Pamuk ablanın “Orhan!!! Orhan!!! Orhan!!!” diye ağladığını çok iyi hatırlıyorum. Yahya Bey, bizim köyden ayrıldıktan sonra Ankara’ya gitti. 1967 yılında babamla Ankara’ya gittiğimizde kendisini bulup ziyaret etmiştik. Bizimle çok ilgilenmiş ve yakınlık göstermişti.

Ben, ilkokulun birinci sınıfını köyde okudum. Diğer sınıfları da Oltu’da Karabekir İlkokulu’nda okudum. Şubat ve yaz tatillerinde köye gelirdim. 1964 yılında da Erzurum İmam Hatip okuluna başladım. O zaman da şubat tatillerini Oltu’da, yaz tatillerini de köyde geçirirdim. Rahmetli Şevket amcamın hodağıydım; herg başlamadan köye gelir, harmanları bitirdikten sonra dönerdim. Mısırların sökülmesine kalamazdım. Hem hodaklık yapardım hem de köyün imamı Osman Çelebi’den Kur’ân-ı Kerim, Emsile ve Bina okurdum. Daha çok da herg ile harmanlar arasındaki boşlukta okurdum. Osman Hoca’nın ve Topal Yusuf Hoca’nın çevre köylerden hafızlık yapan talebeleri vardı. Onlarla da çok iyi arkadaşlık ederdik. Hoca olmadığı zaman da medresenin altını üstüne getirirdik.

1967 yılının yaz tatilinden sonra köye gidemedim. Artık Servet ve İbrahim büyümüş ve hodaklılık yapacak yaşa gelmişlerdi. Ben de 1968 yılının yaz aylarında İstanbul’a gitmiştim. İstanbul’dan izne geldiğimde kısa vadeli olarak köye uğrar yakınlarımı, arkadaşlarımı ve köylülerimi ziyaret ederdim.

Çocukluğumdan beri köyde geçirdiğim günleri hiç unutmadım. Okula başlamadan devam ettiğim medreseyi ve medrese arkadaşlarımı, Topal Hoca’dan okuyan hafızların köyü arı kovanı haline getirdiklerini, mahallemizdeki Mustafa Ağırman ve Kâmil Çelebi’nin ezber yapmalarını, bu ekibin cuma namazından önce okudukları Salâtü selâmları, ilkbaharda körpe otardığım günlerin hâtıralarını, yağmurlu günlerin akşamlarında mahalledeki arkadaşlarla tandıra asılmamızı, aşağı yukarı bir ay devam eden hergetme günlerindeki hâtıralarımızı, üçüncü haftanın cuma günü Orcukdere’de yediğimiz kızılpeyniri, herg ile harmanlar arasında arkadaşlarla oduna gittiğimiz günleri, gem sürmeyi, kesmügün üzerinde oturup mısır ve kabak yemeyi, merekteki samanın üzerine atlamayı hiç unutmadım.

Bahar ve güz mevsimlerinde köyün davar sürüleri karşı keşe düzüldüklerinde çıkardıkları zil ve danko seslerini ve arkasından köyün semalarına yükselen çobanın tulum sesini de unutmadım. Harman mevsiminde ikindiden sonra öküzleri alıp yakın yerlerde otarmamızı ve bu sırada arkadaşlarla oynadığımız oyunları unutmadım. Öküzleri otarmak için Gölyer’e götürdüğümüzde Yasin’in Kavaklığı’ndaki ağaçların o güzel sarı yaprakları hâlen daha gözümün önündedir. Aman Allâh’ım! O, nasıl bir güzellikti! Bir tarafta Büyük Göl, bir tarafta yeşillik, bir tarafta da kavakların sarı yapraklarından oluşan o güzel manzara her zaman gözümün önünde duruyor. Hele çocukluk arkadaşlarımı hiç unutmadım. Şimdi sizi onlarla tanıştıracağım.

Yasin Emigilin Kavaklık

Ben, kapı-bacada oynayacak yaşa geldiğimde bizim mahalledeki arkadaşlarımla oynamaya başladım. En yakın arkadaşım rahmetli Hüsnü Çelebi’ydi. Hüsnü ile ben aynı yaştaydık. Şevket amcamın oğlu Servet, Rıfat amcamın oğlu İbrahim, Hüsnü’nün kardeşi Ahmet, Feyzullah dayımın oğlu Kâmil ve Küçük Hafız dayımın oğlu Ali, bizden bir-iki yaş küçüktüler ama kapı-bacada onlar da bizimle birlikte oynarlardı.

Bu arkadaşlarımızdan Kâmil ve Ali, küçük yaşta serçe gibi uçarak cennete gittiler. Kâmil, dört yaşında tifo hastalığına yakalandı ve bu hastalıktan vefat etti. Kâmil’den altı ay büyük olan Ali, onun ölümüne hiç dayanamadı ve gece gündüz: “Baba, git Kâmil’i getir!” diyerek ağladı durdu. Babası Küçük Hafız dayım: “Oğlum, Kâmil öldü; üzerine taşları koyduk.” dese de o yine: “Git, taşların altından Kâmil’i çıkar da getir!” der ve ağlardı. Bu ikisi, aynı âile içinde birbirleri ile çok iyi geçinen ve devamlı beraber oynayan amca oğullarıydı. Kâmil’in ölümünden bir ay sonra da Ali yanarak öldü ve o da serçe gibi uçarak cennete gitti. Ali’nin ölümü çok acıklı oldu. Yakınlarını, bizi, mahalleyi ve bütün köyü yasa boğdu. Akşam namazından önce herkes mallarını kayırırken çocuklar evde kalırdı. Ali de o saatte teyzesinin evinde oynarken kaftanı yani entarisi ocaktan ateş almış ve söndürülememiş. İnsanlar yetişip söndürdüğünde Ali, epeyce yanmış ve ölümcül yarayı almıştı. Ali, sabaha kadar ağladı ve o gecenin sabahında vefat etti. Sabaha kadar biz de onunla ağladık. O zaman erkek çocuklar da okula gidinceye kadar entari giyerlerdi. Evde büyüklerin olmadığı bir saatte ocağın başında oynarken entarisi ateş almış ve Ali, ateşi söndürememiş. Bu olay, evlerde sobanın olmadığı veya olsa bile sobadan daha çok ocağın yandığı bir tarihte oluyor. O zamanlar evlerde devamlı ocaklar yanardı. Ocağın üzerinde hem yemekler pişirilir hem de ev ocağın ateşi ile ısınırdı.

Kâmil, çok güzel ve sevimli bir çocuktu. Hem kendi âilesi içerisinde hem de mahallede çok sevilirdi. Ali de şen ve şakrak bir çocuktu, kendini sevdirmesini becerirdi. Bir gün Büyük Hafız dayımın evine Alatarla köyünün muhtarı Molla ile Esenyamaç köyünün muhtarı Kadir Ağa, misafir olarak gelmişler. Yemekler hazırlanmış ve sofra kurulmuş. Sofraya üç tane kaşık konulmuş. Misafirler ve ev sahibi hem yemek yer hem de sohbet ederlerken Ali, bir ara fırsatını bulup Molla’nın kaşığını almış ve yemeğe girişmiş. Kadir Ağa, bu durumu fark etmiş ve yemek yemeğe devam etmiş. Kendini sohbetin havasına kaptıran ve kaşıksız kalan Molla: “Arkadaş, benim de kaşığım vardı ama ne oldu acaba?” demiş. Kadir Ağa başlamış gülmeye. Molla: “Arkadaş niye gülüyorsunuz? Gerçekten kaşığım vardı.” demiş. Ali ise hiç bozuntuya vermeden yemeği kaşıklamaya devam ediyormuş. Mesele anlaşılınca başlamışlar gülmeye. Ali, işte böyle bir çocuktu.  

Küçük yaşta kaybettiğim ve unutamadığım arkadaşlarımdan biri de rahmetli Mahmut eminin oğlu Ahmet Akyüz’dür. Ahmet, bizim alt mahallede otururdu. Amcalarının oğulları Ali ve Osman, ondan üç-dört yaş küçük oldukları için Ahmet de bizimle oynardı. Ahmet, bizden bir-iki yaş büyüktü ama harmanlarda ve kapı- bacada beraber oynardık. Ahmet de şen  şakrak bir arkadaştı, bizim neşe kaynağımızdı. Kabanın başına ve yakın yerlere birlikte oduna giderdik. Babası devamlı gurbete gittiği için evin işlerini Ahmet ve annesi Zinnet abam birlikte yaparlardı. O da 14.07.1964’te on üç yaşında iken vefat etti ve bir güvercin gibi uçarak cennete gitti. Diğer iki arkadaşım serçe gibiydiler. Ahmet, onlardan biraz büyüktü, o da güvercin gibi uçtu gitti. Ona neden güvercin dediğimi şimdi öğreneceksiniz. Rahmetli Ahmet hakkında bir yazı yazmak istediğimi eniştesi Yusuf Akçay’a söyledim ve kendisinden yardım istedim. “Aile içinde Ahmet hakkında konuşulanları ve bildiklerinizi bana anlatır mısın?” dedim. Yusuf, bana şunları anlattı:

“Ahmet’in annesi rahmetli Zinnet yengem, oğlu hakkında şu hatıraları anlatırdı: “Ahmet, yaşıtlarına göre daha iri yapılı, neşeli, çalışkan ve hayat dolu bir çocuktu. Kur’ân-ı Kerîm okumayı çok severdi. Ağa Mustafa’nın ve Ağa Mehmet’in annesi olan Münire nineden Kur’ân-ı Kerîm dersleri alırdı. Okuduğu her sayfanın arasına bir çiçek koyardı. Yoksulluktan dolayı Esenyamaç, Subatık ve Ballıca gibi yakın köylere az bir yiyecek karşılığında birer hafta hodaklık yapmaya giderdi. Babası gurbette olduğundan dolayı evin ihtiyaçlarını gidermek için benimle birlikte tarlaya gelir çalışırdı. Ot ve ekin biçmeye Ahmet’le birlikte giderdik. Evimizin kışlık odununu o getirirdi. O günkü hayat şartlarından dolayı evin bütün sorumluluklarını o üstlenmişti. Yine bir hodaklık sırasında hastalandı ve bir hafta yatakta yattı. İyileşmeyince öküz arabasına yatak serip Ahmed’i yatırdık ve bir ikindi vakti Oltu’ya gitmek üzere yola çıktık. Gecenin saat üçünde o zaman Oltu’da tek doktor olan Hamdi Bey’in kapısını çaldık. Doktor Hamdi Bey muayeneden sonra: “Çok geç kalmışsınız, kazma küreği mezarlığa koyup gelmişsiniz.” dedi ve bir iğne yaparak bizi geri gönderdi. Ahmet, dönüş yolunda İğdeli köyü yol ayırımında vefat etti. Vefat etmeden önce şunları söyledi: “Gökten bana doğru bir çift öküzün geldiğini ve üzerimde bir sürü beyaz güvercinlerin uçtuğunu görüyorum.”

Şimdi anladınız değil mi, bu yazının başlığını neden “İki Serçe Bir Güvercin” koyduğumu. Evet, arkadaşlarımın ikisi serçe gibi biri de güvercin gibi uçarak cennete gittiler. Serçeler uçtuktan sonra biz de Hüsnü’nün anneannesi Nuriye ninenin evinde oynayarak kışı geçirdik. Mollagilin ev ile Beşir eminin evinin arasında olan bu evde Hüsnü, Mevlüt, Necati ve Neşet ile beraber oynardık. Bildiğiniz gibi bu arkadaşlarımdan Neşet de genç yaşında ve gurbette rahmetli oldu. Makamı cennet olsun. Âmin.

Bu yazıyı okuyanlardan üç şey istiyorum.

1-Bu yazıyı yazarken Feyzullah Çelebi ve Yusuf Akçay bana yardımcı oldular. Onlara çok teşekkür ediyorum. Bu bilgilerde yanlışlık ve eksiklik varsa lütfen düzeltin.

2-Benim unuttuğum yerler varsa siz tamamlayın.

3-Bu yazıda adı geçen ve rahmetli olan arkadaşlarıma birer Fatiha okuyun.

Ramazan Zafer Getirir İnşallah

Bilindiği gibi zaman ölçeği olarak kullandığımız iki yıl vardır. Bunlardan bir şemsî sene yani güneş yılı, diğeri de kamerî sene yani ay yılıdır. Kamerî senenin de şemsî senenin de bir yılda on iki ayı vardır. Kamerî senenin ayları Muharrem, Safer, Rebîülevvel, Rebîülâhir, Cemâziyyülevvel, Cemâziyyülâhir, Recep, Şaban, Ramazan, Şevvâl, Zülkâde ve Zülhicce’den ibarettir. Bu sıralamaya göre Ramazan, kamerî senenin (ay yılının) dokuzuncu ayıdır. Bu ayların kimi otuz, kimi yirmi dokuz ile biter. Şemsî senenin aylarından yedisi otuz birle, dördü otuzla, biri de (Şubat) bazen yirmi sekiz bazen yirmi dokuzla biter. Kamerî sene 354 gün, şemsî sene de 365 gündür. Oruç, hac ve diğer zamanlı ibâdetler kamerî seneye ve bu senenin aylarına göre tanzim edilir.

Yine bilindiği gibi İslâm’ın şartlarından namaz Mekke’de; oruç, zekât ve hac Medine’de ferz kılındı. Oruç ve zekât hicretin ikinci yılında, hac ise hicretin dokuzuncu yılında farz kılındı. Hz. Peygamber hicretin ikinci yılının Şaban ayında, ashâbına Ramazan ayında orucun farz olduğunu ve hep birlikte oruç tutacaklarını bildirdi. Ayrıca onlara konu ile olarak gelen Kur’ân- Kerim âyetlerini okudu. Bütün Müslümanlar o senenin Ramazan ayında hep birlikte ilk oruçlarını tutmaya başladılar.

Hz. Peygamber ömründe dokuz sene Ramazan orucu tuttu. Bu Ramazan aylarının beşi otuz ile dördü de yirmi dokuz ile bitti. Hz. Peygamber Efendimiz ve Ashâbı, ilk Ramazandan sekiz gün (İbn Sa’d’a göre on iki gün ) tuttuktan sonra Bedir savaşı için Medine’den hareket ettiler. Hz. Peygamber Efendimiz, Medine’de cemaate namaz kıldırmak üzere yerine Abdullah b. Ümmü Mektûm’u vekil bırakarak 09 Mart 624’te yola çıktı. Beyaz sancağını Mus’ab b. Umeyr’e verdi. İki siyah bayraktan Ukâb adındakini Hz.Ali, diğerini de Ensar’dan Sa’d b. Muâz taşıyordu.

Hz Peygamber Efendimiz, bir veya iki gün oruçlu olarak yola devam ettikten sonra Müslümanların oruçlarını açmalarını emretti. Oruçlarını açmadıklarını görünce dönüp “Ey söz dinlemeyen cemaat! Ben orucumu açtım, sizde açınız! “ diye seslendi. ( Vâkıdî, Meğâzî: I. 33)

Kuran ve tesbih

Medine’den hareket eden 313 kişilik İslâm ordusu ile Mekke’den hareket eden 950 kişilik şirk ordusu Ramazan ayının on yedisinde Bedir’de karşı karşıya geldiler. Savaş, Müslümanların zaferi ile bitti. Müslümanların verdiği 14 şehide karşılık, müşriklerin 70 ölü verdiler. 70 kişileri de Müslümanların eline esir olarak düştü. Böylelikle ilk Ramazan Müslümanlara zafer ve bereket getirdi.

Bedir savaşından altı yıl sonra yani hicretin sekizinci yılının Ramazan ayında Hz. Peygamber, bu sefer de Mekke’yi fethetmek için on bin kişilik ordu ile yola çıktı. Ramazan ayının onunda yola çıkan Hz. Peygamber, yolda orucunu bozdu; ashâbına da böyle yapmalarını emretti. Bu yolculuk da zaferle sonuçlandı ve Mekke fethedildi. Kâbe putlardan temizlendi. Mekke’nin fethedilmesi ve Kureyş kabilesinin Müslüman olması, İslâm’ın önündeki bütün engelleri kaldırdı. Bu fetihten sonra bütün Arabistan fethedilmiş oldu. Hz. Peygamber, Hicretten sonra çeşitli yıların Ramazan aylarında on beşe yakın da Seriyye çıkardı. Bu Seriyyeler de Medine’ye zaferle döndüler.

İçinde bulunduğumuz bu mübârek Ramazan ayında Müslümanlar, dünyanın değişik yerlerinde Allah’ın dininin Hâkim olması için mücadele ediyorlar. İnşallah onlar da Bedir’de ve Mekke fethinde gelen ilâhî yardıma mazhar olurlar. Bize düşen bu mücâhidleri maddî ve manevî bakımdan desteklemek ve onlara yardımcı olmaktır. Bir de İslâm düşmanlarına köstek olmak ve onların ıslâhı için Allâh’a yalvarmaktır. Bu ay, duâ ayıdır. Haydi! Hep birlikte kardeşlerimiz için Yüce Rabbimize duâ edelim ve onların zaferi için Allâh’ımıza yalvaralım.

Hz. Aişe (r. anhâ) ve Talebeleri

Hz. Âişe, Hz. Ebû Bekir ve Ümmü Rûman çiftinin kızıdır. Hz. Peygamber efendimizle hicretten önce Mekke’de nişanlandı; düğünleri de hicretten sonra Medine’de yapıldı. Mekke’den Medine’ye hicret ettiğinde, o da diğer muhâcirler gibi Medine’nin havasına alışamadı ve rahatsızlandı. Ancak kısa zamanda tekrar sağlığına kavuştu.

Mekkeli muhâcirler, Medine?nin havasına alışamayıp rahatsızlanınca Hz. Peygamber Allah?a şöyle duâ etmişti: ?Allah?ım! En az Mekke?yi sevdirdiğin kadar veya daha fazlasıyla bize Medine?yi de sevdir. Bu beldeyi sıhhat yurdu yap ve ölçü ile tartılarını bereketlendir. Sonra da bu hastalığı al ve Cuhfe taraflarına at!? (Buhârî, Fedâilü?l-Medine 11)

Allah?ın en sevgili kulu O?ndan bir şey ister de Yüce Allah onun bu isteğini kabul etmez mi? Hz. Peygamber o gece bir rüya gördü. Saçı-başı dağınık siyah bir kadın Medine?den çıkıp Cuhfe?ye doğru gidiyordu. Belli ki Medine?deki bu hastalık bundan böyle şehri terk edecek ve Cuhfe taraflarını vatan edinecekti. Zaten o günden sonra muhâcirler bir daha şiddetli ateş yüzü görmedi ve Medine?yle ilgili herhangi bir problemle karşılaşmadılar. Bundan sonra Medine ensar ve muhâcirler için medeniyete beşiklik etti. Hz. Peygamber?in duâsı bereketiyle Medine, orada oturanlar için gerçek bir vatan oldu. Hz. Âişe de sağlığına kavuştuktan sonra yapılan düğünü ile birlikte Hz. Peygamber?in evine yerleşti.

Babasının evinde iyi bir aile terbiyesi alan Hz. Âişe gelişmesini, yetişmesini ve şahsiyetini, olgunlaşmasını Hz. Peygamber?in evinde tamamlama imkânı buldu. Çocuğu olmadı. Araplarda anne ve babaların büyük erkek çocuğun adını künye olarak almaları âdeti sebebiyle bir künyesi olmadığına üzüldüğünü söyleyince Hz. Peygamber ona, ablası Esma?nın oğlu Abdullah?a nisbetle Ümmü Abdullah (Abdullah?ın annesi) künyesini verdi. Hz. Peygamber onu çok severdi. Onunla bir arada bulunmaktan, bilhassa gece yolculuklarında kendisiyle sohbet etmekten, dâvetlere onuna birlikte katılmaktan, sorularına cevap vermekten çok hoşlanırdı.

Hz. Âişe kuvvetli bir zekâ ve hafızaya sahipti; üstün bir anlayış ve kavrayış kabiliyeti vardı. Güzel konuşması, Kur?ân-ı Kerim ve Hz. Peygamber?i en iyi şekilde anlamaya çalışması gibi özellikleri sayesinde Hz. Peygamber?in yanında ayrı bir yeri vardı. Hz. Peygamber onun bu kabiliyetlerinin gelişmesine yardım edince, baba evindeki eğitim, vahyin aydınlattığı peygamber evinde daha da gelişti, olgunlaştı ve derinleşti. Bilmediklerini, anlayamadıklarını, eksiklerini ve yanlışlarını, hatta Kur?ân ile Hz. Peygamber?in hadisleri arasındaki farklılık arz eden hususları Hz. Peygamber?e sormak ve onunla müzâkere etmek gibi güzel bir alışkanlığı vardı.

Hz. Âişe, Hz. Peygamber?e karşı beslediği derin sevgi yanında ona itaat ve emirlerine dikkat etmekle de ön plana çıkmıştı. Geceleri nafile namaz kılar, günlerinin çoğunu oruçlu geçirirdi. Kimselerin aleyhine konuşmayı sevmezdi. Kanaatkâr, mütevazi aynı zamanda da vakur ve cömertti. Yetim, öksüz ve yoksul çocukları himayesine alır, onların terbiye ve yetişmelerine özen gösterir, sonra da onları evlendirirdi.

Hz. Peygamber Efendimiz vefat ettiği zaman çok genç olmasına rağmen Kur?ân-ı Kerim?i ve Hz. Peygamber?in sünnetini en iyi bilen, anlayan ve muhafaza eden sahabîlerin başında o geliyordu. Arap dilini maharetle kullanmasının yanında Arap şiirini de çok iyi bilirdi. Kur?an ve hadisin anlaşılması için olduğu kadar Arap dili bakımından da şiirin önemine işaret ederek ?Çocuklarınıza şiir öğretiniz ki dilleri tatlansın!? derdi.

Hz. Âişe, fesahat ve belağatıyla da ünlü bir hatîb olduğu için konuşması insanlara çok tesir ederdi. Babasının vefatı üzerine kabri başında yaptığı duâ, Cemel Vak?ası?ndaki hutbesi ve bazı mektupları onun edebî kabiliyetini gösteren şaheser örneklerdir. Ayrıca Arap tarihi, ensâb ilmi, câhiliye çağının sosyal durumu, örf ve âdetleri hakkında geniş bilgi sahibiydi. Şiir ve edebiyat ile tarih ve ensâbı, bu konularda ihtisas derecesinde bilgi sahibi olan babasından öğrenmişti. Ahlak ve davranışlarında olduğu gibi ilme merakı bakımından da babasına benzemişti.

Hz. Âişe, küçük yaşından itibaren Kur?ân-ı Kerim?i ezberlemeye başlamış ve ayetlerin kıraat tarzını iyice öğrenmişti. Bilhassa Medine?de nazil olan ayetlerin nüzûl sebeplerini, delaletlerini, tahlil ve değerlendirilmelerini ve her ayetle nasıl istidlâl edilip ahkâm çıkarılacağını çok iyi bilirdi. Sünneti de çok iyi anlamış olan Hz. Âişe, hadislerden istinbat ve kıyas suretiyle yeni hükümler çıkarırdı. Onun içtihat ve fetvaları kendisinin bir fakih ve müçtehid olarak kabul edilmesini sağladı.

Hz. Âişe, bu derin ilmini kendisiyle birlikte mezara götürmedi, götüremezdi de zaten. Bildiklerinin ve öğrendiklerinin hepsini talebelerine öğretti. Onları iyice yetiştirdi; ondan sonra bu dünyadan ayrılıp gitti. Hz. Peygamberden devraldığı mirası öğrencilerine devrederek gönül rahatlığı içinde ayrıldı bu dünyadan.

Hz. Âişe, farklı ilimlerdeki derinliği kadar, bu ilimleri başkalarına aktarma konusunda da bambaşka bir özelliğe de sahipti. Yetiştirip terbiye edeceği bir çocuğu yoktu; ancak o, herkesin annesiydi ve bu yönüyle de nerede bir yetim veya elinden tutulması gereken bir beyin varsa onu bulur ve gelecek adına topluma faydalı birer nesil haline getirmenin mücadelesini verirdi. Onların sadece maddî ihtiyaçlarını karşılamakla kalmaz, aynı zamanda onları birer ilim dağarcığı haline getirirdi. O günlerde Medine ilim adına İslam dünyasının Kâbe?si gibiydi. İlim ve marifet arayışındaki hemen herkesin yönelip kapısını aşındırdığı bu şehrin başmuallimi, şüphesiz Hz. Âişe validemizdi. Hatta denilebilir ki o, sadece Medine?de ders vermiyordu; her yıl hac vazifesi için geldiği Mekke?de Nur dağı ile Sebir dağı arasında kendisine bir çadır kurdurur ve bu çadırda ilim âşıklarının gönüllerini ve dağarcıklarını doldururdu.

Hz. Âişe?den ilim öğrenenlerin başında iki yeğeni (ablası Esma?nın iki oğlu) Abdullah ve Urve gelir. Daha sonra üvey kardeşi Muhammed?in oğlu Kasım gelir. Ayrıca Hz. Ömer?in oğlu Abdullah, Ebû Hureyre, Ebû Musa el-Eş?arî, Hz. Abbas?ın oğlu Abdullah ve daha başka sahabîler onun ilminden yararlanmışlardır. Tabiûn neslinin önde gelenleri de Hz. Âişe?nin ilminden istifade ettiler. Yukarıda adları geçen Urve ve Kasım?ın da dâhil olduğu yüz elliye yakın tâbiûn, bu tatlı su kaynağından doya doya su içtiler.

Hz. Âişe annemizin medresesi sadece erkeklere açık değildi; hanımlar da ondan yararlanırlardı. Başta üvey kız kardeşi Ümmü Gülsüm ve daha nice hanımlar ondan istifade ettiler. O, kendisinden küçük olan üvey kardeşlerini ve yeğenlerini çok iyi yetiştirdi. Onlar da Hz. Âişe?den aldıkları bu ilmi kendilerinden sonraki nesillere aktardılar.

Saygıdeğer okuyucularım!

Benim bu yazımı okuyan sizlerin evinde, zannediyorum ki Kur?ân Kursu?na, İmam-Hatip Lisesi?ne veyahut da İlahiyat Fakültesi?ne giden bir kız öğrenci muhakkak vardır. Belki de bunları beğenmeyip cemaatlere, özel ders halkalarına katılan kızlarınız, gelinleriniz veya hanımlarınız vardır. Ben bu yazıyı işte bunlar için yazdım. Bu kızlarımız ve bu hanımlarımız Hz. Âişe annemiz gibi olmaya ne zaman başlayacaklar. Ne zaman bu işin önemini kavrayacaklar. Resmî Kur?ân kurslarında görev alan kızlarımızın ve bayanlarımızın şeytanın kendilerini içine yuvarladığı havadan yanlarına yaklaşılmıyor. Hepsi olmasa bile bir kısmı giyimleri, kuşamları ve davranışları ile bu göreve layık olmadıklarını gösteriyorlar. Kendileri için çizilen resmî dairenin dışına çıkmıyorlar ve çıkamıyorlar. O resmî dairenin içini doldursalar ona da razı olacağız ama bu da yok maalesef. Resmî görev almayıp çeşitli cemaat ve vakıflarda ders alan ve ders veren Müslüman hanımlar da bulundukları çevrenin dışına çıkamıyorlar. Sosyal hayatın dışında ve kendi fildişi kulelerinde ahkâm kesiyorlar. Her iki tarafta gayret eden hanımların bu gayretleri ülkemizde ciddî bir değişikliğe sebep olmuyorsa ve üstelik Müslüman hanımların zemininde sosyeteye doğru bir kayma varsa, biz boşuna kürek çekiyoruz demektir. Ben bu vesileyle Müslüman hanımlara, Hz. Âişe?nin hayatını yeni baştan bir daha okumalarını ve okuduklarını hayatlarına uygulamalarını tavsiye ediyorum. Bu asırda her Müslüman hanımın evi Hz. Âişe?nin evi gibi bir medrese olmalıdır. Hz. Âişe’yi örnek alan Müslüman hoca hanımlar, kendi evlerinde kendi yakınlarını yetiştirmelidirler. Yani evlerimiz birer mektep ve medrese olmalıdır.

Saygıdeğer okuyucularım!

Evleriniz birer mektep ve medrese ise düşmanın hile ve desiselerinden korkmayın; onların hepsi boşa çıkar. Evlerinizi ihmal ettiyseniz işte o zaman oturun ağlayın!

Yaşı Küçük Ama Yaptığı İş Büyük

Hicretten önce, Hz. Ebû Bekir?in iki hanımından dört çocuğu vardı. Bunlardan Âişe ve Abdurrahman?ın annesi Ümmü Rûmân, Esmâ ve Abdullah?ın annesi de Kuteyle idi. Abdullah, bu çocukların en küçüğü idi. Bilindiği gibi Hz. Peygamber, Hz. Âişe ile evliydi. Hz. Peygamber ile Hz. Âişe?nin nişanları hicretten önce Mekke?de, düğünleri de hicretten sonra Medîne?de yapılmıştı. Esmâ da, Hz. Peygamber?in Safiyye isimli halasının oğlu Hz. Zübeyir ile evliydi. Bu âile, hicret esnasında Hz. Peygamber?i yalnız bırakmadı.

Hz. Ebû Bekir, Hz. Peygamber?in Mekke?den Medine?ye hicretinde, oğulları ve kızlarıyla bu harekete destek verdi. Müşrikler, bir Perşembe günü sabahleyin Dâru?n-Nedve?de toplanıp akşama Hz. Peygamberi öldüreceklerine karar verince, onların bu kararını Cebrâil?den öğrenen Hz. Peygamber, konuyu görüşmek ve hicret planını yapmak için Hz. Ebû Bekir?in evine gitti. Perşembe günü herkesin öğle uykusuna yattığı, öğle ile ikindi arasındaki vakitte, Hz. Peygamber ve Hz. Ebû Bekir, yapacakları hicret yolculuğunun planını görüştüler. İnsanlar uykularından uyanmadan Hz. Peygamber kendi evine geldi ve ikindiden sonra kendi evinden çıkarak insanlar arasına karıştı. Yapılan plana göre, hava kararıp müşrikler Hz. Peygamberin evini kuşattıktan sonra Rasûlullah(s.a.v.), evden çıkacak ve Ebû Bekir?in evine gelecek, oradan da gündüzün birlikte tespit ettikleri Sevr dağına çıkacaklar. Üç gün üç gece, bu dağdaki mağarada kalacaklar. Pazartesi sabah erkenden buradan çıkıp develerine binecekler ve kimsenin bilmediği yollardan Medine?ye ulaşacaklar.

Hz. Peygamber?in ve Hz. Ebû Bekir?in birlikte yaptıkları plana göre bu üç gün zarfında Hz. Ebû Bekir?in evinde hazırlanan yiyecekleri mağaraya Abdullah getirecek. Bu göreve ek olarak, Mekke?de olup bitenleri izleyecek ve bu haberleri mağaraya getirecek. Yani, önemli bir görev olan istihbârât işini yerine getirecek. Hz. Ebû Bekir?in koyunlarını güden çobanı Âmir b. Füheyre de, koyunları bu çevrede otlatacak. Bu sûretle, hem Abdullah?ın izleri kaybolacak hem de mağaraya süt ulaştırılacak. Kendisi henüz bir müşrik olan ve parayla tutulan Abdullah b.Uraykıt ise, Hz. Ebû Bekir?in Perşembe günü kendisine teslim ettiği develeri, Pazartesi sabah erkenden Sevr dağının dibine getirecek ve kafileyi, kimsenin bilmediği yollardan Medine?ye götürecek. Bu harekette görevlendirilenler içerisinde sâdece bu şahıs müşriktir. Bu da, parayla tutulmuş, ağzına sağlam, işini yapıp parasını almaya bakan bir kişidir.

Bu görevliler içerisinde, Hz. Ebû Bekir?in kızları Âişe ve Esmâ gençtiler. Onlar, üç gün boyunca kardeşleri Abdullah ile mağaraya yemek gönderdiler. Esmâ, Cuma günü sabah erkenden evlerine baskına gelen Ebû Cehil?den bir de tokat yemişti. Ebû Cehil?in, onun suratına attığı tokatın şiddetinden kulağındaki küpe yere fırlamıştı. Hz. Ebû Bekir?in oğlu Abdullah ise, o sırada, çocukluk çağı ile gençlik çağı arasında bir yaştaydı. Hz. Peygamber, Abdullah?a istihbârât görevi gibi önemli bir görevi verirken, kimsenin onu önemsemeyeceğini ve izlemeyeceğini düşünmüştü. Hz. Âişe?nin ifadesiyle cesur, akıllı ve becerikli bir genç olan Abdullah, üç gün boyunca her akşam evlerinde hazırlanan yiyeceği alıp mağaraya götürür ve Mekke?de olup bitenleri Hz. Peygambere ve babasına aktarırdı. Daha çocuk denecek yaştaki bir genci, istihbârât gibi önemli bir görevle görevlendiren Hz. Peygamber, hayatı boyunca gençlere önem vermiş, onları güzel vazifelerle vazifelendirerek şereflendirmiştir.

Sevgili gençler! Hz. Peygamber?in, taze bir genç olan Abdullah?ı, cemaatten devlete geçiş hareketi olan hicret gibi önemli bir olayda, istihbârât gibi çok ciddî bir görevle görevlendirmesinden alacağımız çok dersler vardır. Bir kere şunu hatırlatalım ki, Hz. Peygamber, insanlara gelişigüzel görev vermezdi. Yapılması gereken göreve uygun şahıslar bulur, onları görevlendirirdi. Hz. Peygamber tarafından görevlendirilen şahıslar da bunu bildikleri için, kendilerine verilen görevi en güzel şekilde yerine getirmek için gayret gösterirlerdi.

Sevgili gençler! Halk arasında ?çocuktan al haberi? diye bir söz vardır. Bu söz, insanların, çocukları pek önemsemediklerini ve onların yanında her şeyi söylediklerini, çocukların da bu sözlere kulak verip dinlediklerini ve gereken yerlere ilettiklerini ifade etmek için söylenmiş bir sözdür. Bunun böyle olduğu tecrübelerle sâbittir. Hz. Peygamber de, işte bu sebepten dolayı Abdullah?ı istihbârât işinde görevlendirmiştir. Abdullah da, kendisine verilen görevi en güzel şekilde yerine getirerek, hem kendi yüzünü ak etmiş hem de Hz. Peygamber?in, çevresindeki insanlara görev verirken ne kadar isâbetli kararlar aldığını göstermiştir. Hz. Âişe?nin verdiği bilgiye göre Abdullah, bu üç gün boyunca karanlık iyice bastırdıktan sonra hazırlanan yiyecekleri alır üç kilometre uzaklıktaki mağaraya gider, geceyi mağa-rada geçirdikten sonra seher vakti mağaradan çıkar evine gelirdi. İnsanlar uykularından uyanıp, evlerinden çıktıktan sonra o da geceyi evinde geçirmiş gibi insanlarla aynı zamanda evinden dışarı çıkardı. Taze bir genç olduğu için, kimse onu önemsemez ve nereye gidip geliyor diye de takip etmezlerdi. Zâten kendisi de, bu zaman içinde müşrikleri şüpheye sevk edecek bir yanlış hareket yapmadı.

Sevgili gençler! Hz. Peygamber, genç Abdullah?a görev vererek onu işin içine aldı. Yani, kendilerini İslâm davasına vakfetmiş bir âilenin küçük çocuklarını da bu işin içine kattı. Bugün, İslâm ümmetinin önünde bulunan kişilerin, Hz. Peygamber?in bu sünnetini yaşatarak ümmetin çocuklarını, daha küçükken bu dâvâya kazandırmaları gerekir.

Sevgili gençler! Hz. Peygamber, gençlere sorumluluk yüklüyor ve onları, bu sorumluluk şuuru içinde yetiştiriyordu. Bilinmelidir ki, insanı, dar günler ve zor zamanlar yetiştirir. Bu sebepten dolayı, siz de evlenip çocuk sahibi olduktan sonra, çocuklarınızı daha küçükken sosyal hayatın içine katın ve yetiştirin. Ramazan gecelerinde, onlarla birlikte yoksulların evine gidin! Siz, arabanızda oturun, gıda maddelerini onlar dağıtsın. Onlar, çocukken bu zevki yaşasın ve işi öğrensinler. Büyüdükten sonra da kendi çocuklarına: ?Biz, babamla böyle böyle yapardık!? diye anlatsınlar hâtıralarını. Şimdiki çocukların, kendi çocuklarına anlatacak çocukluk hâtıraları da yok. Aman Allah?ım! Bu ne yoksulluk böyle!

Sevgili çocuklar! Biliyor musunuz, bu yoksulluğu çıkaran da bizleriz. Çocuklarımızı okullarla dershaneler arasında koşuşturan yarış atları haline getirdik. Sâdece, test çözüyorlar. Kitap okumuyorlar, şiir ve edebiyât zevkleri yok, kendilerini ifade edemiyorlar. Kendi işlerini, kendileri göremiyor. Her işlerini anneleri, babaları veya bir yakınları görüyor. Üniversiteyi kazanan bir öğrenci, gelip kaydını yaptıramıyor, kalacağı evi veya yurdu bulamıyor. Bunun için de, babası ile veya tüm âile birlikte geliyorlar. Böyle yapmak çocuklarımız için destek değil, köstektir. Üniversiteyi kazanan bir öğrenci, kendi işini kendisi yapabilmelidir. Kendisinin yapabileceği işi siz yaparsanız, çocuğun kendine güvenini öldürürsünüz.

Sevgili gençler! Elektrikler kesildiği zaman, kendi evindeki bir odadan diğer odaya gidemeyen çocuklarımızın ve geçlerimizin var olduğunu hepimiz biliriz. Peki, bu çocuklarımız, yarın savaşa nasıl gidecekler? İşte bütün bunları düşünen ve gençleri gelecek için yetiştiren Hz. Peygamber, küçük Abdullah?a zor bir görev veriyor ve en yakın dostu Hz. Ebû Bekir?in oğlunu geleceğe hazırlıyor. Zâten gerçek liderler, gelecek için yatırım yapan liderlerdir.

Sevgili gençler! Abdullah da ?bu iş benim boyumu aşar? demiyor. Görevine dört elle sarılıyor ve görevini akıllara durgunluk verecek şekilde başarıyor. Taze bir genç olan Abdullah, hava iyice karardıktan ve herkes evine çekildikten sonra Mekke?nin dışına çıkıyor ve üç kilometre yolu gidip tırmanarak mağaraya çıkıyor. Seher vakti de, daha kimse yatağından kalkmadan yine karanlıkta evine dönüyor. Ne karanlıktan korkuyor, ne de yakalanmaktan çekiniyor.

Sevgili gençler! İşte böyle olun. Korkuyu, endîşeyi, çekingenliği atın üzerinizden. ?Ben bunu yapamam, ben bunu başaramam.? demeyin. Biliniz ki, bazı görevler vardır ki, siz gençler, bu görevleri yaşlılardan daha iyi yaparsınız. Sizin yapamadığınız kimi işleri de onlar sizden iyi yaparlar.

Hz. Selmân el-Fârisî Kubâ Köyünde Müslüman oldu

Ateşe tapan bir âilenin çocuğu olan Selmân, gerçek dini bulmak için Fars diyârından ayrılıp Bizans topraklarını gezdikten sonra Medine?ye gelen ve Hz. Peygamber?in hicretinden sonra Kubâ köyünde onunla karşılaşarak Müslüman olan bir sahâbîdir. Müslüman olduktan sonra Hz. Peygamber?in huzurunda hayatını ve başından geçen olayları anlattı, huzurda bulunanlar da onu dinlediler. Anlattığına göre Selmân, Fars diyârında zengin bir köylünün tek oğluydu. Babasının arazisi ve malı çoktu. Selmân?ın babası da diğer köylüler gibi ataşe tapıyordu. Oğlunu çok seven bu köylü, oğlunu gözünden esirger dışarı göndermezdi. Yine Selmân?ın anlatmasına göre evlerinde hiç sönmeyen bir ateş yanardı. Herkes gibi onlar da bu ateşe taparlardı. Selmân biraz büyüdükten sonra babası, hem Mecûsîlik konusunda oğluna nasihat eder hem de ?Oğlum! Ben öldükten sonra bu malların sahibi sen olacaksın, git mallarını ve arazilerini tanı!?? derdi.

Bir gün tarlaya giden Selmân, Hıristiyanların bir kilisesine uğradı ve onların dinini kendi dinlerinden daha mâkûl buldu. Akşama kadar orada kalıp ibâdetlerini izledi. Zamanla kilisedeki din adamları ile samimiyet kuran Selmân, bu dinin merkezinin neresi olduğunu sordu. Onlardan aldığı bilgiler doğrultusunda Şam, Musul, Nusaybin ve Sivrihisar?a gitti. Her gittiği yerde kilisede kalıyor ve papazın terbiyesinde iyi bir Hıristiyan olmaya çalışıyordu. Şam?daki papaz, ölümü yaklaşınca Selmân?a Musul?a gitmesini tavsiye etti. Musul?daki papaz, Nusaybin?ne; Nusaybin?deki de Sivrihisar?a yönlendirdi. Sivrihisar?daki papaz, ölümü yaklaşınca Selman?a şöyle dedi:

?Vallâhi, seni kime göndereceğimi bilmiyorum. Aslında âhir zaman peygamberinin gelme zamanı yaklaştı. O Peygamber, Araplar arasından çıkacak. Doğup büyüdüğü şehirden hicret edecek; iki tarafı taşlık olan ve hurması çok bol olan bir şehre yerleşecek. Onun âhir zaman peygamberi olduğunun alâmetleri vardır ve bu alâmetler şunlardır: Hediyeyi kabul eder, sadakayı kabul etmez; bir de iki omzunun arasında nübüvvet mührü vardır.?

Hayatının bundan sonrasını Selmân?ın bizzat kendi ağzından dinleyelim: ?Yanında bulunduğum bu zât vefat edince, onun tavsiyesi üzerine Arap diyârına gitmeye hazırlandım. Sivrihisar?da çalışıp birkaç öküz ile bir miktar koyun sahibi olmuştum. Ticâret için bulunduğumuz yerlere kadar gelen Kelb oğullarından bir kafile, Arap diyârına geri dönmek üzere idiler. Onlara dedim ki: ?Bu sığırlar ve koyunlar sizin olsun, beni Arap diyârına götürün!?? Dediğimi kabul edip beni aralarına aldılar. Vâdi?l-Kurâ denilen yere gelince, bana ihânet edip ?Bu, bizim kölemizdir!?? diyerek beni bir Yahûdî?ye sattılar.

Yahûdî?nin bulunduğu yerde hurma bahçelerini gördüm. ?Âhir zaman peygamberlerinin hicret edeceği yer, herhalde burasıdır?? diye düşündüm. Fakat kalbim oraya ısınmadı. Bir müddet bu Yahûdî?nin hizmetinde kaldım. Sonra bu Yahûdî, beni köle olarak amcasının oğluna sattı. O da beni alıp Medine?ye getirdi. Medine?ye gelince, sanki bu şehri önceden görmüş gibiydim. Hemen ısındım. Artık günlerim Medine?de geçiyor, beni satın alan Yahûdî?nin bağında, bahçesinde çalışıp, ona hizmetçilik yapıyordum. Bir taraftan da asıl maksadıma kavuşma arzusu ile bekliyordum.

Bir gün beni satın alan Yahûdî?nin bahçesinde, bir hurma ağacının üzerinde hurma topluyordum. Sahibim olan Yahûdî de, yanında birisi ile ağaç altında oturup konuşmaktaydı. Bir ara yanındaki ona dedi ki: ?Mekke?den bir kimse geldi, peygamber olduğunu söylüyor.? Ben, bu sözleri işitince titremeye başladım; az kalsın ağaçtan yere düşecektim. Hemen aşağı inip o şahsa şöyle dedim: ?Sen neler söylüyorsun??? Sahibim, daha fazla konuşmama fırsat vermedi ve bana bir tokat vurdu. Sonra da şöyle dedi: ?Seni ne ilgilendiriyor ki soruyorsun, hadi sen işine bak!??

Âhir zaman peygamberinin geldiğini işte bu şekilde işittim ve kendisinin Kubâ köyünde olduğunu öğrendim. O gün akşam olunca, bir miktar hurma alıp hemen Kubâ?ya gittim. Hz. Peygamber?in yanına varıp dedim ki: ?Sen, sâlih bir kimsesin, yanında yoksullar vardır. Bu hurmaları sadaka olarak getirdim.? Hz. Peygamber yanında bulunan arkadaşlarına ?Geliniz, hurma yiyiniz!?? dedi, onlar da yediler. Kendisi asla yemedi. Kendi kendime: ?İşte birinci alâmet budur. Sadaka kabul etmiyor.??dedim. Sonra eve döndüm.

Ertesi akşam bir miktar daha hurma alıp Kubâ?da bulunan Hz. Peygamber?in huzuruna geldim ve dedim ki: ?Bu hurmalar hediyedir.?? Bu sefer yanındaki arkadaşları ile birlikte yediler. Kendi kendime: ?İşte bu, ikinci alâmettir.?? dedim. Götürdüğüm hurma aşağı-yukarı yirmi beş tane idi. Hâlbuki yenen hurma çekirdekleri çok fazlaydı. Hz. Peygamber?in mucizesi ile hurma artmıştı. Kendi kendime:?? Bir alâmet daha gördüm.?? dedim.

Hz. Peygamber?in yanına bir başka gidişimde, bir cenâze defnediyorlardı. Nübüvvet mührü görmeyi arzu ettiğim için yanına yaklaştım. Benim muradımı anlayıp, gömleğinin arka tarafını açtı. Mübârek sırtı açılınca, nübüvvet mührünü görür görmez, varıp yapıştım, öptüm ve ağladım. O anda kelime-i şehâdeti söyleyerek Müslüman oldum. Sonra da Hz. Peygamber efendimize uzun yıllardan beri başımdan geçen olayları bir bir anlattım. Anlattıklarımı can kulağı ile ve merakla dinledi. Halime taaccüp etti. Sonra bu anlattıklarımı âshab-ı kirâm?a anlatmamı emir buyurdu. Âshab-ı kirâm toplandılar, ben de başımdan geçenleri bir bir onlara da anlattım.

Hz. Selmân?ın köleliği Müslüman olduktan sonra da bir müddet devam etti. Sonra Hz. Peygamber kendisine yardım etti ve onu kölelikten kurtardı. Kölelikten kurtulmasından önce yapılan Bedir ve Uhud savaşlarına katılamadı. Hendek savaşından önce Hz. Peygamber?in tavsiyesi üzerine efendisi ile pazarlık yaparak kendisini üç yüz hurma fidanı ve bir miktar da altın karşılığında satın aldı. Yani efendisine üç yüz hurma fidanı dikecek, kırk ukkıye de altın verecek ve kölelikten kurtulacaktı. Üç yüz hurma fidanının dikilmesi işinde Hz. Peygamber?in nezâreti ile ashâb-ı kirâm kendisine yardım etti ve fidanları diktiler. Hz. Peygamber, altın borcunu da devlet hazinesinden ödedi ve Selmân?ı hürriyetine kavuşturdu.

Ayrıca Hz. Peygamber, Selmân ile Ebu?d-Derdâ?yı da birbirine kardeş yaptı. Hendek savaşında, Medine?nin etrafına hendek kazılmasını o teklif etmiştir. Hz. Peygamber de gereken yere hendeği kazdırdı. Hendeği aşamayan düşman geri dönmek mecburiyetinde kaldı. Neticede savaşı Müslümanlar kazanmış oldu.

Hürriyetine kavuştuktan sonra Ashabu?s-Suffe?ye katılan Selmân, Hz. Peygamber?den hiç ayrılmadı. Hz. Peygamber efendimiz, zâhid bir kişiliğe sahip olan Selmân?ı çok severdi. Ayrıca Sahâbe-i kirâm efendilerimizin hepsi de onu çok severlerdi. İkinci Halife Hz. Ömer, Sâsânî imparatorluğunu yıkıp İran topraklarını fethedince onu, Sâsânîler?in başkenti Medâyin?e vali tayin etti. Hz. Ömer?den sonra halife olan Hz. Osman, onun valiliğini devam ettirdi. Selmân, Hz. Osman?ın hilâfetinin sonlarına doğru (35/656) Medâyin valisi olduğu halde vefat etti. Medâyin valisi iken de bir derviş, ve bir zâhid olarak yaşadı. Mütevâzi yaşantısını hiçbir zaman değiştirmedi.

Saygı değer okuyucularım! Bizim, bu mübârek ve güzel sahâbîden ne kadar da çok alacaklarımız ve öğreneceklerimiz var, değil mi? Ben, sizin her birinizi Hz. Selmân (r.a) ile baş başa bırakıyorum. Haydi, herkes dersini alsın!

Kubâ Köyü

Hz. Peygamber efendimizin Mekke?den Medine?ye hicret ettiği yıl olan 622 yılında Kubâ, Medine?ye çok yakın bir köydü. Şimdi ise Medine?nin bir mahallesidir. Hicret esnasında Hz. Peygamber?in birkaç gün kaldığı ve bir de mescid yaptırdığı bu köyün İslâm tarihindeki yeri çok önemlidir.

Hz. Peygamber efendimiz, Hicret yolculuğu esnasında Hz. Ebû Bekir ile birlikte bir pazartesi sabahı, üç gündür kaldığı Sevr dağından indi. Önceden anlaştıkları Abdullah b. Uraykıt, kendisine teslim edilen develerle birlikte Sevr dağının dibinde onları bekliyordu. Abdullah, o gün müşrikti; aldığı para karşılığında Hz. Peygamber?i ve beraberindekileri kimsenin bilmediği yollardan Medine?ye ulaştıracaktı. Hz. Ebû Bekir?in çobanı Âmir b. Füreyhe de bunlara katılınca dört kişi oldular. Bu dört kişi, sıkıntılı bir yolculuktan sonra ertesi pazartesi günü gelip Kubâ köyüne ulaştılar. Hz. Peygamber ve beraberindekiler bu köyde birkaç gün kaldılar. İbn Hişâm?a göre dört gün (es-Sîre, II, 494), Buhârî?ye göre de on dört gün (Menâkıbu?l-Ensâr, 46) kaldılar. Celâleddin Vatandaş, Medine?yi, Kubâ?yı ve Hz. Peygamber?in Kubâ?ya girişini şöyle anlatır:

?Medine veya Hz. Peygamber?in hicretinden önceki ismiyle Yesrib, o zaman toplu bir yerleşim merkezi değildi. Eni ve boyu yaklaşık on beşer kilometre olan bir ova içerisinde yer alan, birbirlerine birkaç yüz metre ile birkaç kilometre uzaklıktaki irili ufaklı birçok yerleşim merkezinin ortak adıydı. Hz. Peygamber hicret ettiği zaman, ovadaki tüm yerleşim merkezlerinin toplam nüfusu on bin civarındaydı. Ovanın dışarıyla irtibatı, dağların arasındaki dar vâdilerden geçen yollarla sağlanıyordu. Her yerleşim merkezinde bir veya iki kuyu vardı. İnsanlar su ihtiyaçlarını bu kuyulardan karşılıyorlardı. Evlerin tamamı taş veya kerpiçtendi ve büyük çoğunluğu iki katlıydı. Ayrıca her yerleşim merkezinde ?utum? veya ?ucum? ismiyle anılan tamamen taştan inşâ edilmiş küçük bir kale sayılabilecek özel yapılar vardı. Düşman saldırısı sırasında buralara sığınılarak savunma savaşı yürütülürdü. Bazı yerleşim merkezlerindeki kalelerin sayısı onu aşıyordu. Bu da o yerleşim merkezinin nüfusunun çokluğu veya zenginliği ile ilgiliydi.

Daha önce hicret eden Mekkeli Müslümanlar, önceden tanıdıkları Medineli Müslümanların ikâmet ettikleri yerlere göre, ovadaki yerleşim merkezlerine dağılmışlardı. Önemli bir kısmı diğerlerine göre daha güneyde bulunan Kubâ?da kalıyordu. Kubâ, ovanın Mekke tarafında yer alan bir yerleşim merkeziydi. Dolayısıyla Hz. Peygamber, Medine?ye ulaştığında önce Kubâ?ya gelecekti. Bu nedenle Kubâ?daki Müslümanlar, Hz. Peygamber?in Mekke?den ayrıldığı haberini alınca, her gün köyün dışında toplanıp beklemeye başladılar. Sabah saatlerinde ve ikindi sonrasında gözleri ufukta Hz. Peygamber?i bekliyorlar, öğle vaktinin yakıcı sıcağında gölgeliklere çekiliyorlardı. Günler bu şekilde geçiyordu. Günler geçtikçe; günlerin geçmesine bağlı olarak merak, endişe, korku arttıkça, bekleyenlerin sayısı da arttı. Artık, Kubâ?nın kıyısında, çölün derinliklerine uzanan bakışlarla Hz. Peygamber?i bekleyenler, sadece Müslümanlar değildi. Bölgede yaşayan müşrikler ve Yahûdîler de hakkında çok şey duydukları Hz. Muhammed?i bir an önce görmenin merakı ve heyecânı içerisindeydiler. Müslüman olsun veya olmasın, hemen herkes, yüksek hurma ağaçlarının tepesinde veya evlerinin damında çölden gelecek peygamber?i ilk gören olmanın heyecânı içerisinde bekliyorlardı. Günler bu şekilde geçiyor, beklenen yolcu gelmeyince umutlar bir gün sonrasına erteleniyordu.

Günler birbirini takip ediyor, fakat hâlâ Hz. Peygamber?den bir haber alınamıyordu. Hz. Peygamber?in evinden ayrılışının üzerinden on iki (veya sekiz) gün geçmişti. Kutlu yolcuyu bekleyen herkes, o gün sabah saatlerinden itibaren ufku gözlemiş, yolcularla ilgili en küçük bir karartıyı herkesten önce fark eden olmanın şerefini elde edebilmek için çabalamış, ama öğle sıcağı bastırınca evine veya bir gölgeliğe sığınmıştı. Öğle saatiydi, nefes almayı zorlaştıran bir sıcak vardı. Bu saatte çölde yolculuk yapmak imkânsız denecek kadar zordu. Hz. Peygamber?in böylesi bir sıcakta yola devam edeceğine ve Medine?ye geleceğine ihtimal verilmiyordu.

Öğle sıcağının ortalığı yakıp kavurduğu saatlerin birisinde, evinin damında bekleyen bir Yahûdî?nin sesi duyuldu: ?Ey Arap topluluğu! Müjdeler olsun sizlere! İşte nasibiniz, devletiniz, kutlu dâvetliniz, gelmesini bekleyip durduğunuz ulu kişiniz geliyor.? Sokaklar bir anda hareketlendi. İnsanlar evlerinden, gölgeliklerinden fırlayıp, Yahûdî?nin işaret ettiği tarafa yöneldiler. Gözler ufku taramaya başladı. Beklenen yolcular görülmeye çalışılıyordu. Çok dikkatli bakılınca Seniyyetü?l-Vedâ tepesinin yakınlarında bir karartı fark ediliyordu. Acaba geliyorlar mıydı ve gelen Hz. Peygamber miydi? Karartılar seçilemiyor, gelenlerin kimler olduğu anlaşılamıyordu. Herkes dayanılmaz bir heyecanla bekledi. Hep bir ağızdan sevinç çığlıkları yükseldi. Kimisi haykırıyor, kimisi oynuyordu. Sevinçten kimse ne yapacağını bilemiyordu. Sevinç çığlıkları gittikçe arttı ve bir süre sonra benzeşti. Müslümanların, ?Allâhu ekber, Allâhu ekber; Lâ ilâhe illallah? veya ?Muhammed geldi, Allâhu ekber, Muhammed geldi, Allâhu ekber? haykırışları tüm Kubâ sokaklarında yankılanmaya başladı. Köyün kızları, sanki bir düğün alayına katılmışlar gibi deflerini çalıyor, oynayıp şarkılar söylüyorlardı. Herkes kendince bir şeyler söylüyor, bir şeyler yapıyor, sevincini dile getiriyordu. Şarkı söyleyenler, kılıç ve kalkan çıkarıp savaş oyunları sergileyerek mutluluklarını açığa vuranlar birbirine karıştı. Sevinç dalgası gittikçe büyüdü, büyüdü? Müslümanlar, sevinçten yüreklerinin boşaldığını, âdeta uçarcasına hafiflediklerini hissederlerken; hiçbir sözün sevinçlerini ifade edemediğini fark ettiler. O andaki mutluluğu ifade edecek kelimeler yoktu. Hiçbir söz o mutluluğu gerektiği gibi ifade edemiyordu. Sevinçten ne yapacaklarını bilemez halde birbirlerine bakarlarken mûsikî yardımlarına yetişti. Kadınlar ve çocuklar gönülden gelen bir arzuyla, gönüllerde o anda doğan bir şarkıyı deflerin eşliğinde söylemeye başladılar:

Vedâ tepelerinden üzerimize dolunay doğdu.

Allah?a dâvet eden bir dâvetci bulunduğu müddetçe bize şükretmek gerekti.

Ey bize gönderilen Peygamber! Sen boyun eğmemiz gereken emirle geldin.

Kubâ?da bekleşen bütün Müslüman erkekler, Hz. Peygamber?e doğru koşmaya başladılar. Bir kısmı hayvanlarının sırtında, bir kısmı yayaydı. Herkes, diğerinden daha önce Hz. Peygamber?e ulaşmak, onu herkesten önce görmek, onunla konuşmak istiyordu. Önce hareket eden birkaç genç, hızla koşup Hz. Peygamber?in yanına vardı. Hava çok sıcak olduğu için mola vermişler, bir ağacın gölgesinde oturuyorlardı. Hz. Peygamber?in yanına herkesten önce varanlar son derece sevinçliydiler, fakat aynı zamanda da şaşırmış bir haldeydiler. Yolcuların yanına varınca soru soran gözlerle birbirlerine bakıştılar. Ağacın altında iki kişi oturuyordu ve bunlardan hangisinin Rasûlullah (s.a.v.) olduğunu bilmiyorlardı. İçlerinden hiç birisi daha önce Rasûlullah (s.a.v.) i görmemişti. Acaba bu iki kişiden hangisi Rasûlullah idi? Bunu soramadılar. ?Rasûlullah hanginiz?? diyemediler. Sevinç içerisinde, ağacın altında dinlenen yolculara yaklaşırken ?Ey Allah?ın Elçisi! Hoş geldin, sefâlar getirdin!? demekten başka bir şey yapamadılar.

Kubâlı gençler, merakla iki yolcuyla da konuşmaya başladılar. Hallerini, hatırlarını sordular. Fakat bu sırada sorularına cevap arıyor, Rasûlullah?ın yolculardan hangisi olduğunu anlamaya çalışıyorlardı. Bir ara yolculardan birisi ayağa kalkarak, diğerine ağaç dallarıyla gölgelik yapmaya çalıştı. İşte şimdi tanımışlardı, Rasûlullah (s.a.av.) oturandı. Zaten o sırada Mekkeli Müslümanlardan ve Rasûlulllah?ı görmüş, onunla konuşmuş Medineli Müslümanlardan bazıları da geldiler. Herkes sevinç içerisindeydi. Birbirlerine sarılıyor ve ?Müjdeler olsun bizlere ki, bu mutlu günü gördük!? diyorlardı. Mutluluktan gözyaşı döken, mutluluğun coşkusundan nefesi kesilen, sevincinden ne diyeceğini ve ne yapacağını bilemeyen bir topluluk halinde Rasûlullah?ın etrafını sardılar.

Hz. Peygamber, kendisini karşılamak için Kubâ?dan koşup gelen Müslümanlarla bir süre konuşup, sohbet etti. Durumlarını sordu. Sonra kalkıp devesine bindi. Kubâ?ya gitmek üzere hareket etti.? (Celaladdin Vatandaş, Hz. Muhammed?in Hayatı ve İslâm Dâveti, Pınar yayınları, II, 13-16)

Hz. Peygamber, Kubâ?da Evs kabilesinin bir kolu olan Amr b. Avf oğullarından Külsûm b. Hidm?e misafir oldu. Diğer muhâcirler de Kubâlı Müslüman kardeşlerine misafir oldular. Hz. Peygamber bu köyde kaldığı zaman zarfında geniş bir eve sahip olan Sa?d b. Hayseme?nin evinde Müslümanları toplar ve onlarla sohbet ederdi. O sıralarda Sa?d, henüz evlenmemişti, bekârdı. Bekâr olan veya eşini şimdilik yanına almadan tek başına hicret eden muhâcirler, Sa?d?ın evinde kaldıkları için oraya ?bekârlar evi? manasında ?beytü?l-uzzâb? denildi. Hz. Hamza, Hz. Zeyd b. Hârise ve Abdullah b. Mes?ûd gibi eşini şimdilik Mekke?de bırakıp yalnız başına hicret eden sahâbîler orda kalıyorlardı. Hz. Peygamber, işte bu evde yeni Müslüman olan Kubâ sakinlerine, Medine?den günlük gelip gidenlere ve Mekke?den gelen muhâcirlere sohbet ediyor ve onları diri ve canlı tutuyordu. (İbn Sa?d, et-Tabakât, I, 233)

Hz. Peygamber, Sa?d b. Hayseme?nin evinin yanındaki boş arsada Kubâ mescidini yaptırdı. Mescidin kıble tarafında kalan Sa?d?ın evinden mescide bir kapı açtırdı. Namazlar mescidde kılınıyor, sohbetler de Sa?d?ın evinde yapılıyordu. Vakıf, dernek, dergâh, tekke, medrese ve bu gibi yerlerde sohbetler yaparken câmiye gelmeyip de namazlarını oralarda kılan Müslüman kardeşlerimiz bu paragrafı bir daha okusunlar.

Yüce Allah, Hz. Peygamber?in Kubâ köyünde yaptırdığı bu mescidden Kur?ân-ı Kerim?de şöyle bahseder: ?? İlk günden temeli takvâ üzerine kurulan mescid (Kubâ mescidi) içinde namaz kılman elbette daha doğrudur. Onda temizlenmeyi seven adamalar vardır. Allah da çok temizlenenleri sever.? (et-Tevbe, 9/108)

Görüldüğü gibi Yüce Allah, bu âyette Kubâlılardan sitayişle söz etmektedir. Çünkü onlar, Mekke?den gelen Hz. Peygambere ve muhâcirlere gönüllerini ve evlerinin kapılarını açtılar.

Hz. Peygamber, Mekke?den ayrılırken, müşrikleri oyalayıp vakit kazanmak için Hz. Ali?yi yatağına yatırmış ve ondan yanında bulunan bazı emânetleri ertesi gün sahiplerine vermesini istemişti. Ayrıca işini bitirdikten sonra hemen yola çıkıp kendisine yetişmesini söylemişti. Hz. Ali, söylenenleri aynen yapıp emânetleri sahiplerine teslim ettikten sonra Mekke?den ayrıldı. Zorluklarla dolu bir yolculuktan sonra Kubâ?ya gelebildi. Kendisi çok yorgundu ve ayakları günlerce yol yürümekten dolayı yaralanmıştı. Ayaklarının altı kabarmış, şişmiş ve yarılmıştı; kanıyordu. Kubâ?ya gelir gelmez ilk evde yığılıp kaldı. Bir adım dahi atacak hali yoktu. Hz. Ali?nin bu durumu Hz. Peygamber?e bildirildi. Hz. Ali?nin geldiğini duyan ve çok sevinen Hz. Peygamber, kalkıp onun yanına gitti. Ali?yi görünce çok duygulandı ve hemen ona sarıldı. Yanına oturup ayaklarını kucağına aldı. Mübârek ellerini Hz. Ali?nin ayaklarının altına sürerek yaralarını tedâvi etti. Ayrıca sevinç gözyaşları içerisinde ona duâ etti.

Saygı değer okuyucularım! Bu asırda İslâm, bize emânet edilmiştir. Bu bizim için bir şereftir. Bu şerefi ömür boyu taşımak da ayrı bir şereftir. Geliniz, bu nimetin kadir ve kıymetini bilelim. Bu uğurda yorulur ve yaralanabilirsiniz. Biliniz ki, Hz. Peygamber, sizi tedâvi etmek için bulunduğunuz yere kadar gelecek ve sizinle ilgilenecektir. Bundan şüpheniz olmasın.

Saygı değer okuyucularım! Medinelilerin ve Kubâlıların bütün Arapları karşılarına alarak Hz. Peygamber?e ve onun dâvâsına sahip çıktıkları gibi geliniz, biz de bütün dünyayı karşımıza alarak İslâm?a sahip çıkalım. ?Bizim mevcudumuz az, imkânımız yok, başarılı olamayız, düşmanlarımız bizi bir kaşık suda boğarlar.? gibi mâzeretler üretmeyelim. Bu gibi mâzeretler bizi, gittikçe korkak ve çekingen yapar. Müslüman ise, Yüce Allah?tan başka hiçbir güçten korkmayan cesur bir insandır.

Saygı değer okuyucularım! Câmiler ve mescidler, hürriyetin sembolüdür. Hür olan Müslümanlar, namazlarını câmilerde kılarlar. Evlerde, vakıf ve derneklerde sohbetlerini yapar; namazlarını câmilerde kılarlar. Öyleyse haydin câmiye!

Hicret Gecesi Hz. Peygamberin Evindeyiz

Bugün sizlerle Mekke?ye gidelim ve Hz. Peygamber?i evinde ziyaret edelim. Kendisini ve ev halkını daha yakından tanıyalım. Bildiğiniz gibi Hz. Peygamber efendimiz, yirmi beş yaşına geldiğinde Hz. Hatice ile evlendi ve mutlu bir yuva kurdu. Evlendiklerinde kendisinin yirmi beş yaşında olduğu kesindir. Hz. Hatice?nin yaşı için değişik rivâyetler vardır. Yirmi sekiz yaşında olduğunu söyleyenler olduğu gibi kırk yaşında bulunduğunu söyleyenler de vardır. Onun evlenirken kırk yaşlarında olduğu rivâyeti daha çok kabul görmüştür.

Hz. Hatice annemizin Hz. Peygamber efendimizle evlenirken dul olduğu ve ticaretle meşgul olduğu da kesindir. Hz. Peygamber efendimizle evlenmeden önce başından iki evlilik geçtiği ve eşlerinin ikisinin de öldüğü kesindir. Birinci eşi Ebû Hâle (Mâlik b. Nebbâş) zengin bir adamdı. Hz. Hatice?nin bu eşinden Hind ve Hâris adında iki oğlu oldu. Bunların ikisi de Hz. Peygamber?e yetişti ve Müslüman oldular. Ticaretle meşgul olan Ebû Hâle, ölümünden sonra geriye büyük bir zenginlik ve çok mal bıraktı. Eşinin vefatı esnasında oğulları henüz küçük olan Hz. Hatice, eşinin ticaretini devam ettirdi ve zenginliğini artırdı.

Ebû Hâle?nin ölümünden sonra Atîk b. Âiz ile ikinci evliliğini yapan Hz. Hatice, ikinci eşinden de Hind adında bir kız çocuğu dünyaya getirdi. Hind ismi Araplarda hem erkeğe hem kadına verilebilen bir isimdir. Bizdeki Yaşar ve Deniz isimleri gibi. Bu kız da Hz. Peygamber?e yetişti ve Müslüman oldu. Sayfî b. Ümeyye ile evlenen Hind?in Medine?de bir oğlu dünyaya geldi ve oğluna Muhammed ismini verdi. Hz. Hatice otuz yedi yaşına geldiğinde ikinci eşi de vefat etti. İkinci eşinden de dul kalan Hz. Hatice, ticaretine ağırlık verdi ve kendisine yapılan evlilik tekliflerinin hiçbirini kabul etmedi. Kırk yaşına geldiğinde Hz. Muhammed?i tanıdı. Onu Suriye?ye göndereceği ticaret kervanının başına idareci tayin etmişti. Döndükten sonra da edepli ve iffetli bir tarz ile kendisine evlilik teklif etti. Hz. Muhammed de kendisine yapılan bu teklifi kabul etti. Amcalarının yardımı ve desteğiyle düğünlerini yaptı ve yuvalarını kurdular.

Önceki eşlerinden üç çocuğu olan Hz. Hatice?nin Hz. Peygamber?den de altı çocuğu oldu. İlk çocuklarının adı Kâsım olduğu için Hz. Peygamber, Ebu?l-Kâsım künyesi ile anıldı. Kâsım iki yaşına varmadan hastalandı ve vefat etti. Sonra Zeyneb, Rukiye, Ümmü Gülsüm, Fâtıma ve Abdullah dünyaya geldiler. Abdullah da küçük yaşta vefat etti. Zeyneb?i, teyzesinin oğlu Ebu?l-Âs ile evlendirdiler. Rukiyye?yi de Hz. Osman ile evlendirdiler. Hz. Hatice?nin diğer eşlerinden olan çocukları da evlenip yuvalarını kurmuşlardı.

Hz. Peygamber evinin ayrıca Zeyd b. Hârise adında erkek bir hizmetçisi vardı. Bu hizmetçiyi Hz. Hatice?nin yeğeni Hakîm b. Hizâm, halasına düğün hediyesi olarak takdim etmiş, o da eşi Hz. Muhammed?e hediye etmişti. Büyüyüp evlenme yaşına geldiğinde de Hz. Peygamber onu Ümmü Eymen ile evlendirdi. Bu evlilikten Üsâme dünyaya geldi. Bu evlilik, İslâm geldikten sonra oldu. Yani Zeyd, evleninceye kadar Hz. Peygamber?in evinde kalmaktaydı.

Hz. Peygamber?in Mekke?deki evinin sâkinlerinden biri de Hz. Ali?dir. Bilindiği gibi Hz. Ali, peygamberimizin amcası olan Ebû Tâlib?in küçük oğludur. Ali, İslâm?dan on yıl önce dünyaya gelmiştir. Ali, beş yaşına geldiğinde babasının ticareti ve maddî durumu çok bozuldu. O sıralarda Hz. Muhammed otuz beş yaşlarındaydı. Diğer amcası Abbas ile Ebû Tâlib?in huzuruna çıktı ve şöyle dediler: ?Sana yardımcı olmak istiyoruz. Oğullarından birer tane alıp evimize götürmek ve böylece sizin yükünüzü hafifletmek istiyoruz.? Ebû Talib de ?Olur!? dedi. Hz. Muhammed Ali?yi, Abbas da Cafer?i alıp evlerine getirdiler. Hz. Peygamber?e ilk vahiy geldiğinde ve Yüce Allah kendisine tebliğ görevi verdiğinde Hz. Ali, peygamber evinin sâkinlerinden biriydi.

Dünyada iken cennetle müjdelenmiş sahâbîlerden biri olan Hz. Zübeyir, Hz Peygamber?in halası Safiyye?nin oğludur. Zübeyir?in babası Avvâm da Hz. Hatice?nin kardeşidir. Yani Hz. Hatice, Zübeyir?in halasıdır. Küçük yaşta babası Avvâm?ı kaybeden Zübeyir de bu eve sık sık gider gelirdi. Bilindiği gibi Zübeyir, büyüdükten sonra Hz. Ebû Bekir?in kızı Esmâ ile evlendiği için aynı zamanda Hz. Peygamber?in bacanağıdır.

Önceki iki eşinden olan çocuklarını, Hz. Peygamberden olan çocuklarını, evinin hizmetçisini, Ali gibi devamlı bir misafiri ve Zübeyir gibi eve sık sık gidip gelen bir yetim çocuğu bağrına basan ve bunlara analık yapan Hz. Hatice, kırk yaşına gelip Yüce Allah tarafından peygamber olarak görevlendirilen eşine de çok büyük destekler verdi. İslam?ın temelinde Hz. Hatice?nin maddi ve manevi destekleri vardır. Hz. Peygamber onun hakkında şöyle buyurmuştur ?Vallahi, Allah bana Hatice?den daha hayırlısını vermedi. Herkes beni yalanlarken o beni doğruladı. Herkes bana kapılarını kapatırken o kapılarını bana açtı. Herkes benden kaçarken o şefkatle bana kollarını açtı.? (Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 117)

Hz. Peygamberin altı çocuğunun annesi olan bu ilk Müslüman kadın, nübüvvetin onuncu yılında altmış beş yaşında olduğu halde vefat etti. Hz. Peygamber o sırada elli yaşlarındaydı. Evinde iki kızı bir de devamlı misafiri (ev halkından biri) olan Hz. Ali vardı. Şimdiye kadar adı geçenlerden Kâsım ve Abdullah vefat etmişler; Zeyneb, Rukiyye ve Hz. Hatice?nin önceki çocukları ile Zeyd evlenmiş ve yuvalarını kurmuşlardı. Henüz bekâr olan Ümmü Gülsüm, Fâtıma ve Ali, Hz. Peygamberle birlikte kalıyorlardı.

Hz. Peygamber, Hz. Hatice?nin vefatından sonra iki yıl dul kaldı, evlenmedi. İki yıl sonra Sevde bint Zem?a ile evlendi. Hz. Sevde, ilk Müslümanlardandır. Kocası Sekrân b. Amr ile ikinci Habeş hicretine katılmıştır. Mekke?ye döndükten sonra kocası vefat etti. Dul kalan Hz. Sevde?ye Hz. Peygamber efendimiz tâlip oldu ve onunla evlendi. Yaşlı, uzun boylu ve iri yapılı bir kadın olan Sevde annemizin Hz. Peygamber efendimizden çocuğu olmadı. Hz. Peygamber?in vefatından on yıl sonra Hz. Ömer?in hilâfeti zamanında Medine?de vefat etti ve Cennetü?l-Bakî?ye defnedildi.

Hz. Peygamber, Mekke?den Medine?ye hicret ederken elli üç yaşındaydı. Hz. Sevde ile daha yeni evlenmişti. Bir gün Dârü?n-Nedve?de toplanan müşrikler Hz. Peygamber?i öldürmeye karar verdiler. Bu sırada Müslümanların hemen hepsi Mekke?den Medine?ye hicret etmişlerdi. Erkeklerden sadece Hz. Peygamber, Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ali kalmışlardı. Kadınlar, çocuklar ve mustaz?af Müslümanlar henüz hicret etmemişlerdi. İşte böyle bir zamanda Mekke müşrikleri Hz. Peygamber?i öldürmeye karar verdiler. Aldıkları karara göre karanlık bastıktan sonra görevli şahıslar evin etrafını kuşatacaklar, gece sabaha kadar eve giriş ve çıkışları engelleyecekler ve ertesi sabah evinden çıkan Hz. Peygamber?in üzerine toptan çullanacaklar ve onu öldüreceklerdi. Toptan hücum edip öldürecekler ve böylelikle de kimin öldürdüğü belli olmayacaktı.

Yüce Allah, Cebrail vasıtasıyla bu kararı Hz. Peygamber?e bildirince Hz. Peygamber, herkesin gündüz uykusuna yattığı öğle sıcağında Hz. Ebû Bekir?in evine gitti. Onunla bu gece çıkacakları hicret yolculuğunun detaylarını görüştü ve kimse uykudan uyanmadan kendi evine döndü. Evinde gndüz uykusu uyumuş gibi dışarı çıktı. Akşam olunca herkes gibi oda kendi evine döndü. Evi gece karanlığında müşrikler tarafından kuşatıldıktan sonra ev halkı ile vedalaşıp evden ayrıldı. Müşrikler onu göremediler. Eşi Sevde, kızları Ümmü Gülsüm ve Fâtıma ve bir de evin tek erkeği Hz. Ali ile vedalaşıp ayrıldı. Hz. Ali?ye şunları söyledi:

?Bu gece benim yatağımda yat ve rahat uyu! Şu Hadremevt ürünü olan yeşil abâma da iyice bürün! Hiç korkma! Onlar, sana hiçbir şey yapamayacaklar! Rahat ol! Rahat uyu!?

Ayrıca Hz. Peygamber, Mekke?den ayrılıp Medine?ye gideceğini Hz. Ali?ye haber verdi. Yanında bulunan ve Mekkelilere ait olan emânetleri sahiplerine teslim etmesini, sonra da arkadan gelip kendisine kavuşmasını da emretti. Mekkeli müşriklerin kendisini öldürmeye karar verdikleri bir sırada, onların emânetlerini düşünen bir peygamberin ümmetiyiz. Biz de yaşadığımız hayat boyunca peygamberimiz gibi sâdık ve emîn (güvenilir) olabildik mi?

Hicret gecesi Hz. Peygamber?in evinde kendisiyle beraber beş kişi vardı. Kendisi ayrıldıktan sonra dört kişi kaldı. Birkaç gün sonra Hz. Ali?nin hicret etmesiyle de üç kişi kalmış oldu. Bu üç kişinin üçünün de bayan olduğunu bir daha hatırlatalım: Hz. Sevde annemiz, Ümmü Gülsüm ve Fâtıma.

İslâm?ın bugüne kadar gelmesinde peygamber hanımları ve peygamber kızları çok sıkıntılar ve çok çileler çektiler. Aç kaldılar, yoruldular, uykusuz kaldılar, hor ve hakîr görüldüler, yine de dâvalarından vazgeçmediler. Kendilerine lâyık izzetli bir duruş sergilediler, sabrettiler ve sonunda da kazandılar. Kazandıktan sonra da gevşemediler. Önceden nasıl bir hayat yaşıyor idiyseler kazandıktan sonra yine öyle yaşamaya devam ettiler. Kazandıktan sonra sarsılmadılar, savrulmadılar ve kaybolmadılar.

Bize de savrulmayan ve kaybolmayan Müslüman lazım!

Ağlama Kızım Cennette buluşacağız!

Sizlerle yine Hz. Peygamber efendimizin evine gidelim. Sevgili Peygamberimizi evinde ziyâret edelim, kendisinden bir şeyler öğrenelim. Öğrendiklerimizi uygulamaya koyalım ve hayatımızı güzelleştirelim.

Hz. Peygamber efendimiz, vefatından önceki günlerini Hz. Âişe annemizin odasında geçirdi. Rahatsızlığı ilerleyince mescide gidemedi, imam olup cemaatine namaz kıldıramadı. Hz. Ebû Bekir’i imamlığa tayin etti. O da Hz. Peygamber hayatta iken on yedi vakit imam olup cemaate namaz kıldırdı. Perşembe günü yatsı namazında başladığı imamlığı pazartesi sabah namazına kadar sürdürdü. Hz. Peygamber’in vefatından sonra da halife seçildiği için iki yıl da halife olarak namazlarda imamlık yaptı.

Hz. Peygamberin rahatsızlığı esnasında, yakınlarından ve ashâbından ziyaretçileri çoktu. O, zaman zaman evinde, zaman zaman çıktığı mescidde ümmetine nasihatlerini ve sohbetlerini devam ettiriyordu. Sahâbe-i Kirâm efendilerimiz de yapılan konuşmaları can kulağıyla dinliyorlar ve ezberliyorlardı.

Bilindiği gibi Hz. Peygamber efendimizin yedi çocuğundan altısı, kendinden önce vefat etmişti. Ölümünden önceki rahatsızlığı esnasında hayatta olan tek çocuğu, kızı Fâtıma’ydı. Fâtıma da Hz. Peygamberin son günlerindeki devamlı ziyaretçilerinden biriydi. Onun, son günlerini Hz. Âişe annemizin odasında geçiren babası ile ilgili bir hâtırasını Hz. Âişe annemiz şöyle anlatır:

“Hz. Peygamber, kızı Fâtıma’yı yanına çağırdı; o da yürüyerek babasının yanına gitti. Yürüyüşü, babasının yürüyüşüne çok benzerdi. Hz. Peygamber, kızını yanına oturttu ve onunla özel olarak bir şeyler konuştu. Bu konuşmadan sonra Fâtıma ağladı. Sonra tekrar yanına çağırdı ve yine ona özel olarak bir şeyler söyledi. Bu sefer Fâtıma, güldü. Ben, hayatımda gülmenin ve ağlamanın birbirine bu kadar yakın olduğunu görmedim.? Orada hazır bulunan annelerimizden Hz. Ümmü Seleme der ki: ?Hz. Peygamber vefat ettikten sonra Fâtıma’ya o gün ağlamasının ve gülmesinin sebebini sordum. Şu cevabı verdi: “Babam, önce bana kendisinin vefat edeceğini haber verdi; ben de ağladım. Sonra, ehl-i beytinden kendisine ilk kavuşanın ben olacağımı ve benim cennette İmran kızı Meryem hariç, diğer kadınların hanımefendisi olacağımı müjdeledi; bunun üzerine çok sevindim ve güldüm.” (Tirmizî, Menâkıb, 60; İbn Sa?d, Tabakât, II, 247; Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 282)

Saygı değer okuyucularım! Bu hâtırayı siz, hem katıldığınız çeşitli sohbetlerde dinlemiş hem de değişik kitaplarda okumuşsunuzdur. Dinledikten ve okuduktan sonra, belki de üzerinde fazla düşünmeden ve derinlemesine tefekkür etmeden bir iki damla gözyaşı akıtıp geçmişsinizdir. Hâlbuki bu hâtıralar, üzerlerinde derin düşünelim diye anlatılmaktadır. Öyle ise şimdi derin düşünelim:

Çocuk, bir insanın canı ve ciğeridir. Hemen hemen her insan, kendisi için istediği bütün iyilikleri çocuğu için de ister. Kendisi için istemediği kötülükleri çocuğu için de istemez. Müslüman bir baba, her şeyden önce çocuğunun dünya ve âhiretinin mâmur olmasını ister.

Yukarıda geçen hâtırada Fâtıma, rahatsızlık çeken babasının vefat edeceğini öğrenince ağlıyor, kendisinin öldükten sonra cennete gireceğini ve babasına kavuşacağını öğrenince de seviniyor.

Sevgili okuyucularım! Ölüm, kaybolmak ve yok olmak değildir. Ölen yakınlarımız için “babamı kaybettim, annemi kaybettim, dedemi kaybettim” dememiz çok yanlıştır. Gazetelere verilen ölüm îlânlarında bu ifâdelerin kullanılması hiç doğru değildir. Bu ifadeler, öbür dünyaya inanmayanların kullandığı sözlerdir. Bizim, şöyle dememiz gerekir: “Babam rahmetli oldu, annem dünyasını değişti, dedem hakkın rahmetine kavuştu.” Çünkü ölen hiçbir insan, kaybolmaz. Kâfirler, hayatın ölümle sona erdiğine inandıkları için öyle diyorlar. Hâlbuki biz, asıl hayatımızı öbür dünyada yaşayacağımıza inanıyoruz. Peki, gerçek hayatımızı yaşayacağımız o sonsuz dünyada ben cennete girerim, çocuklarım da cehenneme girerse halim nice olur? Hz. Peygamber efendimiz gibi biz de, çocuklarımızı, kendileri ile cennette buluşacağımız müjdesi ile müjdeleyebiliyor muyuz? Bu müjdeyi kendilerine veremiyorsak yazıklar olsun bize!

Çocuklarının sadece dünyası için çalışanlar, aslında çocuklarına yazık etmiş olduklarını ne zaman anlayacaklar? Onların eğitimini, giyimini, yemesini ve içmesini düşünenler, çocuklarının âhiretini ne zaman düşünmeye başlayacaklar? Çocukları için ev, araba, akar (gayr-i menkûl), şirket, para bırakanlar, onlara bir yâd-ı cemil, güzel bir hâtıra, iyi bir isim neden bırakmıyorlar? Bir baba, vefat ederken çocuğuna ?Üzülme yavrum! Seninle kısa zamanda (inşâallah) cennette buluşacağız!? diyebiliyorsa, o babanın alnından öpmek lazım. Toplumumuzda alnından öpülecek böyle kaç baba var?

Saygı değer okuyucularım! İçinde yaşadığımız hayat, asıl hayatımızı kazanabilmemiz için Yüce Allah tarafından bize bir fırsat olarak verilmiş iken, biz bu fırsatı değerlendiremiyoruz. Savrulan insanlarla birlikte biz de savruluyoruz. Çocuklarımız da bizimle birlikte savruluyorlar. Biz, çocuklarımızı ne kadar basit şeylerle sevindiriyoruz; daha doğrusu avutuyoruz, değil mi? Onlar da asıl hediyenin, gerçek mükâfâtın ne olduğunu bilmedikleri için, kendilerine aldığımız basit hediyelerle seviniyorlar. Bir horoz şekerine, bir çikolataya, bir meyve suyuna sevinen çocuklar gibi.

Saygı değer okuyucularım! Bakınız! Biz, sıradan insanlar değiliz. Biz, müslümanız. Biz, Yüce Allah?ın kulu, Hz. Peygamber?in ümmetiyiz. Yüce Allah, bizim rabbimiz; Kur?ân, bizim düstûrumuz; Hz. Peygamber, bizim imâmımız; cihad da bizim yolumuzdur. Lütfen gevşemeyelim ve istikâmetten ayrılmayalım!

Size, bol bol Kur?ân ve hadis okumanızı tavsiye ederim. Bir de sık sık, içinde bulunduğunuz hayattan sıyrılarak Hz. Peygamber?in evine uğramanızı ve oradan bir şeyler öğrenmenizi isterim.

Kaç Takım Elbiseniz Var?

Bu yazımızda sizlerle birlikte yine Hz. Peygamber efendimizin evine gideceğiz. Hem o yüce peygamberi daha iyi tanıyacak hem de Hz. Âişe annemizle sohbet edeceğiz. Dönerken de bir şeyler öğrenmiş olarak döneceğiz. Öğrendiklerimizi de sadece bilgi olarak kafamızda taşımayacak, onlarla amel edecek ve hayatımızı değiştireceğiz. Daha doğrusu hayatımızı onlarla süsleyeceğiz. Bilmek ve öğrenmek yaşamak içindir. Bildiklerimizle amel edeceğiz ki, Yüce Allah bize bilmediklerimizi öğretsin.

Bugün sizlerle Hz. Peygamber efendimizin vefatından sonra Hz. Âişe annemize misafir olacak ve ondan nasıl yaşadığını öğreneceğiz. Hz. Peygamber efendimiz hayatta iken O?na çok saygı duyan ve O?nun dediği çizgide yürüyen Hz. Âişe annemizin, Peygamberimizin vefatından sonraki hayatı da bizim için çok önemlidir. Çünkü Hz. Peygamber efendimizi en yakından tanıyanların başında bu annemiz gelmektedir.

Hz. Peygamber efendimizin vefatından sonra Hz. Âişe annemizin yanına sık sık gidip gelen ve devamlı onunla sohbet eden bir hanım sahâbî vardı. Her gidip geldiğinde annemizi aynı elbiseyi giymiş olduğu halde görürdü. Öyle olmuştu ki, artık bu elbise iyice eskimiş ve yırtılacak hale gelmişti. Sahâbî hanım bir gün dayanamadı ve Hz. Âişe’ye şöyle dedi:

“Ey müminlerin annesi! Artık bu elbiseyi çıkarıp atsanız iyi olur!” Bu sözler, Hz. Âişe’ye çok sevdiği eşi Hz. Peygamber’in kendisine kavuşma şartı olarak söylediklerini hatırlattı. Hz. Âişe, dünyada olduğu gibi âhirette de sevgili eşiyle birlikte olmak istiyordu. Bu arzusunu sık sık Hz. Peygamber’e söyler ve: “Yâ Rasûlallah! Öbür dünyada beni hatırlayacak mısınız?” tarzında değişik sorularla bunu öğrenmek isterdi. Hz. Peygamber de çok sevdiği Âişe’ye, kendisine kavuşabilmesi için gerekli olan şartları söyler ve şöyle buyururdu:

“Ey Âişe! Eğer bana kavuşmak istiyorsan parçalanıncaya kadar bir elbiseyi atma ve evinde fazlaca yiyecek biriktirme!”

Hz. Peygamber’in bu tavsiyelerinden sonra Hz. Âişe, bir elbiseyi yırtmadan diğerini almaz ve evinde yiyecek biriktirmezdi. Ayrıca eline geçen her şeyi dağıtırdı. Teyzesinin bu durumunu çok yakından bilen ve gören Abdullah b. Zübeyr, teyzesi için: “Onun elini bağlamak lazım!” derdi. Bu söz, teyzesinin uzun süre Abdullah ile konuşmamasına sebep olmuştu.

Saygı değer okuyucularım! Özellikle bayan okuyucularım! Hz. Âişe annemizin, Hz. Peygamberimizin tavsiyesine içten ve gönülden kulak vermesini iyice düşünmeliyiz. Bu olayın, bir mümin üzerindeki etkilerini iyice tefekkür etmeliyiz. Bu tavsiyenin psikolojik, sosyolojik, ekonomik ve dini yönden incelemesini iyi yapmalıyız. Her düğüne ayrı ayrı elbiselerle giden, her toplantıda değişik markaların ürettiği elbiseleri giyen ve bu haliyle çevresine hava atan müslüman bayanlar, yarın cennette Hz. Âişe annemizle nasıl bir araya gelebilirler? Hatta böyleleri cennete girebilir mi? Bunları düşünelim lütfen!

“Hocam! Elbise bizim değil mi? Para bizim değil mi? Helal paramızla istediğimiz gibi giyinemez miyiz? Hem temiz ve kaliteli giymemizin ne zararı var?” diyenlerin mırıldanmalarını işitiyorum. Böyle diyenlere ben de şöyle bir soru soruyorum: “Sizi böyle konuşturan vicdanınız mı? Yoksa nefsiniz mi?” Bu konuştuklarınız vicdanınızdan geliyorsa bir şey demiyorum. Yok, eğer bu sözler vicdanınızın sesi değil de nefsinizin mırıldanması ise oturup kendinizi ve îmânınızı yeniden gözden geçirmenizi tavsiye ederim.

Saygıdeğer okuyucularım! Yemek, içmek ve giyinmek bu dünyada yaşayan her insanın zarûrî ihtiyaçlarındandır. Bu ihtiyaçlar giderilirken aşırıya kaçmak doğru değildir. Giydiğiniz elbiselerle gurur ve kibire kapılmanız, çevredeki insanları kendinize heveslendirmeniz, tüketimi körüklemeniz doğru değildir. Bu gibi yanlışlıklar İslâm ahlâkına sığmaz. Akıllı olun, dengeli olun, sâde olun! Elbiseye ve yiyeceğe aşırı derecede para harcamak, başkalarının nasibini çalmak demektir. Zenginlerin aşırı derecede masraf etmeleri yoksulları zor durumda bırakır. İmkânı olanların ölçüsüz derecede tüketime yönelmeleri, imkânı olmayanları zora sokar. Bu sebepten dolayı dinimizde cimrilik de israf da haramdır. Gerçek mânâda Müslüman olanlar, zarûrî ihtiyaçlarını giderirken, yiyecek, içecek ve giyeceklerini alırken çevredeki insanları da düşünür ona göre hareket ederler. Güzel dinimizin ibâdetler konusundaki hükümlerini çok iyi bilip ibâdetlerini bu hükümlere göre yaptıkları gibi, bu dinin sosyal hayata bakan ahkâm ve ahlâk ilkelerini de bilir ve ona göre yaşarlar. Siz, dünyanızı ve âhiretinizi mâmur etmek istiyorsanız dinin emir ve yasaklarına kulak verin.

Teberrük

Âsım Efendi, Kâmûs tercemesinde ?bereket? kelimesi için şu açıklamayı yapmaktadır: ?Bereket, bir nesnenin artıp çoğalmasına denir. Bir şeye hayr-ı ilâhinin sübûtuna da bereket denir.? (Bakınız. Kâmûs tercemesi, III, 1044). Dilimizde, bu kökten türetilmiş olan bereketli, mübârek, tebrîk, teberrük ve teberrüken kelimeleri ile Allah bereket versin, bereketini gör, bârekallah gibi duâ ve temenni ifadeleri yaşamaktadır.

Bereket, bir şeyin artıp çoğalması ve insanı mutluluğa ulaştırması anlamına gelir. Esasen hiçbir felsefî ve iktisadî sistemde karşılığı olmayan bu kavram, başka kelimelerle tam olarak karşılanamamaktadır. Bereket kavramını, ancak yine bereket kelimesinin kendisi karşılayabilmektedir. Bu kavram da sadece İslâm inaç sisteminde vardır. Bu mübârek inanç sistemi, dünya hayatının saâdet iksiridir. Bereket, İslâm?da vardır ve ayrıca İslâm?ın kendisi berekettir. Onsuz hiçbir şeyin tadı yoktur. Bereketsiz imân, bereketsiz amel, bereketsiz ilim, bereketsiz makam, bereketsiz mülk, bereketsiz şöhret, bereketsiz unvan ve bereketsiz daha nice imkân ne kadar sıkıcı; bütün bunların bereketli hali ise ne büyük bir saâdettir.

Teberrük ise, bir şeyi bereket ve saâdet vesilesi sayarak almak, vermek ve kullanmak mânasına gelir. Uğur ve bereket saymak, İlâhî hayra hissedar olmak anlamına da gelir. Teberrüken ifadesi de ?uğurlu ve mübârek olarak, bereket konusu ederek? anlamına gelir.

Hz. Peygamber Efendimiz hayatta iken ve vefat ettikten sonra sahâbe-i kirâm, ona ait olan her şeyi teberrüken kullanmış ve saygı göstermiştir. Bu yazımızda biz, yine Hz. Peygamber?in evine misafir olalım ve bu konuyu enine boyuna inceleyelim. Hz. Âişe annemiz anlatıyor:

?Mekkeliler, evlerinde tahtadan yaptıkları karyola üzerinde uyurlardı. Hz. Peygamber, hicretten sonra Ebû Eyyûb el-Ensârî?ye misafir olunca ona: ?Ey Ebû Eyyûb! Sizin karyolanız yok mu?? diye sordu. Ebû Eyyûb da: ?Yok, Yâ Rasûlallah!? dedi. Bundan haberdar olan Es?ad b. Zürâre, Hz. Peygambere ayakları sâc ağacından yapılmış, üzeri keten lifle dokunmuş ve hasır ile kaplanmış bir karyola gönderdi. Hz. Peygamber, kendi evine taşınıncaya kadar bu karyolanın üzerinde uyurdu. Mescidin inşaatı ile birlikte kendi evinin yapımı bitince Ebû Eyyûb?un evinden ayrılırken bu karyolayı da beraberinde götürdü. Gündüzün bunun üzerinde oturur, gece de yatağını sererek yatardı. Hz. Peygamber vefatına kadar bu karyolayı korudu.

Hz. Peygamber vefat ettiğinde bu karyolanın üzerine konularak yıkanıp kefenlenmiş ve bu karyola üzerinde iken cenâze namazı kılınmıştı. Medineliler, ölülerini taşımak için bu karyolayı bizden isterler ve onunla teberrük ederlerdi. Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer?in cenâzesi de onu üzerinde taşınmıştı.? (Belâzürî, Ensâb, II, 181)

Medine?de bu uygulamayı yapanlar, Hz. Peygamber?in dizinin dibinde yetişen sahâbîlerdir. Onlar, bu işlerin câiz olup olmadığını bizden daha iyi bilmekteydiler. Eğer câiz görmeselerdi asla ve kat?a yapmazlardı. Hz. Peygamber?in bazı uygulamaları, onları bu işin cevâzına sevk etmiştir. Bu uygulamalardan bir kaçını zikredelim.

Hz. Enes anlatıyor:

?Hz. Peygamber, Vedâ haccında Minâ?da şeytanı taşlayıp kurbanını kestikten sonra tıraş olmak istedi. Başının sağ tarafını berbere uzattı, o da tıraş etti. Hz. Peygamber, Ebû Talha el-Ensârî?yi çağırarak kesilen saçlarını ona verdi. Sonra başının sol tarafını berbere uzatarak: ?Tıraş et!? buyurdu. Berber, sol tarafını da tıraş etti. Hz. Peygamber, kesilen saçları yine Ebû Talhâ?ya verdi ve: ?Bunları insanlara taksim et, dağıt!? buyurdu.? (Müslim, Hac 326; Türmizî, Hac 73)

Hz. Enes?in bu rivâyetinden, Hz. Peygamber?in ashâbının kendi saç teli ile teberrükte bulunmasına bizzat izin verdiğini öğreniyoruz. Başta Ümmü Seleme annemiz olmak üzere birçok sahâbî Hz. Peygamber?in saç telini teberrüken saklamışlardır. İmâm Buhârî meşhur eseri el-Câmiu?s-sahîh?inde: ?Hz. Peygamber?in vefatından sonra, ashâbının ve daha sonra gelenlerin O?nun zırhı, asâsı, kılıcı, su kabı, yüzüğü, sakal-ı şerifi, ayakkabısı ve kap kacak nev?inden teberrüken sakladıkları eşyalar? ifadesini taşıyan bir başlıkta (IV, 46) fiil kalıbı ile ?yeteberrakü? kelimesini kullanmıştır. İbn Hacer el-Askalânî de el-Metâlibû?l-Âliye adlı eserinde (III, 175) ?et-Teberrükü bi âsâri?s-sâlihîn (sâlihlerin geride bıraktığı hâtıralarla teberrük) adlı bir bâb açarak konu ile ilgili vesikaları sıralamıştır. Bu kaynaklarda, tâ ilk devirlerden itibâren, İslâm dünyasında bir kısım şahıs, eşyâ ve mekânın, teberrük ve tâzim duygusu ile kutlu ve uğurlu sayıla geldiği belgelenmiştir.

?Takdîs? ile ?teberrük?, ?taabbüd? ile ?tâzim? kavramları arasındaki ince ve o ölçüde de hassas olan fark dikkatlerden kaçırıldığı ân, İslâm?ın feyzi ve bereketi, uğuru ve meymeneti, saygısı ve tâzimi ve bilcümle zerâfeti ve letâfeti târ u mâr olup gider. ?Temiz ve pâk olmak? anlamındaki ?Kudüs? kökünden gelen ?takdis?, Yüce Allah?ı ayıplardan, noksan sıfatlardan ve şirkten arındırmaya (tenzih) delâlet eden tâbirlerle anmak ve böylece inanmak demektir.(Kâmus, II, 983,984) Mukaddes de takdîs olunmuş, bütün eksik sıfatlardan arındırılmış, kutsallaştırılmış manâsına gelmektedir. Kısacası bu kökten gelen kelimeler, özellikle ve münhasıran Yüce Allah için kullanılmıştır.

Konunun daha iyi anlaşılması için Hz. Peygamber?in hayatından bir hâtıra ile yazımıza son verelim. Hz. Peygamber?in, hicretten sonra evinde yedi ay misafir kaldığı Ebû Eyyûb el-Ensârî anlatıyor:

?Biz Hz. Peygamber için akşam yemeği yapıyor ve ona gönderiyorduk. Yemeğin kalanını bize geri verdiği zaman ben ve eşim Ümmü Eyyûb onun elinin değdiği yeri uğurlu sayarak ve artan yemekten bereket umarak yerdik. Bir gün yine O?na akşam yemeği gönderdik. Yemeğin içine soğan ve sarımsak koymuştuk. Hz. Peygamber yemeği bize geri verince onun elinin izini bulamadık. Korkarak Hz. Peygambere geldim ve şöyle dedim:

?Ey Allah?ın Rasûlü, anam babam sana feda olsun. Akşam yemeğini geri verdiğinizde, sizin elinizin izini göremedim. Artan yemeği bize her verişinizde ben ve eşim Ümmü Eyyûb senin elinin izini uğurlu ve bereketli sayarak artan yemekten bereket talep ediyorduk.? Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyuruyordu:

?O yemekte sarımsak kokusunu hissettim. Ben, kendisi ile vahiy meleğinin fısıldaştığı birisiyim. Fakat siz onu yiyiniz.? Biz de o yemeği yedik ve ondan sonra Hz. Peygambere o bitkiden yemek yapmadık.?

Dikkat edilirse Hz. Peygamber, Ebû Eyyûb?u yaptığından dolayı kınamamış ve dolayısıyla yapmakta olduklarına cevâz vermiştir. Bu cevâzı nazar-ı itibâra alacak olan bizlerin gözden kaçırmamamız gereken bir inceliği bir daha hatırlatıyorum: Lütfen, Takdîs ile teberrükü, taabbüd ile tâzimi birbirine karıştırmayalım!

Hz. Peygamber ve İsar

İsâr, bir insanın kendi ihtiyacı olsa bile, zarar ve sıkıntılara katlanarak başkasını kendisine tercih etmesi, başkasının ihtiyâcını kendi ihtiyâcından önce düşünmesi demektir. Kerem ve ihsân sâhiplerinin âdeti, îsârda bulunmaktır. Îsârın en güzel örneklerini Hz. Peygamber, daha sonra da onun mübârek sohbetinde yetişen Ensâr ve Muhâcirler göstermiştir. Özellikle Ensâr, Mekke?den gelen Muhâcirlere gönüllerini açmakla bu işin başını çekmektedir. Yüce Allah, onlardan bahsederken şöyle buyurur:

?Muhâcirlerden önce (Medine?yi) yurt edinen ve îmâna sarılan Ensâr, kendilerine hicret edenleri severler. Onlara verilen şeylerden ötürü gönüllerinde bir sıkıntı ve rahatsızlık duymazlar. İhtiyaç içinde kıvransalar dahî, mümin kardeşlerini kendi nefislerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, gerçekten felâha erenler işte onlardır.? (el-Haşr, 59/9)

Sahâbe-i kirâm efendilerimiz, Yüce Allah tarafından takdîr edilen ve beğenilen îsârlarını, hiç şüphesiz Hz. Peygamber?den öğrenmişlerdi. Biz, bu yazımızda, isterseniz sizinle birlikte Hz. Peygamber?in peşine takılalım, onun evine girelim; kendisinin ve annelerimizin îsârlarını görelim.

Sehl b. Sa?d (r.a.) anlatıyor:

?Bir kadın dokuduğu bürdeyi ( hırkayı ) Hz. Peygamber?e getirip verdi ve şöyle dedi:

?Ey Allah?ın elçisi! Bunu giyesiniz diye kendi ellerimle dokudum!?Böyle bir elbiseye ihtiyâcı olan Hz. Peygamber, onu aldı ve evine gitti; sonra da giyinip yanımıza geldi. Bunu gören bir arkadaşımız:

?Bu ne kadar da güzelmiş, yâRasûlallah! Bunu ver de ben giyeyim!? dedi.

Hz. Peygamber de ?Peki! Olur!? dedi. Orada biraz oturduktan sonra tekrar evine döndü. Hırkayı katlayıp adama gönderdi. Bu duruma şâhit olan ashâb-ı kirâm o sahâbîye:

?Hiç de iyi yapmadın. Hz. Peygamber, ihtiyacı olduğu için onu giymişti. Üstelik sen, Efendimizin, kendisinden bir şey isteyeni geri çevirmediğini bile bile istedin.? dediler. O şahıs da:

?Vallâhi ben, onu giymek için değil; kendime kefen yapmak için istedim.? dedi. Daha sonra bu hırka o zâtın kefeni oldu.? (Buhârî, Libâs 18; Edeb 39 )

Hz. Âişe (r. Anhâ) anlatıyor:

Hz. Peygamber bir gün bir koyun kesmiş ve etinin yoksullara dağıtılmasını istemişti. Bir ara, biz âile fertlerine:

?Ondan geriye ne kaldı?? diye sordu. Biz de şöyle cevap verdik:

?Sâdece bir kürek kemiği kaldı.? Bunun üzerine Hz. Peygamber, (Allah rızâsı için yardımda bulunmanın (îsâr) zirvesini gösteren şu ibretli) cevabı verdi:

?Desene, bir kürek kemiği hâriç hepsi bizim oldu!? (Tirmizi, Kıyâmet 33 )

Hz. Âişe (r. anhâ) anlatıyor:

?Bir gün sırtına iki çocuğunu almış yoksul bir kadın çıkageldi. Ona üç hurma verdim. O da çocuklarına birer hurma verdi. Öteki hurmayı yemek için ağzına götürmüştü ki, çocukları onu da istediler. Kadıncağız yemek istediği bu hurmayı çocuklarına bölüştürdü. Onun bu tavrına hayran kaldım ve yaptığını Hz. Peygamber?e anlattım. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurdu:

?Bu hareketi sebebiyle Yüce Allah, o kadına mutlaka cenneti vermiş veya bu sebeple onu cehenneme düşmekten korumuştur.? ( Müslim, Birr 148 )

Saygıdeğer okuyucularım! Birinci olayda Hz. Peygamber?in, ihtiyâcı olduğu halde, kendisine hediye edilen bir hırkayı ashâbından birisine vermesi, bizim her birimize örnek olmalıdır. Onun ümmeti olarak bizler de çevremizdeki mümin kardeşlerimizi kendi nefsimize tercih edebilmeliyiz. Bilmeliyiz ki, işte bu îsâr, gerçek îmânın alâmetlerindendir.

İkinci olayda Hz. Peygamber?in evinde kesilen bir kurbandan söz edilmektedir. Hz. Peygamber efendimizin hayatını bütün yönleriyle bize anlatan Hz. Âişe annemiz, bu kurbanın bir kürek kemiği hâriç tamamını dağıttıklarını söylemektedir. Hâlbuki o zaman peygamber evinin bu kurbanın etine ihtiyacı vardı. Çünkü orada kalabalık bir nüfus yaşamaktaydı. Ama onlar, kendilerinden daha ihtiyaçlı olanları kendi nefislerine tercih ettiler. Bizim buradan da alacağımız bir hayli ders ve ibret vardır; alabilenlere ne mutlu!

Üçüncü olay hepsinden daha mânidârdır. Hz. Âişe annemiz, iki çocuğu ile bir şeyler istemek için kendi evine gelen yoksul bir kadından söz etmektedir. Îsârı kendilerine şiâr edinen peygamber ehlinin ve peygamber evinin şu anda onlara verebilecek üç hurmaları vardır. Hz. Âişe annemiz, bu hurmaları hemen onlara vermiştir. Çocukların annesi kendi payına düşen bir tek hurmayı yememiş ve onu iki çocuğu arasında pay etmiştir. İşte îsâr budur; annenin, çocuklarını kendi nefsine tercih etmesidir.

Saygıdeğer okuyucularım! İslâm bir dindir, yaşanacak bir dindir. Sâdece anlatılacak ve felsefesi yapılacak bir din değildir. Hayatımıza yansıyacak ve hayatımızı değiştirecek bir dindir. Bu dîni en güzel yaşayan Hz. Peygamber?dir. Dînin en güzel yaşandığı yer de O?nun evidir. Bize düşen, sık sık O?nun evine misâfir olmak ve O?nun yaşantısını yakından izlemektir. Her birimiz, bir sahâbî titizliği ile O?nu takib edecek ve O?na benzemeye çalışacağız.

Hz. Peygamber?in dünyasında yani o güzel saâdet asrında yetişen sahâbîlerin hem hazarda hem de seferde yaşanmış güzel îsâr örnekleri vardır. Sâdece O hayatta iken değil, O?nun vefatından sonra da cereyân eden savaşlara katılan sahâbîlerin, savaş meydanlarında yaşanan çok güzel îsar örnekleri vardır. Bunun en güzel örneği de Yermûk savaşında yaşanmıştır. Yermûk savaşında yaralı bir şekilde yerde kıvranan ve susuzluktan kavrulan Hâris b. Hişâm, İkrime b. Ebî Cehil ve Iyâş b. Rebîa?nın kendilerine verilen suyu, tam içmek üzere iken birbirlerine gönderişleri, nihayetinde de üçünün bir damla su içmeden şehid olarak Yüce Rabblerine kavuşmaları, îsârın ne güzel bir örneğidir. (Bakınız: Hâkim, Müstedrek, III, 270) Böyle bir îsârı tarih bugüne kadar hiç görmemiş, belki de ebediyen göremeyecektir. Bu ibretli olayı MehmedÂkif Ersoy, Safahât isimli şiir kitabın da ne güzel anlatır! Hep birlikte okuyalım!

VAHDET

Huzeyfetü´l-Adevî der ki:

“Harb-i Yermûk´ün ,
Yaman kızıştığı bir gündü, pek sıcak bir gün.
İkindi üstü biraz gevşeyince, sanki, kıtâl,
Silâhı attım elimden, su yüklenip derhâl,
Mücâhidîn arasından açıldım imdâda,
Ağır yarayla uzaklarda kalmış efrâda.
Ne ma´rekeydi ki, çepçevre, göğsü kanadı yerin!
Hudâ ya kalbini açmış, yatan bu gövdelerin,
Şehîdi çoksa da, gâzîsi hiç mi yok .. Derken,
Derin bir inleme duydum… Fakat, bu ses nerden
Sırayla okşadım sîneler bütün bî-rûh…
Meğerse amcamın oğluymuş inleyen mecrûh.
Dedim: “Biraz su getirdim, içer misin, versem “
Gözüyle “Ver!” demek isterken, arkadan bir elem,
Enîne başladı. Baktım: Nigâh-ı merhameti,
“Götür!” deyip bana îmâda ses gelen ciheti.
Ne yapsam içmeyecek, boştu, anladım ibrâm;
O yükselen sese koştum ki: Âs´ın oğlu Hişâm.
Görünce gölgemi birden kesildi nevhaları;
Su istiyordu garîbin dönüp duran nazarı.
İçirmek üzere eğildim, üçüncü bir kısa “ah!”
Hırıltılarla boşanmaz mı karşıdan, nâgâh!
Hişâm´ı gör ki: O hâlinde kaşlarıyla bana,
“Ben istemem, hadi, git ver, diyordu, haykırana. “
Epey zaman aradım âh eden o muhtazarı…
Yetiştim, oh, kavuşmuştu Hakk´a son nazarı!
Hişâm´ı bâri bulaydım, dedim, hemen döndüm:
Meğer şikârına benden çabuk yetişmiş ölüm!
Demek bir amcamın oğlunda vardı, varsa, ümid…
Koşup hizâsına geldim: O kahraman da şehid. “
***
Şark´ın ki mefahir dolu, mâzî-i kemâli,
Yâ Rab, ne onulmaz yaradır şimdiki hâli!
Şîrâzesi kopmuş gibi, manzûme-î îman,
Yaprakları yırtık sürünür yerde, perîşan.
“Vahdet” mi şiârıydı? görün şimdi gelin de:
Her parçası bir mel´abe eyyâmın elinde!

Târihinde mev´ûd-i ezelken “ebediyyet´;
Ey, tefrika zehriyle şaşırmış giden, ümmet!
“Nisyân “a çıkan yolda mı kaldın gümrâh
Lâ-havle ve lâ-kuvvete illâ billâh!

Meşrebe (Hz. Peygamber’in Özel Odası)

Hz. Peygamber Efendimiz, Medine?ye hicret ettikten sonra ilk iş olarak, devesinin çöktüğü yerde altı (veya yedi) ay içerisinde bir mescid yaptırdı. Mescidin doğu tarafına da kendisinin oturacağı bir ev yaptırdı. Bu evi yaptırdıktan sonra Mekke?deki eşi Sevde annemizi ve bekar kızları Ümmügülsüm ile Fâtıma?yı Medine?ye getirdi ve bu eve yerleştirdi. Sonradan evlendiği eşleri için de ayrı evler yaptırdı. Yani annelerimizin her birinin ayrı ayrı evleri (Hucurât) vardı. Hz. Peygamber?in, bu evlerin dışında bir de özel odası vardı. Annelerimize âit evlerin sonunda iki katlı olan bir ev daha vardı. Üst üste iki odadan ibaret olan bu evin giriş katı devlet hazinesi olarak kullanılıyordu; üst katı da Hz. Peygamber?in özel odasıydı. Üst kattaki bu odaya hurma kütüğünden yapılan bir merdivenle çıkılıyordu. Hz. Peygamber, kaynaklarımızda adı ?Meşrebe? olarak geçen bu odasında zaman zaman inzivâya (yalnızlığa) çekilir ve kendisi ile baş başa kalırdı. Bir seferinde (Hicretin dokuzuncu yılında) bütün eşleri, hep birlikte ve ağız birliği etmişçesine evde daha çok vakit geçirmesi için kendisine ısrarlı taleplerde bulunduklarında onları kendi hallerine bırakarak bir ay boyunca bu odada kalmıştı. Bu yazımızda sizinle birlikte Hz. Ömer?in arkasına takılacak ve Hz. Peygamber?i bu yalnızlığı esnasında kaldığı şahsına âit özel odasında ziyâret edeceğiz; oradaki eşyasını görecek ve o örnek insanı biraz daha yakından tanıyacağız.

Evet, şimdi Hz. Ömer?i dinliyoruz:

“Bir gün, Rasûlullah (s.a.v)?in Meşrebe?deki zenci hizmetçisi Rabah?ın yanına vardım. Hizmetçi Rabah, Meşrebe?nin alt taraftaki kapısının eşiğinde, Rasûlullah?ın merdiven gibi üzerine basarak çıkıp indiği oyuk bir hurma kütüğüne ayaklarını dayamış olduğu halde oturuyordu. Bu zenci hizmetçiye: ?Ey Rabah! Rasûlullah?tan yanına girmem için izin iste!? diyerek seslendim. Rabah, içeri girdikten sonra geri döndü ve: ?Seni, kendisine söyledim. Sustu, bir şey söylemedi.? dedi. Ben de dönüp mescide gittim. Vardım ki, minberin çevresinde bir takım kimseler oturmuşlar (Hz. Peygamber?in, eşlerinden ayrılacağı zannı ile) ağlıyorlardı. Orada ben de biraz oturdum. İçimde duyduğum endişe ve üzüntü, beni rahatsız etti, oturamadım; tekrar hizmetçinin yanına vardım. ?Ömer?in içeri girmesi için izin iste!? dedim. Hizmetçi, içeri girdikten sonra geri döndü ve: ?Seni kendisine söyledim. Sustu, bir şey söylemedi.? dedi. İçimde duyduğum endişe ve üzüntü, beni yendi; bana galebe çaldı. Tekrar hizmetçinin yanına vardım. Sesimi yükselterek: ?Ey Rabah! Rasûlullah?ın yanına girmem için izin iste! Sanırım ki Rasûlullah (s.a.v.), benim, Hafsa için geldiğimi sanıyordur. Vallahi, Rasûlullah (a.s), onun boynunu vurmamı, bana emrederse; boynunu da vururum!? diyerek seslendim. Hizmetçi, içeri girdikten sonra hemen geri döndü ve: ?Seni, kendisine söyledim. Sustu, bir şey söylemedi? dedi. Bunun üzerine, geri dönüp giderken hizmetçi, beni çağırdı ve: ?Gir, artık izin verdi!? dedi. İçeri girdim, Rasûlullah (s.a.v.)?e selam verdim. Bir de baktım ki, Rasûlullah, bir hasırın üzerine uzanmış, hasırın büklümlerine de yaslanmış, öylece duruyor. Hasırın büklümleri, böğründe izler yapmıştı. Hasırla vücudu arasında bir şey (bir döşek) de bulunmuyordu. Başının altında, içine hurma lifi doldurulmuş, yüzü meşin bir yastık vardı. Ben oturunca Rasûlullah, (izârını) elbisesini üzerine çekti; zaten üzerinde ondan başka bir şey de yoktu. Rasûlullah?ın odasına göz gezdirdiğim zaman gördüm ki, bir avuç veya biraz fazla arpa, ayaklarının yanına da onun kadar (deri tabaklanmasında kullanılan) karaz (selem ağacı posası) dökülmüş. Başucunda ise, tabaklanması henüz tamamlanmamış bir posteki (kullanılmaya hazır olmayan deri) asılı.

Rasûlullah?ın böğründeki hasır izlerini görünce, gözlerimin yaşını tutamayarak ağlamaya başladım. Rasûlullah, bana: ?Ey Hattab oğlu Ömer! Niye ağlıyorsun?? diye sordu. Ben de: ?Ey Allah?ın Peygamberi! Ben, niye ağlamayayım ki? Üzerine uzandığın şu hasır, senin böğründe izler yapmış! Şu da, senin yatıp kalktığın tamtakır odan ki, içinde görebildiğim birkaç şeyden başka eşya yok. Vallahi, çok iyi biliyorum ki, Sen, Allah katında Kisrâ ve Kayser?den daha şerefli ve kıymetlisindir. Hâlbuki ey Allah?ın Rasûlu! Kisrâ ve Kayser, bulundukları refah yaşantı içinde dem sürüyor, nimetler ve nehirler içinde yüzüyorlar. Sen ise, ya Rasûlallah! Görmüş olduğum yerde şu haldesin. Sen ki, Allah?ın Rasûlü ve en seçkin kulusun. Hal böyle iken, işte odan bomboş!? dedim.

Bunun üzerine, Rasûlullah, bana ?Ey Hattab oğlu Ömer! Sen, dünyanın onlara, âhiretin de bize âit olmasına razı değil misin?? diye sordu. Ben de: ?Evet, razıyım!? dedim. Rasûlullah: ?Öyle ise, bu iş böyledir, böyle olacaktır.? buyurdu.

?Ya Rasûlallah! Bari Allah?a duâ et de ümmetine geçim bolluğu versin. Allah?a ibâdet etmezlerken, Allah onlara (Gayr-i Müslimlere) geçim bolluğu vermiştir.? dedim. Ben böyle söyleyince, Rasûlullah doğrulup oturdu ve ?Ey Hattab oğlu Ömer! Yoksa sen şüphe içinde misin? Onlar, payları ve nasipleri dünya hayatında tez elden verilip geçiştirilen birer kavimdir.? buyurdu. ?Öyle ise, ya Rasûlallah! Benim için Allah?tan mağfiret dile!? dedim.?

Hz. Ömer, Hz. Peygamberle olan konuşmasının devamında eşlerinden ayrılmadığını öğrenmiş ve bu sevinçli haberi hemen mesciddeki Müslümanlara ulaştırmıştı. Biz, bu yazımızda okuyucularımıza işin o tarafını değil de Hz. Peygamber?in zühdünü (dünya hayatına değer vermeyişini) göstermek istiyoruz. Evlerini mobilya mağazasına ve çeyiz dükkânlarına çevirenler, oturup çok düşünsünler. Bu yanlışlarının ve israflarının hesabını nasıl verecekler?

Lütfen! Öbür dünyada hesabını veremeyeceğiniz işler yapmayın! Akıllı olun!

Adiy b. Hatem ile Onun Evindeyiz

Adiy b. Hatim ile Hz. Peygamber’in Evindeyiz

Tay Kabîlesi, İslâm?dan önce Arap Yarımadası?nın orta yerlerinde yaşayan bir kabîleydi. Kabîlenin reîsi Hâtim, çevresinde cömertliği ile meşhurdu. Onun cömertliği, Araplar arasında darb-ı mesel haline gelmiştir. Hâtim?in babası Abdullah, oğlu henüz çocukken ölmüş; Hâtim?i zengin ve cömert olan annesi yetiştirmiştir. Annelerin çocuklar üzerindeki etkisi inkâr edilemez bir gerçektir. Cömertliği dillere destan olan ve aynı zamanda şâir ve dîvân sahibi olan Hâtim ile alakalı Araplar, Farslar ve Türkler arasında dilden dile nakledilen çok menkıbeler vardır. Hâtim, menkıbelerde İslâm?dan önceki mert ve cömert Arap erkeği tipinin ideal örneğini temsil eder. İslâm Târihi kaynaklarından onun cömertlik, müsâmaha, tevâzu, sadâkat, iffet ve vefâkarlık gibi faziletlerle temâyüz etmiş bir insan olduğu; şarap içmeyi ve ahlâksızlığı haram saydığı, Tay kabîleleri arasında yaygın olmasına rağmen Hıristiyanlığı kabul etmediği ve atalarının dinine sâdık kaldığı öğrenilmektedir. Bu kadar güzel özelliklere sahip olan Hâtim, İslâm?a yetişemedi. Hz. Peygamber?in doğumundan yedi yıl sonra, 578 yılında vefat etti. Ölümünden sonra kabîlenin reisliğini oğlu Adiy devam ettirdi.

Adiy, gerçeği bulma konusunda bir arayış içinde olduğu için, atalarının dinini terk edip Hıristiyanlık dinini benimsemişti. Bu dinin bölgedeki merkezi sayılan Şam?daki Hıristiyanlarla iyi bir diyalogu ve dostluğu vardı. Hz. Peygamber?in, hicretten sonra Medine?de kurduğu İslâm Devleti?ni ve bu devletin faâliyetlerini iyi takip ediyordu. Kendisi Müslüman olmamıştı; olmaya da niyeti yoktu. İslâm Devleti?nin giderek güçlenmesinden ve genişlemesinden endişe ediyordu. Medine?de olup bitenlerden haberdar olmak için, Medine?de bir câsûs bulunduruyor ve bu câsûstan aldığı habere göre hareket ediyordu. Kabîle reîsi Adiy?in mutaassıp bir Hıristiyan ve amansız bir İslâm düşmanı olmasına rağmen, kabîlenin içinde puta tapanlar da vardı. Puta tapan insanlar da reisleri Adiy gibi amansız İslâm düşmanıydılar. Hz. Peygamber Efendimiz, hicretin dokuzuncu senesinin Rebîülâhir ayında (Temmuz 630) bu kabîlenin insan şeklinde yapılmış olan putu Füls?ü yıkmak için Hz. Ali?yi elli atlı ve yüz develiden oluşan bir askerî birlikle oraya gönderdi. Adiy, Medine?deki câsûsundan Hz. Ali?nin kendi kabîlesi üzerine geldiği haberini alınca nefessiz bir şekilde Şam?a kaçtı.

Hz. Ali, Ensâr?ın ileri gelenlerinden yüz elli kişilik bir askerî birlikle Tay kabilesinin topraklarına girdi. Hz. Peygamber tarafından kendisine verilen emir gereği Füls isimli putu yıktı. Adiy?in nerde olduğunu öğrenmek ve kendisini Medine?ye getirebilmek için Hz. Ali, bu kabîleden bir kısım insanları esir alıp Medine?ye getirdi. Bunların içerisinde Adiy?in kız kardeşi Seffâne de vardı. Seffâne, kendisini savunabilecek bilgi, birikim, kültür ve cesârete sahipti. Medine?ye gelince Hz. Peygamber?in huzuruna çıkıp kendisini şöyle savundu.

?Yâ Muhammed, beni serbest bırakmanı ve Arap kabîlelerinin başıma gelenlere sevinmelerine fırsat vermemeni istiyorum. Çünkü ben, bildiğiniz gibi Tay kabîlesinin eski reisinin kızıyım. Babam, ırz ve nâmusu korur, esiri salıverir, açları doyurur, çıplağı giydirir, misâfiri ağırlar, yemek yedirir, herkese selâm verirdi. Kendisinden istek ve dilekte bulunanları boş geri çevirmezdi. Evet, ben, işte böyle birinin, Tay kabîlesinin eski reîsi Hâtim?in kızıyım.? Hz. Peygamber, Seffâne?nin bu konuşmasını dinledikten sonra kendisine şöyle dedi:

?Senin bu anlattıkların, gerçek müminlerin vasıflarıdır. Eğer baban inananlardan olsaydı, ona mutlaka rahmet okurduk, kendisi için istiğfarda bulunurduk.? Bu sözlerinden sonra Hz. Peygamber, Seffâne?yi âzâd edip hürriyetine kavuşturdu. Hz. Peygamber?den böyle bir iyilik gören Seffâne de kendi gönül rızası ile Müslüman oldu. Hz. Peygamber, onu sadece âzâd etmekle kalmayıp, kendisi ile yakından ilgilenerek her türlü ihtiyacını karşıladı. Kardeşi Adiy?i bulup getirmesi için istediği her şeyi de ona verdi. Peygamberimiz özellikle Adiy ile karşılaşmak ve onu İslâm?a dâvet etmek istiyordu. Seffâne?yi, kendisi gibi âzâd edilen, kabîlesine mensup yakınları ve güvenilir kişilerle birlikte ağabeyinin yanına, Şam?a gönderdi. Şam?a giden Seffâne, ağabeyine şunları söyledi: ?Vallahi, ben, senin bir an önce gidip Muhammed?e katılmanı isterim. Eğer, kendisi gerçekten bir peygamber ise, ona tâbi olmakla başkalarını geçmen, senin için bir fazilet ve üstünlük olur. Eğer, bir hükümdarsa, onun sayesinde saltanatını yeniden elde eder; hor ve hakir bir duruma düşmezsin. Artık, karar senindir.?

Kız kardeşinin bu güzel sözlerini dinleyen Adiy, ona şöyle dedi: ?Vallahi, sen, doğru söyledin; isâbetli fikir beyan ettin. Ben de senin sözünü dinleyecek ve bu zâta gideceğim. Şâyet O, bir yalancı ise bana zarar veremez. Eğer, doğru birisi ise onu da anlarım. Söylediklerini dinlerim; kendisine tâbi olurum.? Adiy, yapılan istişârelerden sonra âilesi ile birlikte yola çıktı ve Medine?ye geldi. Medine?ye gelmesini ve Hz. Peygamber?in huzuruna çıkmasını bizzat kendisi şöyle anlatır:

?Ben, Medine?ye geldiğimde halk beni görünce tanıdı ve: ?Adiy b. Hâtim! Adiy b. Hâtim! Adiy b. Hâtim!? demeye başladılar. O sırada Hz. Peygamber, mescitteydi. Yanına varıp selâm verdim. ?Sen, kimsin ?? diye sordu. ?Adiy b. Hâtim !? dedim ve elimi kendisine uzattım. Şam?dan Medine?ye kadar, ona uzatacağım eli tutacağı ve böylelikle beni şereflendireceği umuduyla yol almış ve işte şimdi de elimi ona uzatmıştım. Derken, elimi tuttu ve kendisiyle musâfaha yaptık. Çok duygulandım.?

Adiy, Hz. Peygamber ile kendi arasında geçen konuşmaları ve bu konuşmalar sonunda Müslümanlığı kabul etmesini şu şekilde anlatır:

?Hz. Peygamber?in mescidini, mescitteki arkadaşlarını, cemâatini ve onun, cemâati ile olan münâsebetini görünce anladım ki, onda ne Kisrâ?nın saltanatı var, ne de Kayser?in. Beni tanıdıktan ve benimle musâfaha yaptıktan sonra ayağa kalktı ve beni evine dâvet etti. Aslında ben de evine dâvet edilmemi ve oraya götürülmemi bekliyordum. Tam da beklediğim gibi oldu. Mescitten çıkıp eve giderken, yaşlı ve zayıf bir kadın geldi önümüze; yanında da küçük bir çocuk bulunuyordu. Kadın, Hz. Peygamber?in durmasını ve kendisi ile ilgilenmesini istedi; o da durdu. Kadın, sıkıntısını dile getirip Hz. Peygamber?den bir şeyler istedi. Hz. Peygamber, onlarla uzun uzun konuştu; kendileri ile birlikte gidip işlerini gördükten sonra tekrar benim yanıma geldi. İçimden kendi kendime: ?Vallâhi, bu zat, hükümdâr değildir.? dedim. Yanıma geldikten sonra elimden tuttu ve beni evine götürdü. Birlikte içeri girdik. Eline, içi hurma lifinden doldurulmuş bir minder aldı ve benim altıma serdi. ?Bunun üzerine otur!? dedi. Ben: ?Olmaz efendim, buyurun siz oturun!? dedim. Hz. Peygamber: ?Hayır, siz oturacaksınız!? dedi. Minderin üzerine ben oturdum; kendileri kuru yere oturdular. İçimden kendi kendime: ?Vallâhi, bu, hükümdâr işi değildir.? dedim. Ben mindere, kendisi de kuru yere oturduktan sonra Hz. Peygamber bana: ?Ey Adiy b. Hâtim! Gel, Müslüman ol ve selâmete er!? dedi. Ben de: ?Ben, dindarım; benim bir dinim var.? dedim. Dâvetini tekrarladı ve: ?Ey Adiy b. Hâtim! Gel, Müslüman ol ve selâmete er!? dedi. Ben de: ?Ben, dindarım.? dedim. Üçüncü kere: ?Ey Adiy b. Hâtim! Gel, Müslüman ol da selâmete er!? dedi. Ben de: ?Ben, dindarım; benim bir dinim var.? diye cevap verdim. Bunun üzerine Hz. Peygamber: ?Ben senin dînini senden daha iyi bilirim.? dedi. Ben de: ?Demek, sen, benim dinimi, benden daha iyi biliyorsun ha?? dedim. Hz. Peygamber: ?Evet!? dedi ve bunu iki veya üç kere tekrarladı.

Adiy b. Hâtim, Hz. Peygamber?in, karşılıklı konuşmayı şöyle sürdürdüğünü anlatır: ?Söyle Adiy! Sen, bir Rekûsî (Hıristiyanlıkla Sâbiîlik karışımı bir dînin mensuplarından) değil misin?? Ben de: ?Evet!? dedim. ?Sen, kavminin başkanı değil misin?? dedi. Ben de: ?Evet!? dedim. ?Sen, ganimetin dört de birini almıyor musun?? dedi. Ben de: ?Evet, alıyorum.? dedim. ?Bunu almak, senin dînine göre sana helâl değildir.? dedi. Hz. Peygamber, böyle deyince çok mahcûb oldum. ?Evet, öyledir; dediğiniz gibidir.? dedim ve anladım ki, O, Yüce Allah tarafından gönderilmiş bir peygamber olduğu için her şeyi biliyor. Hz. Peygamber, beni utandırmamak için bu konunun üzerinde fazla durmadı, konuyu değiştirdi ve bana şöyle dedi: ?Ey Adiy! Sen, niçin kaçıyorsun? Ne diye kaçıyorsun? Sorarım sana, Allah?tan başka bir ilâh var mı?? Ben de: ?Hayır! Yoktur.? dedim. ?Peki, sen, Allâhu ekber (Allah en büyüktür) demekten mi kaçıyorsun? Yüce Allah?tan daha büyük bir şey var mı?? dedi. Ben de: ?Hayır! Yoktur.? dedim. Daha sonra Hz. Peygamber, konuşmasını şöyle sürdürdü:

Biliyorum, senin bu dîne girmene engel, ?Bu dîne sadece insanların zayıf ve güçsüzleri giriyor. Araplar, onları kısa zamanda yok ederler.? diye düşünmendir. Vallâhi, çok sürmez, Müslümanlarda mal, zenginlik ve servet o kadar bollaşacak ki, mallarının zekâtını verecek kimse bulamayacaklar. Belki de senin, bu dîne girmene, onların düşmanlarının çok ve kendilerinin ise sayıca az olduklarını görmen, engel oluyordur. Vallâhi, çok sürmez, bir kadının, Kâdisiye?den devesinin üzerinde yalnız başına çıkıp Kâbe?yi ziyâret edeceğini ve bu yolculukta Allah korkusundan başka hiçbir korku duymayacağını da işiteceksin.? Bu arada Hz. Peygamber bana: ?Sen, Hîre?yi biliyor musun?? diye bir soru sordu. Ben de: ?Gitmedim, orayı görmedim, ama varlığını biliyorum.? dedim. ?Allah?a yemin ederim ki, çok yakında Yüce Allah, bu işi (İslâmiyet?i) tamamlayacaktır; hatta Kisrâ b. Hürmüz?ün hazineleri bile ele geçirilecektir.? dedi. Ben, heyecanla: ?Kisrâ b. Hürmüz?ün hazineleri mi?? dedim. ?Evet, Kisrâ?nın hazineleri!? dedi. Ben, tekrar heyecanlı bir şekilde: ?Kisrâ b. Hürmüz?ün mü?? dedim. ?Evet, evet, Kisrâ?nın hazineleri!? dedi ve şöyle devam etti: ?Hîre?den deve üzerinde hâmîsiz (koruyucusuz) olarak tek başına çıkıp gelen bir kadın da, Kâbe?yi tavaf edecektir. Belki de, senin bu dîne girmene, devlet ve saltanatı Müslümanlardan başkasında görmen, engel oluyordur. Allah?a yemin ederim ki, çok yakında, Bâbil ülkesinin beyaz köşklerinin de Müslümanlara açılacağını işiteceksin!? Hz. Peygamber, böyle deyince daha dayanamadım ve Müslüman oldum. Müslüman olduğumu îlân edince Hz. Peygamber?in yüzünün ay gibi parladığını ve çok sevindiğini gördüm. Kendi evinde yaptığımız karşılıklı konuşmalardan sonra Müslüman olduğumu gören ve buna çok sevinen Hz. Peygamber, bundan sonra Ensâr?dan (Medine?nin yerlilerinden) birine misâfir olmamı istedi. Ben de Medine?de kaldığım müddetçe sabah, akşam Hz. Peygamber?in evine gidip gelmeye başladım. Hz. Peygamber bana İslâm dînini öğretti. Namazı vakitleri içinde ve zamanında nasıl kılacağımı târif ederek ve göstererek öğretti.?

Adiy b. Hâtim, Medîne?de kaldığı müddet içinde Hz. Peygamber?e birçok soru sordu ve bunların cevaplarını aldı. Kabîlesinin yaşadığı yerdeki insanlar, daha çok avlanarak geçindikleri için, onun sorularının çoğu da av ile alâkalı sorulardır. Hadis kaynaklarımızda bu sorular ve cevapları vardır. (Bakınız: Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 257; Buhârî, Zebâih, 2, 7-10; Müslim, Sayd, 2-7)

Sevgili okuyucularım!

Bu yazı boyunca hepimiz birlikte Hz. Peygamber efendimizin dünyasında gezdik. O?nun şehrine, mescidine ve evine uğradık; onunla birlikte olduk. Şimdi de bu yazıdan kendimize bazı dersler ve ibretler çıkaralım:

DERSLER VE İBRETLER

1-) Hz. Peygamber efendimizin evini gördünüz. Bu güzel evin bizim evlere benzeyip benzemediğine sizler karar veriniz. Kaynaklarımızda, bu güzel evin annelerimizden hangisine âit olduğuna dâir bir bilgi bulamıyoruz. Ama bildiğimiz bir gerçek var ki, o da, annelerimizin hepsinin evlerinin bu şekilde olduğudur. Gördüğünüz gibi, evin bir minderden başka eşyası yok; tabanı da toprak. Bizim evlerimiz ise eşyalarla dolu. Hem de işe yaramayan eşyalarla doldurmuşuz evlerimizi. Evlerimizin içi dolu ama bizim içimiz boş, kalbimiz boş, kafamız boş, gönlümüz boş. Evlerimizi değil, gölümüzü dolduracaktık; yanlış yapmışız. İnşâallalah, yakın zamanda bu yanlışı düzeltiriz.

2-)Hz. Peygamber, kabîle reîsi olan Adiy?e özel muâmele yapıyor ve onu evine dâvet ediyor. Zâten onun beklentisi de böyleymiş. Hz. Peygamber de onun beklentisini yerine getiriyor ve ilk anda gönlünü fethediyor. Evinde bulunan tek minderini misâfirinin altına seriyor ve gönlünü kazanmaya devam ediyor. Sonra da çok nâzik ve medenî bir şekilde misâfirini İslâm?a dâvet ediyor. Biz Müslümanlar da evimize gelen misâfirlerimize Hz. Peygamber efendimiz gibi davranmalıyız.

3-)Misâfirini İslâm?a dâvet eden Hz. Peygamber, önce dâvetini iletiyor sonra da onu dinliyor, ona konuşma ve kendini savunma hakkı veriyor. Sonra da ona konuşmalarının ve savunmalarının tutarsız olduğunu söylüyor. Adiy, kendi bâtıl dîninin Hz. Peygamber tarafından kendisinden daha iyi bilinmesi karşısında sıkışıp kalıyor. Baştan beri etkisinde kaldığı olayların yönlendirmesi, Hz. Peygamber?in kişiliği ve güzel konuşması neticesinde Müslüman oluyor ve kurtuluyor.

4-)İslâm?da nihâi hedef, iktidar olmaktır, yani Allah?ın dînini, Allah?ın arzına hâkim kılmaktır. Biz Müslümanların en başta gelen görevi, İslâm?ı yeryüzüne yaymak ve onu iktidar yapmaktır. Çünkü İslâm?ın iktidar olmadığı dünyada kan, gözyaşı, anarşi, zulüm, açlık, sefâlet, ahlaksızlık ve her türlü olumsuzluk vardır. İslâm gelecek dertler bitecek. Gördüğünüz gibi Peygamber efendimiz, bir kabîle reîsi olan Adiy?i İslâm?a dâvet ederken, bu dînin, yakın zamanda iktidar olacağına ve bu sûretle dünyaya huzurun hâkim olacağına vurgu yapmıştır. Bir de şuna iyi dikkat edelim ki, Hz. Peygamber efendimiz, insanları İslâm?a dâvet ederken onların anlayış seviyelerine ve meşgûliyet alanlarına göre konuşurdu. Bir kabîle reîsi olan Adiy?in, İslâm?ın, gelecekte büyük ve güçlü bir iktidârının olacağını Hz. Peygamber?in ağzından duyması kendisi açısından önemli bir haberdir. Biz de insanlarla konuşurken Hz. Peygamber Efendimizin bu sünnetine uyalım. İslâm?ı anlatırken onların seviyelerini ve beklentilerini nazar-ı îtibâra alalım.

Sevgili okuyucularım!

Biz, müminiz ve müslümanız elhamdülillah. Rabbimiz Yüce Allah, peygamberimiz de Hz. Muhammed Mustafa?dır. Bizim ibâdetimiz, yaşantımız, İslâmî hizmetlerimiz, her şeyimiz Allah?ımızın istediği gibi ve bir de sevgili Peygamberimizin yaptığı gibi olmalıdır. Her konuda olduğu gibi çevremizdeki insanları İslâm?a dâvet derken de Hz. Peygamber efendimizi örnek almalıyız. Kime nasıl davranacağımızı, kime neyi nasıl söyleyeceğimizi ondan öğrenmeliyiz. Kendi dînimizi iyi bildiğimiz gibi, İslâm?a dâvet ettiğimiz şahsın dînini ve dünya görüşünü de iyi bilmeliyiz. İnsanları İslâm?a dâvet ederken çok nâzik olmalı ve hiç kimsenin kalbini kırmamalıyız. Evlerimizi İslâmî hizmetlere açmalı ve bu sûretle hânelerimize gökten rahmet ve bereket yağmasını sağlamalıyız.

Müslüman olduktan sonra, Medine?li Müslümanlardan birisine misafir olan Hz. Adiy, sabah namazında Hz. Peygamber?in mescidine gelir, yatsı namazından sonra çıkar giderdi. Vaktini mescitte ve Hz. Peygamber?in evinde geçirirdi. Medine?de kaldığı zaman zarfında Hz. Peygamber?den İslâm?ı çok iyi öğrendi. Sonra da Hz. Peygamber onu, tekrar kendi kabîlesine reîs olarak tayin etti. Başarılı çalışmalarıyla kabilesinin tamamen Müslüman olmasını ve Medine İslâm Devleti?ne karşı görevlerini eksiksiz yerine getirmesini sağladı. Böylece, kabîlesine âit vergileri devlete tam ödemekle meşhur bir sahâbî vasfını kazandı. Arap kabîlelerinden birçoğunun İslâm?dan döndüğü ve devlete baş kaldırdığı Hz. Ebû Bekir?in devlet başkanlığı döneminde, kabîlesine hâkim olarak en küçük bir kıpırdanışa dahi fırsat vermediği gibi, vergilerini de eksiksiz ödemeye devam etmelerini sağladı. Hz. Ebû Bekir devrinde Hâlid b. Velid kumandasında Suriye seferine, Hz. Ömer zamanında da Irak?ın fethine ve Kâdisiye savaşına katıldı. Cemel ve Sıffîn savaşlarında Hz. Ali?nin safında yer aldı. Müslümanlığı kabul etmesine sebep olduğu için Hz. Ali?ye karşı ayrı bir sevgisi ve bağlılığı vardı. Cemel savaşında bir gözünü ve oğlu Muhammed?i kaybetti. Diğer oğlunu da Hâricîler öldürdü. Irak?ın fethinden sonra Kûfe?ye yerleşti ve orada vefat etti.

Uzun ömürlü sahâbîlerden biri olan Adiy, babası Hâtim gibi cömert bir insandı. Uzun süren kabîle reisliğinin kazandırdığı tecrübeler onda sağlam ve köklü bir devlet adamlığı karakterini oluşturmuştu. Hz. Ömer, onun vefakâr ve sâlih bir insan olduğunu söyler. Aralarında cereyan eden bir hatıra şöyledir.

Hz. Ebû Bekir?in vefatından sonra Hz. Adiy, yeni halife olan Hz. Ömer?e bey?atını (bağlılığını) sunmak için Medine?ye gelir. Bey?atını sunduktan sonra: ?Sanırım ki, beni tanıyamadınız ey müminlerin emîri!? der. Hz. Ömer de: ?Seni, nasıl tanımam?? der ve şöyle devam eder: ?Rasûlullah (s.a.v)?in yüzünü ağartan, aydınlatan zekât, senin kabîlen olan Tay kabîlesinin zekatıydı. Ben, seni çok iyi tanırım ey Adiy! Başkaları, inkâr ettikleri zaman, sen iman etmiştin. Başkaları, arkalarını dönüp gittikleri zaman, sen ahde vefâkârlık göstermiştin.? Halifenin bu sözleri üzerine Adiy de: ?Bana, bu kadar iltifâtın yeter ey müminlerin emiri! Bu, bana yeter!? diye mukabelede bulundu.

Adiy b. Hâtim der ki: ?Rasûlullah (s.a.v.)?in gelecekle ilgili verdiği üç haberden ikisinin geçekleştiğini gördüm. Üçüncüsü de muhakkak gerçekleşecektir. Bâbil ülkesindeki beyaz köşklerin fethedildiğini gördüm. Bir kadının, Kâdisiye?den devesinin üzerinde korkmadan yola çıkıp Kâbe?ye kadar geldiğini ve haccettiğini de gördüm. Yüce Allah?a yemin ederim ki, üçüncü haber de yakında gerçekleşecek, mal ve servet öyle bollaşacak ki, onları zekâtını alacak kimse bulunmayacaktır.?

Hz. Peygamber efendimizin Adiy?e verdiği üçüncü haber de Emevî halifelerinden Ömer b. Abdilaziz zamanında gerçekleşmiş, Müslümanlar zekâtlarını verecek yoksul bulamamışlardır. Biz, İslâm?ı hakkıyla yaşasak bugün de durum aynı şekilde olur. Ama biz yaşayamıyoruz veya yaşamak istemiyoruz, ağzımıza gözümüze bulaştırıyoruz bu güze dîni. Bu sebepten dolayı, dünyamızı da ahretimizi de berbâd ediyoruz. Aslında kendimize yazık ediyoruz. Âh bir anlayabilsek kendimize yazık ettiğimizi! Öyle zannediyorum ki, anlayacağız inşâallah! Hz. Peygamber?in evinde yapılan sohbetleri dinleye dinleye anlayacağız inşâallah! Evet, bizden ayrılmayın!

Sohbetlere iyi kulak verin emi!

Ebu Hureyre ile Birlikte Hz. Peygamberin Evindeyiz

Ebû Hureyre (r.a.), Medine?ye hicret etmiş Yemenli bir sahâbîdir. Yemen?de yaşayan Ezd kabilesinin Devs koluna mensuptur. Doğum tarihi belli değildir. 58/678 yılında, yetmiş sekiz yaşlarında iken vefat ettiğinden hareketle 600 yılının başlarında doğduğunu söyleyebiliriz. Câhiliye devrindeki adı, Abduşşems (güneşin kulu) idi; Müslüman olduktan sonra Hz. Peygamber ona Abdurrahman (veya Abdullah) adını verdi. Ayrıca Hz. Peygamber tarafından kendisine verilen Ebû Hureyre künyesi öyle tuttu ki, isimlerinin hepsi unutuldu ve künyesi ile meşhur oldu. Bir gün elbisesinin altına bir kedi yavrusu almış götürüyordu. Onu bu şekliyle gören Hz. Peygamber Efendimiz: ?O nedir?? diye sordu. Ebû Hureyre: ?Kedi!? diye cevap verdi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz ona ?kedicik babası? mânâsında ?Ebû Hureyre? diye takıldı. Ebû Hureyre, o günden sonra bu künye ile tanındı ve böylece meşhur oldu. İnsanların, kendisine ismi ile değil de, Hz. Peygamber?in verdiği bu künye ile hitap etmelerinden çok hoşlanırdı.

Küçük yaşta babasının ölümü üzerine yetim kalan Ebû Hureyre?yi annesi büyüttü ve yetiştirdi. Mensubu bulunduğu Devs kabilesinden altmış (veya yetmiş) âile ile birlikte, Tufeyl b. Amr?ın başkanlığında 7/628 yılında Yemen?den Medine?ye geldiler. Onlar Medine?ye geldiğinde Hz. Peygamber, ordusu ile birlikte Hayber?i fethetmeye gitmişti. Yemen?den gelen bu yeni Müslümanlar Hayber?e kadar gittiler. Hayber?in fethinden sonra Hz. Peygamber ile birlikte Medine?ye döndü ve oraya yerleştiler. Ebû Hureyre, Medine?ye yerleştikten sonra kendisini tamamen dine verdi ve Hz. Peygamber?in yanından hiç ayrılmadı. Hayber?den sonraki bütün gazâlara ve seferlere katıldı.

Hz. Ebû Hureyre, Medine?ye yerleştikten sonra kendisi gibi bekar olan muhâcirlerle birlikte mescidin bitişiğindeki Suffe?de kalırdı. Bazılarının ganîmetlerden daha fazla pay almaya çalıştığı günlerde Hz. Peygamber?in ganîmet talebinde bulunup bulunmadığını sorması üzerine o, Allah?ın verdiği ilimden kendisine bir şeyler öğretmesini isterdi. Geç Müslüman olduğu için kaybettiği yıllarının eksikliğini telâfi etmek amacıyla, açlıktan bayılacak dereceye geldiği halde dünya işleri ile meşgul olmaz, kendisini dine ve ilme verirdi. Bir gün çektiği açlığın Hz. Peygamber?in evinde son bulmasını ve orada karnını doyurmasını şöyle anlatır:

?Kendisinden başka ilâh olmayan Allah?a yemin ederim ki, ben bazen açlıktan karnımı yere dayar ve yüz üstü yatar, bazen de mideme taş bağlardım. Yine böyle aç kaldığım günlerden bir gün, Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem ve sahâbîlerinin geçtikleri yol üzerine mecalsiz yığılıvermiştim. Bu sırada Ebû Bekir yanımdan gelip geçti. Onu durdurdum ve kendisine Allah?ın kitabından bir âyet sordum. Aslında soruyu sormam, benim halimi anlaması ve karnımı doyurması içindi. Fakat o, sorumun cevabını verdikten sonra geçip gitti. Sonra Ömer gelip geçti. Onu da durdurdum ve kendisine Allah?ın kitabından bir âyet sordum. Maksadım, halimi anlaması ve beni doyurmasıydı. Ömer de sorumun cevabını verdikten sonra çekip gitti. Daha sonra Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem, benim yanımdan geçti ve beni görünce gülümsedi. Açlığımı ve kalbimden geçeni yüzümden anladı ve bana: ?Ey Ebû Hureyre!? dedi. Ben de: ?Buyurunuz, emrinize hazırım yâ Rasûlallah!? dedim. Bunun üzerine Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve selem: ?Beni takip et!? buyurdu ve yoluna devam etti. Ben de peşinden yürüdüm. Hz. Peygamber evine girdi; ben de girmek için izin istedim; izin verdi; içeri girdim. Bu arada Hz. Peygamber, bir kap içinde süt buldu ve hanımlarına: ?Bu süt nereden geldi, kim getirdi?? diye sordu.

Hz. Peygamber?in hanımları da sütü getiren kişinin ismini söyleyerek: ?Falan erkek veya falan kadın bu sütü size hediye etti.? dediler. Bunun üzerine Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem bana: ?Ey Ebû Hureyre!? diye seslendi. Ben yine: ?Buyurunuz, emrinize hazırım yâ Rasûlallah!? dedim. Bu sefer Hz. Peygamber, bana şöyle emretti: ?Suffe ehline git ve onları bana çağır!?

Hadiste geçen suffe ehlinin kimler olduğu konusunda Ebû Hureyre der ki: ?Suffe ehli İslâm misâfirleriydi. Onların ne sığınacak âileleri, ne malları, ne de bir kimseleri vardı. Hz. Peygamber?e bir sadaka geldiğinde onlara gönderir, kendisi ondan hiçbir şey almazdı. Şayet gelen bir hediye ise, onlara da gönderir, kendisi de ondan bir parça alır ve böylece gelen hediyeyi onlarla paylaşırdı.? Hz. Ebû Hureyre, Suffe hakkında kısa bir bilgi verdikten sonra olayı anlatmaya devam eder ve şöyle der:

?Hz. Peygamber?in Suffe ehlini dâvet etmesi pek hoşuma gitmedi. Kendi kendime: ?Bu süt, Suffe ehli arasında kime yetecek ki! O sütü içmek suretiyle biraz olsun cana gelmeye ben herkesten daha çok hak sahibiyim. Oysa onlar geldiğinde Rasûlullah bana emreder, ben de onlara veririm; belki de o sütten bana bir damla bile kalmaz. Fakat Allah?ın ve Rasûlullah?ın emrine itaat etmemek de olmaz.? dedim. Neticede onlara gittim ve kendilerini dâvet ettim. Onlar bu dâveti kabul ettiler ve benimle birlikte geldiler. İçeri girmek için izin istediler, kendilerine izin verildi ve onlar da Hz. Peygamber?in evinde yerlerini aldılar. Arkadaşlarım oturduktan sonra Hz. Peygamber bana: ?Ey Ebû Hureyre!? diye seslendi. Ben de yine: ?Buyurunuz, emrinize hazırım ey Allah?ın Elçisi!? dedim. ?Al bu sütün kabını, ver onlara, içsinler!? buyurdu.

Ben de süt ile dolu olan kabı aldım, sırasıyla herkese vermeye başladım. Sütü kendisine verdiğim kişi kanıncaya kadar içiyor, sonra kabı bana geri veriyor, ben bir başkasına veriyordum, o da kanıncaya kadar içiyor sonra geri bana veriyordu. Bu şekliyle dâvetlilerin hepsi süt içtikten sonra kabı Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem?e verdim. Topluluğun hepsi süte doymuş ve kanmışlardı. Rasûlullah, kabı alıp elinde tuttu ve bana bakıp gülümsedi. Sonra da şöyle dedi: ?Ey Ebû Hureyre!?

Ben de: ?Buyurunuz, emrinize hazırım yâ Rasûlallah!? dedim. ?Süt içmeyen bir ben kaldım, bir de sen!? buyurdu. Ben de: ?Doğru söylediniz, yâ Rasûlallah!? dedim. Bu sefer: ?Öyle ise şimdi de sen otur ve iç!? buyurdular. Ben de oturdum ve içtim. Sonra yine: ?Otur ve içmeye devam et!? buyurdu. Yine oturdum ve biraz daha içtim. Râsûl-i Ekrem durmadan: ?İç, iç? buyuruyordu. En sonunda ben:

?Hayır, daha içemeyeceğim. Seni hak peygamber olarak gönderen Allah?a yemin ederim ki, artık içecek yerim kalmadı.? dedim. Bu sefer: ?Kabı bana ver!? buyurdu. Ben de elimdeki kabı Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem?e verdim, Yüce Allah?a hamdetti, besmele çekti ve kalan sütü kendisi içti.? (Buhârî, Rikâk 17

Aziz okuyucularım! Ebû Hureyre, sahâbîler arasında geçmişteki yoksulluk günlerini ve çektiği sıkıntıları en çok hatırlayıp ananlardan biridir. O, Suffe ehli arasında seçkin bir yere sahipti. Suffe ehlinin geçimi, Peygamber Efendimiz ve infaka gücü yeten sahâbîler tarafından temin edilmekteydi. Onlar çok kere karınlarını doyuracak yiyecek bulmakta zorluk çekerler, bazı günler aç kaldıkları ve bu sebeple karınlarına taş bağladıkları olurdu. Bu âdet Araplar arasında yaygındı. Çünkü mide boşalınca karna taş bağlamak, açlığın verdiği acıyı azaltır, insana hareket edebilme imkânı sağlar. Eskiden karnı aç olanlara ?karnınıza taş bağlayın!? derlerdi; şimdi ?kemerleri sıkın!? diyorlar.

Ebû Hureyre?nin insanların gelip geçtiği yol üzerine oturmasının sebebi, aç olduğunu onlara hissettirmek içindi. Nitekim Rasûl-i Ekrem Efendimiz, onun bu halini yüzünden anlayınca, kendisini alıp evine götürdü ve bu vesileyle Suffe ehlini de dâvet edip hepsinin karnını doyurdu. Burada Efendimiz?in mûcizelerinden birinin gerçekleştiğini de görmekteyiz. Çünkü bir kişiye yetecek kadar sütle bütün Suffe ehlinin karnını doyurmuştu. Azıcık bir yiyeceğin veya içeceğin Peygamberimiz?in elinde çoğalmasını nübüvvet alâmetlerinden ve Rasûl-i Ekrem?in bereketinden sayanlar da vardır.

Peygamberler için mûcize, veliler için de kerâmet haktır ve gerçektir. Bütün müminler Yüce Allah?ın veli kullarıdır. Hz. Peygamber Efendimiz?in yaptığı gibi, yoksul öğrencileri alıp evlerine götüren ve onların karınlarını doyuran müminlerin de kerâmet eseri olarak yiyecek ve içecekleri bereketlenir, evlerine nur yağar, az olan yiyecekleri çok kişiye yeter ve hatta artar. Dikkat ettiyseniz Hz. Peygamber, süt içmeye başlamadan önce Yüce Allah?a hamdetti. Halbuki biz biliriz ki, hamdetme yeme, içmeden sonra yapılan bir ibâdettir. Peki, öyle ise Hz. Peygamber Efendimiz neden önce hamdetti? Misâfirlerine ikram ettiği azıcık sütün büyük bir kalabalığa yetmesinden ve onları doyurmasından dolayı hamdetti sonra da besmele çekerek artanı kendisi içti. Yine dikkat ettiyseniz Hz. Peygamber, gelecekte İslâm?ı uzak noktalara götürecek olan Suffe ashâbını kendisine tercih etti; önce onların karnını doyurdu sonra artan sütü kendisi içti. Biz, bu uygulamanın tam tersini yapıyoruz; her şeyin en iyisini kendimiz yedikten sonra arta kalanı yoksullara veriyoruz.

Aziz okuyucularım! ?Sünnet? denilince neden Hz. Peygamber?in sadece yeme, içme, giyme, konuşma, gülme, oturup kalkma gibi sünnetlerini anlıyoruz. Sünneti gerçek mânâsı ile ne zaman kavrayacak ve ne zaman yaşamaya başlayacağız. Hayatın gidişâtını değiştirecek ve bizim hayatımıza canlılık katacak sünnetleri ne zaman ihyâ etmeye başlayacağız? Daha doğrusu, İslâm?ı geçek haliyle ne zaman kavrayacak ve Hz. Peygamber?i geçek yaşantısıyla ne zaman tanıyacağız? İnanınız ki, gerçek kurtuluşumuz da bunu başardığımız zaman olacaktır. İşte o günlere ulaşmayı bekliyoruz. Rabbim kavuşturur inşâallah!

Hz. Peygamber?in evi, sahâbîlerine ve öğrencilerine açıktı. Bu mübârek hâneye giden şanslı insanlar da orada nasıl davranacaklarını bilirlerdi. Hâne-i saâdete ne zaman ve nasıl gireceklerini, nereye oturacaklarını, nasıl konuşacaklarını, ne zaman ve nasıl çıkacaklarını bilirlerdi. Onlar, gece ve gündüz, içeride ve dışarıda, câmide ve sokakta, hazarda ve seferde Hz. Peygamber?in eğitiminden ve yönlendirmesinden geçen örnek bir nesildi. Bize düşen, Hz. Peygamber Efendimiz?in ve bu örnek nesli sünnetine uymaktır.

Değerli hanım okuyucularımız! Her başarılı erkeğin arkasında bir veya birkaç hanım eli vardır. Hz. Peygamber?in arkasında annesi ve sütannelerinin, hanımları ve kızlarının eli, desteği vardır. Bu mübârek hanımlar da sizlere örnektir. Onların hiçbiri Hz. Peygamber Efendimiz?i zor durumda bırakacak bir davranışta bulunmamışlardır. ?Bizim yiyeceğimiz yok, sütü başkasına niçin içiriyorsunuz?? dememişlerdir. Onlardan Allah razı olsun! (Âmin)

Ebû Hureyre, kendisi ile birlikte Hz. Peygamber?in evine gelen Suffe ashâbının o günkü sayısını bildirmemiştir. İslâm tarihi kaynaklarımızdan öğrendiğimiz kadarıyla, sefer zamanı cihâd ile, hazar zamanı da ilim ile meşgul olan bu güzel insanların sayısı zaman zaman değişmekteydi. Yüzü aştığı gibi, otuz ve kırka düştüğü de olmuştur. O gün Hz. Peygamber?in evine gelenlerin sayısı yaklaşık otuz, kırk kadar vardı, diyebiliriz. Bugün hangimizin evine bu kadar öğrenci geliyor?

Son olarak şunu da söyleyelim ki Hz. Peygamber Efendimiz, kendisine gönderilen bir şeyin sadaka mı hediye mi olduğunu sorup öğrenir, şayet sadaka ise onu almaz âile fertlerine de vermezdi. Çünkü sadakadan istifade etmek Peygamber âilesine helâl kılınmamıştı. Bu uygulama asırlardır aynı şekilde devam etmekte olup, Peygamber sülalesine mensup olanlar zekât ve sadaka kabul etmemeyi sürdürmektedirler. Peygamberimiz sadakayı sadece ashâbın fakirlerine verirdi. Evine gönderilen hediyeleri ise hem kendisi alır hem de ashâbın muhtaç olanlarına verirdi.

Öğrenci olan okuyucularımız! Herhalde siz de bu yazıyı dikkatle okudunuz. Siz, o gün Medine?de yaşasaydınız veya Hz. Peygamber bugün hayatta olsaydı, siz hâne-i saâdette oturup yeme-içme şerefine nâil olacaktınız. Bu şerefinizi koruyun lütfen! Bir de şunu çok iyi biliniz ki Yüce Allah, kendisini İslâm?a ve Kur?ân?a vakfedenin ismini kıyâmete kadar yaşatıyor. Bir de bu gibi insanların sıkıntıları geçici oluyor. Ebû Hureyre?nin sıkıntıları da o gün içindi; sonradan hepsi geçti, gitti. Sonraki dönemlerde çeşitli görevlerde bulundu ve valilik bile yaptı. İlmi ve tecrübesi ile Müslümanlara hizmet etti. Siz de öyle yapacaksınız.

Hz. Peygamberin Aile Hayatı

İnsanların koşuşturmadan ibâret bir hayat yaşadıkları, başkalarını bırakalım kendilerine bile zaman ayıramadıkları bir dünyada ben, sizden, Hz. Peygamber Efendimizin evine gidebileceğiniz ve kendisine kısa bir müddet de olsa misâfir olabileceğiniz bir zaman ayırmanızı istiyorum. Terkedelim bu dünyayı, çıkalım bu kalabalıktan, kurtulalım bu sıkıntılardan, arınalım bizi sık-boğaz eden günahlarımızdan ve tertemiz bir yüzle, pâk bir alınla varalım o yüce sultanın huzuruna. Kısa bir müddet bırakalım işlerimizi, geçici bir zaman için durduralım çalışmalarımızı, tutalım eşimizin, çocuklarımızın, yakınlarımızın elinden; hep birlikte yumalım gözlerimizi, uçarak varalım o sultanın huzuruna ve o nur yüze bakmak için hep birlikte orada açalım gözlerimizi. Doya doya bakalım yüzüne, kulak verelim sözüne, baş koyalım yoluna. Evet, herkes hazırlığını yapsın; gidiyoruz, nurlu Medine?ye gidiyoruz. O?nun şehrine, o yüce sultanın şehrine gidiyoruz. O güzel şehirde, dünyanın en güzel insanının evini ziyâret edeceğiz. O?nun eşleri bizim de annelerimiz olan örnek hanımefendilerle tanışacağız; onların gül gibi çocuklarını koklayacak, nur topu gibi torunlarını öpüp kucaklayacağız. İçimiz rahatlayacak, kendimize geleceğiz, huzur bulacağız. Huzur bulmak isteyenler takılsın peşimize.

Yüce Allah, Hz. Âdem?i yarattıktan sonra eşi Havva?yı yaratmış ve ikisini cennete koymuş sonra da cennetten dünyaya göndermiştir. Dünya üzerinde ilk âile yuvası kuran ve çocuk sahibi olan bu ikisidir. Âile yuvası, îmân, ibâdet ve ahlâk değerlerinin sonraki nesillere aktarılması açısından vazgeçilmez bir kurumdur. Yeni nesillerin sevgi, şefkat ve merhametin hâkim olduğu huzurlu bir âile ortamında yetişmeleri fevkalâde önemlidir.

Âile, toplumun en küçük birimidir. Toplumun sağlam olması âile yapısının sağlam olmasına bağlıdır. Yüce Allah Kur’ân-Kerim’de sağlıklı nesillerin yetiştirilmesi için âilenin kurulmasını emreder, âilenin temelini oluşturan eşler arasındaki sevgi ve merhameti de varlığının delillerinden biri kabul eder (en-Nûr, 24/32; er-Rûm, 30/21). Peygamber Efendimiz de sürekli âilenin önemine dikkat çekmiş, gençleri yuva kurmaya teşvik etmiş, yoksul gençlerin âile kurabilmeleri için çaba göstermiştir. Âilede huzur için eşlerin birbirlerine sevgi ve saygılı davranmalarını, olumsuzlukları değil, güzellikleri öne çıkararak iyi geçim ortamını oluşturmalarını istemiştir.

Hz. Peygamber, “En hayırlınız âilesi için hayırlı olandır. Bana gelince ben, âileme karşı en hayırlı olanınızım.” buyurmuştur (İbn Mâce, Nikâh, 50). Hanımlarına iyi davrananların en hayırlı kişiler olduğunu bildiren Hz. Peygamber, mü’minlerin îmân bakımından en mükemmel ve ahlâkça en güzel olabilmelerini de, âileleriyle sağlıklı ilişkilerine bağlamıştır. Bir müslümanın eşine ve çocuklarına sarfettiği her şeyin sadaka olduğunu söyleyen Peygamberimiz, “Sen, ev halkına bir harcamada bulunduğun zaman şüphesiz ki ondan sevap alırsın, hatta hanımına ikrâm ettiğin lokmadan bile.” demiştir (Buhârî, Nafakât, 1; Müslim, Vasiyyet, 1).

Hz. Peygamber?in Eşleri ve Ev Hayatı:

Hz. Peygamber Efendimiz de diğer peygamberler gibi zamanı gelince evlenmiş ve çocuk sahibi olmuştur. Kurduğu yuvada çocuklarını çok güzel bir şekilde yetiştirmiş, eşleri ile çok güzel bir evlilik hayatı yaşamış ve müminlere bu yönüyle de örnek olmuştur. Peygamberimizin ilk eşi, yirmi beş yaşında iken evlendiği Hz. Hatice’dir. Hz. Peygamber Efendimizle Hz. Hatice annemizi, Hz. Peygamber?in amcası Ebû Tâlib evlendirmişti. O sırada kırk (veya yirmisekiz) yaşında dul bir hanım olan Hz. Hatice, ticâretle meşgul oluyordu ve Mekkeliler arasında Tâhire yani, saf, temiz unvanıyla tanınıyordu. Kendisine yapılan evlenme tekliflerinin hepsini geri çevirmiş ve el-Emîn (doğru, güvenilir) unvanıyla tanınan Hz. Peygamber’le evlenmeyi tercih etmişti.

Hz. Peygamber ile yirmi beş yıl evlilik hayatı yaşayan Hz. Hatice, ölünceye kadar Peygamberimize içten bir sevgi duymuştur. Hz. Peygamber?in dâvetini kabul ederek İslâm’a giren ilk mü’min olma şerefini kazanmış, çeşitli sıkıntılara karşı O?na her zaman destek olmuştur. Peygamberimiz de onu çok sevip saymış, iyiliklerini hiçbir zaman unutmamış, ölümünden sonra da onu sürekli rahmet ve minnetle anmış, kabrini ziyaret etmiş, geride kalan yakınları ve dostlarıyla ilgilenmiştir. Hz. Peygamber?in nikâhı altında aynı zamanda bir arada bulunmadıkları halde Hz. Âişe, Hz. Peygamber?in ona olan bu ilgisini zaman zaman kıskanmıştır (Buhârî, Menâkıbü?l-ensâr, 20; Müslim,Fezâilü?s-sahâbe, 74-76).

Hz. Peygamber Efendimiz, Hz. Hatice’nin vefatına kadar başka bir evlilik yapmadı. İlk eşi vefat ettiğinde kendisi elli yaşına ulaşmıştı. Diğer evliliklerinin tümünü bu yaşından sonra gerçekleştirmiştir. Dolayısıyla sonraki evliliklerinde bazen iddia edildiği gibi cinselliğin değil, bir takım özel sebepler ve hikmetlerin sözkonusu olduğu açıktır. Peygamberimiz’in Hz. Hatice’nin vefatından sonra çeşitli gayelerle, çeşitli zamanlarda evlendiği hanımlar, Hz. Sevde, Hz. Âişe, Hz. Hafsa, Hz. Zeyneb bint Huzeyme, Hz. Ümmü Seleme, Hz. Cüveyriye, Hz. Zeyneb bint Cahş, Hz. Ümmü Habîbe, Hz. Safıyye, Hz. Meymûne ve Hz. Mâriye’dir. Hz. Peygamber’in eşleri “mü’minlerin anneleri=ümmehâtü’l-mü’minîn? olarak kabul edilirler (el-Ahzâb, 33/6)

Hiçbir şeyi sebepsiz ve boş yere yapmayan Hz. Peygamber’in evliliklerinde de çeşitli hikmetler vardır. Bu hikmetleri şu şekilde sıralayabiliriz:

a-)Çok zeki olan Hz. Âişe ve Hz. Hafsa annelerimiz vasıtasıyla hanımlara dînî alanda bilgi aktarımı yaptığı ve İslâmî hizmetlerde önceliği olan Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer’le dostluğunu pekiştirdiği düşünülebilir. Bilindiği gibi Hz. Âişe annemiz, Hz. Ebû Bekir?in kızı; Hz. Hafsa annemiz de Hz. Ömer?in kızıdır. b-)Bazı hanımlarla evliliği, onların İslâm’daki fedakârlığına bir vefa şeklinde gerçekleşmiştir. Habeşistan’a göç etmiş olan Hz. Sevde, Hz. Ümmü Habîbe ve Hz. Ümmü Seleme buna örnektir. Hz. Sevde, ilk müslüman hanımlardandır. Eşi Sekrân b. Amr ile ikinci Habeşistan hicretine katılmıştı. Bir müddet sonra eşi ile Mekke?ye dönmüşler ve eşi burada vefat etmişti. Hz. Peygamber Efendimiz, Hz. Hatice annemizin vefatından sonra bu yaşlı hanımla evlenerek ona kol-kanat gerdi.

Ümmü Habibe annemiz, Ebû Süfyan?ın kızıdır. Mekke döneminde babası İslâm düşmanı olmasına rağmen kendisi İslâm?ı kabul etmiş soylu bir hanım efendidir. Müslüman olan eşi Ubeydullah ile birlikte Mekke?den Habeşistan?a hicret etti. Ubeydullah, dinden döndü ve orada öldü. Eşi dinden dönünce ondan ayrılan Ümmü Habibe, biricik kızı Habibe ile çok sıkıntılar çekmiş olmasına rağmen îmânından ve İslâmî yaşantısından asla tâviz vermedi. Onun bu durumunu öğrenen Hz. Peygamber Efendimiz, kendisiyle evlenerek sıkıntılarına son verdi ve kadrini yüceltti. Kızının Hz. Peygamberle evlendiğini duyan Ebû Süfyan, Hz. Peygamber?e ve İslâm?a ilgi duymaya başladı.

Ümmü Seleme annemizin durumu da Ümmü Habibe annemizin durumu gibidir. O ve eşi Ebû Seleme, ilk müslümanlardandır. Habeşistan?a hicrete etmişler, Mekke?ye geri dönmüşler, ordan da Medine?ye hicret etmişerdi. Ebû Seleme, Uhud savaşında aldığı bir yaradan dolayı şehid olunca, Ümmü Seleme dört çocuğu ile dul kalmıştı. Hz. Peygamber, onu nikâhladı ve çocuklarına da kol-kanat gerdi. Tecrübeli ve gün görmüş bir hanımefendi olan Ümmü Seleme annemiz, yolculuklarında Hz. Peygamber Efendimize refâkât eder ve tecrübelerini onunla paylaşırdı.

c-)Peygamber Efendimiz bir kısım evlilikleriyle de bazı kabilelere dostluk mesajları vermek istemiştir. Necid bölgesinin en büyük kabilelerinden Âmir b. Sa’saa’ya mensup olan Hz. Zeyneb bint Huzeyme ile Hz. Meymûne buna örnek sayılır.

d-) Hz. Cüveyriye ve Hz. Safiyye ile evliliği ise siyâsî amaçlıydı. Bunlardan Cüveyriye ile evliliği, Mustalik oğulları kabilesinin İslâm’a girmesine vesile olmuştur. Safiyye ile evlilikten maksat ise Yahûdîlerin dostluğunu kazanmaktı.

e-)Zeyd b. Hârise’den boşanan Zeyneb bint Cahş ile evliliği ise Câhiliye döneminde evlâtlıkları öz çocuk olarak gören anlayışa karşı İslâm hukukunda yeni bir ilkenin uygulanması şeklinde olmuştur. Üstelik bu evliliği gerçekleştiren Yüce Allahtır. ??Zeyd, o kadından ilişiğini kesince biz onu sana nikahladık ki?? ifâdelerinin geçtiği (el-Ahzâb, 33/37) âyet-i kerime, bu evliliğin nikâhını kıyanın Yüce allah olduğunu apaçık bir şekilde beyan etmektedir. Bütün bu gerçekler ortada iken çok evliliği sebebiyle Hz. Peygamber’i şehvete düşkünlükle itham etmek hakikate aykırı bir durum olup, yalan ve yanlış bir iddiadan ibarettir.

Hz. Peygamber Efendimiz, hicretten sonra ilk iş olarak devesinin çöktüğü yere bir mescid yaptırdı. Mescidin doğu tarafında da Sevde annemiz ve Âişe annemiz için birer oda (ev) yaptırdı. Sonradan evlendiği eşleri için de birer oda yaptırdı. Yani her annemizin kendine âit müstakil bir odası (evi) vardı. Önceki eşlerinden çocukları olan Ümmü Seleme ve Ümmü Habibe annelerimizin çocukları ile, diğer annelerimizin de birinci derecedeki mahrem yakınları ile kalabilecekleri müstakil evleri vardı. Hz. Âişe?nin yeğeni (ablası Esmâ?nın oğlu) Abdullah b. Zübeyir, teyzesinin yanında kalırdı. Çocuğu olmayan Hz. Âişe, yeğeni Abdullah ile çok yakından ilgilendiği için Hz. Peygamberimiz ona ?Ümmü Abdullah=Abdullah?ın annesi? künyesini vermişti. Hz. Ömer?in oğlu Abdullah, sık sık ablası Hafsa?nın yanına uğrar, zaman zaman onun yanında kalırdı. Hz. Peygamber?in, kazâ umresinde Mekke?de evlendiği hanımı Hz. Meymûne, Hz. Abbas?ın baldızıydı. Yani Hz. Peygamber bu evliliği ile, amcası Abbas ile bacanak oldu. Mekke?nin fethinin hemen öncesinde Medine?ye yerleşen Hz. Abbas?ın çocukları, özellikle oğlu Abdullah, teyzesinin evinden çıkmazdı. Bu üç Abdullah, Hz. Peygamber?in terbiyesinde yetişmiş şanslı sahâbîlerdendir. Hz. Peygamberimizin hayatını sesli ve görüntülü olarak kameraya alıp bize nakleden bu güzel sahâbîlere ne kadar teşekkür etsek azdır.

Hz. Peygamber, âile fertlerini vahyin ışığında eğitirdi, İslâmî konularda sürekli bilgilendirir, onların din ve ibâdet hayatlarıyla yakından ilgilenirdi. Âile fertlerinin görüşüne önem verirdi. Hanımlarına nazik ve güleryüzlü davranırdı; selâm verir, hal hatır sorar, elini tutup yüzüne sevgi ile bakardı. Âile fertlerinin yakınlarıyla da ilgilenir, bunlardan ziyaretine gelenlere iltifat eder, hediyeler verirdi. Nitekim ev halkından saydığı Hz. Enes’in annesi, teyzesi, dayısı ve büyük annesiyle ilgilenirdi.

Peygamber Efendimiz, eş ve çocuklarına zaman ayırır, onlarla gezintiye çıkar ve kendileriyle çok güzel sohbetler ederdi. Geleneksel folklor gibi meşru eğlenceleri seyretmelerini teşvik ederdi. Bayramlara âile fertleriyle birlikte katılırdı. Spor amaçlı yürüyüşe çıkar, bazen Hz. Âişe örneğinde olduğu gibi koşu yarışı yapardı. Bir defasında Hz. Âişe ile yarışmışlar, Hz. Âişe geçmişti. Birkaç yıl sonra tekrar yarıştıklarında bu sefer yarışmayı Hz. Peygamber kazanmış ve Hz. Âişe’ye gülümseyerek “bu önceki yarışmanın rövanşıdır” demişti (Ebû Dâvûd, Cihâd, 61; Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 264).

Hz. Âişe’nin anlattığına göre Peygamber Efendimiz ev işleriyle de yakından ilgilenirdi. Gerektiğinde kendi elbisesinin söküğünü diker, ayakkabılarını tâmir eder, koyunları sağar, ev işlerinde hanımlarına yardımcı olurdu. Çarşıya pazara gittiğinde alışveriş yapar, yükünü de kendisi taşırdı.

Hz. Peygamber, Arap toplumunda yaygın olarak görülen hanımlara şiddet uygulanmasına kesinlikle karşı çıkardı. Ashabını da “Dövdüğünüz kadınla akşamleyin aynı yatağı utanmadan nasıl paylaşırsınız?” sözleriyle uyarırdı (Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 17). Hanımlarına kötü davrananların iyi kimseler olmadığını söylerdi.

Çocukları: Hz. Peygamber Efendimizin çocukları biri dışında Hz. Hatice’den doğmuştur. Tercih edilen görüşe göre bunlar Kâsım, Abdullah, Zeyneb, Rukıyye, Ümmü Gülsüm ve Fâtıma’dır. Oğlu İbrahim ise Mısırlı Mâriye’den dünyaya gelmiştir. Bilindiği gibi oğulları Kâsım, Abdullah ve İbrahim küçük yaşta vefat etmişlerdir.

Araplarda herkesin bir ismi, bir künyesi, bir nisbesi bir de lakabı vardır. İsmi doğdukları zaman anne-babalarından veya büyüklerinden alırlar, künyeyi de ilk çocuklarının ismine göre alırlar. Peygamberimiz, ilk çocuğu Kâsım sebebiyle “Ebü’l-Kâsım=Kâsım?ın babası” künyesini almıştır. Kureyş kabilesinin Hâşim oğulları koluna mensup olduğu için ?Hâşimî? nisbesiyle, ayrıca doğruluğundan ve güvenilirliğinden dolayı herkesin ittifakla uygun gördüğü ?el-Emin? lakabıyla anılmıştır.

Peygamberimizin kızı Zeyneb, peygamberlikten 10 yıl önce doğdu. Mekke’de teyzesi Hâle bint Huveylid’in oğlu Ebü?l-Âs b. Rebî’ ile evlendi. Bedir’de müşrikler tarafında savaşarak esir düşen kocası serbest bırakılırken Hz. Peygamber Zeyneb’in Medine’ye gönderilmesini şart koştu. Hicret yolculuğunda bir müşriğin saldırısına uğrayan Zeyneb, bineğinden düştü ve karnındaki çocuğunu kaybetti. Daha sonra Ebü?l-Âs, Müslüman olarak Medine’ye geldi, âile birliği yeniden kurulmuş oldu. Çok geçmeden Hz. Zeyneb 8 /630 yılında vefat etti. Ebü’l-Âs ile Zeyneb’in, Ali ve Ümâme adlarında iki çocukları dünyaya gelmiş, bunlardan Ali küçük yaşta ölmüştür. Ebu?l-Âs, eşi Zeyneb?in vefatından dört yıl sonra 12/634 yılında vefat ederken kızı Ümâme?yi dayısını oğlu Zübeyir b. Avvâm?ın himâyesine bırakmıştı. Zübeyir de Ümâme?yi Hz. Ali ile evlendirdi (Ümâme?nin Hz. Ali ile evliliğinin teyzesi Hz. Fâtıma?nın ölümünden sonra olduğu unutulmamalıdır). Bu evlilik, Hz. Ali?nin şehid edilmesine kadar devam etmiştir. Hz. Ali ve Ümâme çiftinin Ali Evsat adında bir oğulları dünyaya gelmiş ve bu çocuk küçük yaşta vefat etmiştir. Ümâme, Hz. Alinin şehâdetinde sonra Muğîre b. Nevfel b. Hâris b. Abdülmüttalib ile evlenmiş; ondan da Yahya adında bir oğlu dünyaya gelmiştir. Yahya da küçük yaşta vefat ettiğinden Zeyneb?in nesli de tükenmiştir.

Hz. Peygamber’in ikinci kızı Rukıyye, Zeyneb’ten üç yıl sonra dünyaya geldi. Yetişkin bir kız olduğunda Ebû Leheb’in oğlu Utbe ile, kızkardeşi Ümmü Gülsüm de diğer oğlu Uteybe ile nişanlanmıştı. Rasûl-i Ekrem’in, peygamber oluşunun hemen ardından Ebû Leheb, oğullarına baskı yaparak nişanı bozdurdu. Nişanın bozulmasından sonra Hz. Osman, Rukıyye ile evlendi ve eşi ile birlikte Habeşistan’a hicret etti. Bir müddet sonra Mekke?ye döndüler, ordan da Medine?ye hicret ettiler. Rukıyye, hicretin ikinci senesinde Medine’de hastalandı. Hz. Peygamber, ordusu ile Bedir?e hareket ettiğinde kızı hastaydı. Osman, izinli sayıldı ve eşi ile ilglenmesi istendi. Bedir zaferinin haberi Medine?ye geldiğinde Rukıye vefat etmişti (2/624). Hz. Osman ve Rukıyye’nin Abdullah adlı bir çocukları dünyaya gelmiş, ancak küçük yaşta ölmüştür. Daha sonra Hz. Osman, Ümmü Gülsüm?le evlenmiş, o da 9/631 yılında Medine’de vefat etmiştir. Hz. Osman ve Ümmü Gülsüm çiftinin çocukları olmamıştır.

Hz. Fâtıma, Peygamber Efendimizin Hz. Hatice’den dünyaya gelen çocukları arasında en küçüğü olup Peygamberliğin ilk yılında doğmuştur. Hz. Peygamber, kızı Fâtıma?yı Hicretten sonra 2/624 yılında amcası Ebû Tâlib?in küçük oğlu Hz. Ali ile evlendirdi. Ali ve Fâtıma çiftinin bu evlilikten Hasan, Hüseyin, Muhassin, Ümmü Gülsüm ve Zeyneb adlarında beş çocukları dünyaya geldi. Hz. Fâtıma, Peygamberimizin vefatından altı ay sonra vefat etti. Peygamber Efendimiz, Fâtıma’yı çok severdi. Kendisi henüz altı yaşındayken kaybettiği annesinin hasretini onunla gidermeye çalışırdı. Bu sebeple Fâtıma “Ümmü ebîhâ=babasının annesi? künyesiyle de anılmaktadır. Ayrıca “beyaz, parlak ve aydınlık yüzlü kadın” anlamında Zehra, “iffetli ve namuslu kadın” anlamında Betûl lakaplarıyla da anıldığı bilinmektedir(Ebû Nuaym, II, 39).

Hz. Peygamber’in son çocuğu İbrahim’dir. Mısırlı Mâriye’den dünyaya gelen İbrahim, yaklaşık iki yaşında iken vefat etti. Rasûlullah’ın Hz. Fâtıma dışındaki bütün çocukları kendisinden önce vefat etmiştir.

Peygamber Efendimiz, çocuklarını ve torunlarını çok sever, onların her biriyle ayrı ayrı ilgilenirdi. Çocuk ve torunlarının dünyaya gelişinde sevincini belli eder, doğum müjdesi getirenlere bahşiş ve Allah’a şükür için yoksullara sadaka verir, akika kurbanı keserdi.

Peygamberimiz, Hz. Fâtıma’ yı çok severdi. Hz. Peygamber, onun eğitimiyle özel olarak ilgilenmiş, o da babasının tüm edep ve nezâketini kapmıştı. Peygamberimiz, Fâtıma’yı görünce sevinir, onu ayakta karşılar, elini tutarak yanaklarından öper, ona iltifat ederek yanına oturturdu. Hz. Fâtıma da babası kendi evine geldiğinde onu, sevgisine layık olacak bir içtenlikle karşılardı. Hz. Peygamber bir yolculuğa giderken âile fertlerinden en son onunla vedalaşır, yolculuktan dönünce de ilkönce onunla görüşürdü. Peygamberimizin bildirdiğine göre “Fâtıma, cennet ehli hanımların öncülerindendir. Fâtıma onun yüreğinden bir parçaydı, Onu üzen Peygamberimizi üzmüş olurdu” (Buhârî, Fedâilü Ashâbi’n-Nebî, 12, 31).

Peygamber Efendimiz, torunları Hz. Hasan ve Hüseyin’i çok severdi; onlar için “dünyada kokladığım reyhanlarım, çiçeklerim” derdi, “cennet gençlerinin beyefendileri olduğunu” söylerdi ve “Allahım! Ben bunları seviyorum, sen de sev bunları” diye dua ederdi (Buhârî, Fedâilü Ashâbi’n-Nebî, 24). Peygamber Efendimiz, kızı Zeyneb’ten torunu olan Ümâme ile ve diğer bütün torunlarıyla ilgilenirdi. Deve taklidi yaparak onları sırtında taşır, namazda omuzuna tırmanmalarına müsaade ederdi. Aile fertleriyle birlikte iken torunlarından biri su istese müsaitse hemen kalkıp su verirdi. Sık sık verdiği hediyelerle onları sevindirirdi.

Hz. Peygamber Efendimizin çok kalabalık bir âilesi vardı. Medine mescidinin doğu tarafındaki duvara bitişik yapılan odalarda yaşayan âile fertleri ve bunların yakınları, İslâm?a çok büyük hizmetler yapmışlardır. Biz, bundan sonraki yazılarımızda bu âileyi daha yakından tanımaya ve bunlardan bir şeyler öğrenmeye devam edeceğiz. Bizi okumaya devam edin!

Bir Ramazan Muhasebesi

Oluk Oluk Müslüman Kanı Akıyor Müslümanlar Bakıyor

Hz. Peygamber Efendimiz, Mekke?den Medîne?ye hicret edip Medîne?de İslâm Devleti?ni kurduktan sonra Mekke müşrikleri boş durmadılar; bu devleti yıkmak için ellerinden geleni yaptılar. Bedir, Uhud ve Hendek savaşları ile bu devleti yıkacaklarını zannettiler ama her seferinde kaybeden taraf müşrikler oldu. Savaştan yana olmayan Hz. Peygamber, Mekkelilerle bir barış yapmak ve bu barış ortamının vereceği imkânla bütün dünyaya açılmak istiyordu; istediği de oldu. Hicretin altıncı yılında (Zilkâde 6/ Mart 628) Mekke müşrikleri ile yapılan Hudeybiye antlaşması Hz. Peygamber?e bu fırsatı verdi.

Hudeybiye antlaşmasının sağladığı barış ortamından istifâde eden Hz. Peygamber, çevresindeki hükümdarları, devlet ve kabîle başkanlarını İslâm?a dâvet mektupları kaleme aldırdı. Bu mektupları, o ülkeyi tanıyan arkadaşları (sahâbîleri) ile ilgili şahıslara gönderdi. Hz. Peygamber?in kendisine dâvet mektupları gönderdiği idareciler, bu mektuplara verdikleri tepkilere göre üçe ayrıldılar: 1-) İslâm?ı kabul edenler, 2-) İslâm?ı kabul etmeyip Hz. Peygamber?in mektubunu ve elçisini iyi karşılayanlar, 3-) Devletlerarası hukuku ayaklar altına alarak ve ?elçiye zeval yoktur? ilkesini ayaklar altına alarak Hz. Peygamber?in elçisine kötü davranan ve mektubunu yırtanlar.

Şimdiki İran topraklarında o zaman Sâsânî sülâlesi hüküm sürüyordu. Hz. Peygamber, Sâsânî hükümdarı (Kisrâ) Hüsrev Perviz?e sahâbîlerden Abdullah b. Huzâfe?yi gönderdi. Abdullah, Sâsânîler?in başkenti Medâyin?de mektubu Kisra?ya sununca, Kisrâ Hüsrev Perviz mektubu yırttı. Muhammed isminin kendi isminden önce yazılmasını bahane ederek Hz. Peygamber?in mektubunu parçaladı. Durumu geri dönen elçiden öğrenen Hz. Peygamber de yakın zamanda ülkesinin parçalanması için ona bedduâ etti. Yüce Allah, bu bedduâyı kabul etti. Hüsrev Perviz, taht kavgası yüzünden oğlu tarafından öldürüldü; ülkesi de Hz. Ömer?in hilafeti zamanında İslâm Devleti?nin topraklarına katıldı.

Hz. Peygamber, dünya hükümdârlarını ve büyük eyâletlerin vâlilerin birer mektupla İslâm dinine dâvet ettiği sırada sahâbîlerinden Hâris b. Umeyr?i de elçi olarak ismi kaynaklarımızda geçmeyen Busrâ vâlisine göndermişti. Hz. Peygamber?in mektubunu yanında bulunduran ve diplomat sıfatıyla seyahat etmekte olan Müslüman elçi, Mûte civarında Bizans İmparatorluğunun buradaki bölge valisi ve Gassâni emîrlerinde Şurahbil b. Amr?ın topraklarından geçerken yol üzerinde durduruldu ve adı geçen emîrin huzuruna çıkarıldı. Hâris?in, Hz. Peygamber tarafından görevlendirilmiş Suriye?ye doğru gitmekte olan bir elçi olduğunu öğrenen Şurahbil, Müslüman elçiyi bir iple bağlattı ve sonra da boynunu vurmak suretiyle öldürttü. İslâm peygamberinin öldürülen ilk ve tek elçisi olan Hâris b. Umeyr?e karşı yapılan bu davranış Hz. Peygamber?i son derece üzdü. Şimdiye kadar Hz. Peygamber?in hiçbir elçisi öldürülmemişti. Bu çirkin hareket açıktan açığa Müslümanlara bir saldırıydı. Bu fâciadan çok üzülen Hz. Peygamber, hemen üç bin kişilik bir kuvvet hazırladı. Kölelikten âzâd ettiği evlatlığı Zeyd b. Hârise?yi bu orduya komutan olarak tayin etti. Bu orduyu Medine?den şu sözlerle uğurladı: ?Şâyet, Zeyd savaşta şehid olursa, komutayı Câfer b. Ebî Tâlib alsın. Câfer de şehid olursa, orduya Abdullah b. Revâha komutanlık etsin. O da şehid düşerse içinizden biri idâreyi ele alsın!?

Zeyd, Hz. Peygamber tarafından kendisine verilen emre göre ordusu ile birlikte Mûte?ye kadar geldi. Yine Hz. Peygamber?den aldığı tâlimata göre önce düşmanı İslâm?a dâvet edecek, kabul etmezlerse bu sefer de onları vatandaş olmaya dâvet edecekti. Bunu da kabul etmezlerse işte o zaman iki taraf arasında savaş kaçınılmaz olacaktı.

İslâm ordusunun Medîne?den çıkışını duyan Şurahbil, durumu hemen Bizans imparatoruna bildirdi ve ondan yardım istedi. Bir rivâyete göre yüz bin, bir başka rivâyete göre iki yüz bin kişilik bir ordu toplayan Şurahbil, Müslümanları tedirgin etmeye başladı. Komutan Zeyd, savaştan önce bir yüksek danışma meclisi topladı. Yapılan görüşmelerde durumun Hz. Peygamber?e bildirilmesi ve alınacak cevaba göre hareket edilmesi fikri ileri sürülmek üzere iken Abdullah b. Revâha öne atıldı ve şöyle dedi:

?Ey insanlar! İstemediğiniz şey, ele geçirmek üzere yola çıktığımız şeydir, yâni şehid olmaktır. Biz, genellikle döğüşmeye alışmış insanlar değiliz. Biz, ancak, şerefimizi yükselten Müslümanlık için savaşıyoruz. Hemen ilerleyelim. Bu sâyede iki güzel neticeden birine erişiriz: Ya gâzî oluruz, ya şehîd!? Medîneli ensârden olan kahraman şâir Abdullah?ın bu sözleri, ordunun mâneviyatı üzerinde büyük etki yaptı. Hep bir ağızdan: ?Abdullah b. Revâha doğru söylüyor!? dediler ve harekete geçtiler.

Mûte civarında iki ordu karşılaştı. Müslümanlar için şehid olmaktan başka çare yoktu. Zeyd, Câfer ve Abdullah aynı gün sırayla şehid oldular. Zaten Hz. Peygamber, onları Medîne?den yolcu ederken şehid olacaklarını müjdelemişti. Üçüncü komutanın şehid olmasından sonra bozgun havasına giren ordumuzu bu havadan yeni Müslüman Hâlid b. Velid kurtardı. Askerin önüne geçti, bozgunun tehlikelerini anlattı ve kaçışı önledi. Herkes, Hâlid?in etrafında toplandı. Bütün mücâhidlerin ittifakı ile Hâlid, komutayı üstlendi ve sancağı eline aldı, akşama kadar çarpıştı. Kendisinin nasıl bir komutan olduğunu gösterdi. O gün, elinde dokuz kılıç parçalandığını bizzat kendisi söylemiştir.

Hâlid, ertesi gün ordusuna yeni bir düzen verdi. Sağ taraftakileri sola, soldakileri sağa aldı. Öndekileri arkaya, arkadakileri de öne geçirdi. Düşman birlikleri karşılarında yeni simâlar görünce, İslâm ordusuna yeni yardım kuvvetinin gelmiş olduğuna hükmettiler. Tam bu sırada Hâlid şiddetli bir hücuma geçti ve düşmanı bozguna uğrattı. Hatta düşmana birçok zayiât verdirdi. Aynı zamanda bu durumdan faydalanmayı ihmal etmedi. Askerini hemen geri çekti. Büyük bir bozguna uğratmadan muntazam bir yürüyüşle Medine?ye kadar getirdi. Bilindiği gibi Hz. Peygamber, savaşın birinci günü Medine mescidinde oturarak savaşı olduğu şekliyle mescitteki ashâbına anlattı ve sözlerinin sonunda şöyle dedi: ?Şimdi Allah?ın kılıçlarından bir kılıç sancağı eline aldı ve Allah, mücâhidlere fetih nasib etti.?

Saygıdeğer okuyucularım!

Ben size, İslâm tarihinin altın sayfalarından bir sayfa sundum. Maksadım, size tarihi olayları okutmak ve sizi ağlatmak değildir. Maksadım sizi düşündürmektir. Bir Müslüman?ın kanı aktığı için, o zamanın süper gücü Bizans?ı arkasında bulunduran bir devlete karşı savaş açan ve bundan hiç korkmayan bir peygamberin ümmetiyiz. Ne oldu bize? Ölü toprağı mı serpildi üzerimize? Bugün oluk oluk Müslüman kanı akıyor, Müslümanlar da bakıyor. Kim, dur diyecek bu zalimlere? Kim, haddini bildirecek bunlara? Zâlimler, ya kendi elleriyle veya Müslümanların başına bela ettikleri kuklalarıyla oluk oluk Müslüman kanı akıtıyorlar bugün. Biz de sadece üzülüyoruz.

Şu maddeleri yeniden bir daha gözden geçirelim:

* Dâvet mektubunu parçalayan Kisrâ için bedduâ eden Hz. Peygamber, bu sünneti ile bize hiçbir şey öğretmiyor mu? Çevremizdeki zâlimleri ne zaman Kahhâr olan Allah?a havâle edeceğiz? Bedduâ için ellerimiz ne zaman semâya kalkacak? Kur?an-ı Kerim?de, peygamberlerin hem duâ örnekleri hem de bedduâ örnekleri vardır. Duâ ve bedduâ sadece bizim peygamberimizin değil, bütün peygamberlerin sünnetidir. İhmal ettiğimiz sünnetlerden biri de bu galiba. Tez zamanda sarılalım bu sünnete.

*?Elçiye zevâl yoktur.? İlkesini hiçe sayarak Hz. Peygamber?in elçisini öldürenlerin yaptıkları yanlarına kâr kalmamıştır. Zâlimler yaptıklarının bedelini ağır bir şekilde ödemişlerdir. Ama gelin görün ki, mazlûm ve mağdûr Gazze halkına insânî yardım götüren insanlarımızı şehid eden zâlimlerden kimse hesap sormadı, soramadı. Hz. Peygamber?in, sahâbenin ve evliyânın menkiberini okuyup ağlamak mıdır Müslümanlık? Sünnet denildiği zaman yeme, içme, giyme, yürüme ve oturma şekillerini anlayan çağımızın Müslümanları, Hz. Peygamber?i gerçek hayatıyla ve asıl yüzüyle ne zaman tanıyacaklar?

*Dikkat ettiyseniz Hz. Peygamber, bu zâlimleri öylesine küçümsüyor ki, kendisi gitmiyor ordusunun başında; kurmaylarını gönderiyor. Kurmayları da Hz. Peygamber?in eksikliğini hissettirmiyorlar. Yapılması gerekeni en güzel şekilde yapıyorlar. İçinde yaşadığımız bu çağda bütün Müslümanlar, Hz. Peygamber?in kurmayları değil midir?

*Mûte savaşında üç değerli komutanımızla birlikte on iki şehid verdik ama İslâm?ın izzetini ve geleceğini kurtardık. İslâm?ın izzeti bizim hepimizin hayatından daha önemlidir. Biz müslümanlar, bizim dünyalığımıza değil, İslâm?a öncelik vermeliyiz.

*İki arada bir derede kalan, düşmanın gücünden dolayı geri adım atmayı düşünen ordumuzu harekete getiren, onlara can ve kan aşılayan Abdullah b. Revâha gibilerine ne kadar da çok ihtiyacımız var bugün. Ağzı olup dili olmayan, konuşmaktan çekinen, pısırık, sünepe, pasif insanlarla nereye gidebiliriz ki? Unutmayın, büyük yangınların başlangıcında bir kıvılcım vardır. İşte o kıvılcımı arıyoruz bugün. İslâm dünyasını harekete geçirecek işte o kıvılcımı.

Ey Sâriye! Dağa Doğru! Dağa Doğru!

Hz. Peygamber efendimiz vefat ederken (11/632) Arap Yarımadası Müslümanlar tarafından tamamen fethedilmişti. Hz. Ebû Bekir (r.a.) devrinde (632-634) fetih hareketleri Arap Yarımadası?nın dışına taştı. Bu dönemde açılan Irak ve Suriye cephelerinde cihâd eden sahâbe-i kiram efendilerimiz, gittikleri her yeri kolaylıkla fethediyor ve İslâm?ı daha uzak yerlere götürüyorlardı.

Birinci halife Hz. Ebû Bekir (r.a.) zamanında iki olan fetih cephesi, ikinci halife Hz. Ömer (r.a.) zamanında (634-644) üçe çıktı. İslam orduları Irak, Suriye ve Mısır cephelerinde fetih hareketlerini devam ettiriyor ve Yüce Allah?ın yardımıyla gittikleri yerlerde gâlip geliyorlardı. Bu üç cephede de Hz. Peygamber?in dizinin dibinde yetişen sahâbe-i kiram efendilerimiz, dillere destan olacak başarılara imza atıyorlardı. Her biri velâyet makamına çıkmış olan bu veliler ordusu, kendilerinden sonra gelecek olan Müslümanlara da örnek oluyorlardı.

Dört halife döneminde (632-661) ve ondan sonraki dönemlerde Yüce Allah?ın rızasını kazanmak ve O?nun dinini en uzak noktalara götürmek için cihad eden mücâhidlere Allah?ın yardımı kesilmeden devam etmiştir. Bilindiği gibi bu yardımlar sevgili Peygamberimizin mûcizesi, yardıma mazhar olan veli kulların da kerâmeti olarak kıyâmete kadar devam edecektir. Biz, bu yazımızda Yüce Allah?ın, iki veli kuluna lütfettiği bir kerâmeti sizlerle birlikte müşâhede edeceğiz.

Hz. Peygamber efendimizin vefatından sonra Arap Yarımadası?nın kuzeyinden fetih hareketlerini başlatan İslâm orduları, Irak cephesinde Sâsânî İmparatorluğu ile, Suriye ve Mısır cephelerinde de Bizans İmparatorluğu ile savaşıyorlardı. Hz. Ömer zamanında Sâsânî İmparatorluğu?nun şehirlerinden bir çoğu fethedilmiş, sıra Nihâvend şehrine gelmişti. İslâm askerlerinin gösterdiği üstün gayretler neticesinde 21/642 yılında Nihâvend de fethedildi. Nihâvend?in fethi, Medine?deki Hz. Ömer?e haber verilince, o da vakit kaybetmeden ordunun küçük birliklere ayrılmasını ve her birliğin kendisine ayrılan bölgeyi fethetmesi emrini verdi. Bu birliklerden birinin başında da komutan olarak Sâriye bin Zenim el-Kinânî bulunuyordu.

Sâsânî topraklarında ilerleyen Sâriye ve ona bağlı olan birlik, geçecekleri yol üzerinde bulunan bir düşman yığınağını hedef aldı ve düşmanların üzerine yürüdüler. Önce, İslâm ordusu baskın çıktı ve düşmanları kuşattı. Tam bu sırada düşmana yardım kuvveti geldi. Düşmanın sayısı artınca İslâm ordusu çok büyük bir tehlike ile, belki de tamamen yok olmakla baş başa kaldı. Şayet geri çekilir ve yakınlarındaki dağa arkalarını verirlerse kurtulabilirlerdi. İslâm ordusunun zor durumda kaldığı bu sırada Hz. Ömer, Medine?de Cuma hutbesini okuyordu. Hutbe esnasında gözlerini bir noktaya dikip şöyle nidâ etmeye başladı:
?Ey Sâriye! Dağa doğru, dağa doğru? Kurdun hilesine karşı gaflet içinde olan çoban, koyunlarına zulmetmiş olur.?

Hz. Ömer?in, kilometrelerce öteden kendisine olan nidâsını duyan komutan Sâriye, onun emrini yerine getirerek ordusunu dağa doğru çekti ve yok olmaktan kurtuldu. Hem kurtuldu hem de düşmana karşı zafer elde etti. Dağı arkalarına alan İslâm ordusu, mücadeleye devam etti ve başarıya kavuştular.

Hem komutan Sâriye hem de İslâm mücâhidleri, halifenin kendilerine olan emrini duymuş ve ona göre hareket etmişlerdir. Burada hem kerâmeti hem de itaatin neticesinde gelen fethi müşâhede etmekteyiz. (Geniş bilgi için bakınız: İbn Kesir, el-Bidâye ve-n Nihâye,VII,132.)

Hz. Ömer?in oğlu Abdullah, konu ile alakalı olarak şunları anlatır: ?Babam Ömer b. el-Hattab, bir Cuma günü hutbe okurken, hutbenin arasında aniden:?Ya Sâriye! Dağa doğru, dağa doğru! Haine güvenen aldanır.? dedi. Bu sözleri duyan cemaat şaşırıp birbirine bakmaya başladı. Cemaatin birbirine bakıştığını gören Hz. Ali: ?Elbette, bunda bir mânâ vardır.? dedi. Namaz bittikten sonra Hz. Ömer?e niçin böyle söylediğini sordular. O da şöyle cevap verdi:

?Düşmanların, askerlerimizi yenilgiye uğratmak üzere olduklarını gördüm. Ordumuz bir dağ eteği üzerinden ayrılmak üzereydi. Eğer arkalarını dağa verirlerse, düşmanla tek bir cepheden savaşırlardı. Şayet dağı bırakır da açığa çıkarlarsa helak olurlardı. İşte bu durumu görünce onların dağa sığınmalarını emrettim.?

Bir ay sonra işte bu ordudan bir müjdeci geldi. O cuma günü babam Ömer?in hutbe esnasında söylediklerini duyduklarını haber verdi ve dedi ki: ?Bu emir üzerine hemen dağı arkamıza aldık. Daha sonra da yüce Allah bize zaferi müyesser kıldı.?(İbn Hacer, el-İsâbe,2,3)

Aynı olayı Amr bin el-Hâris şöyle anlatır: ?Cuma namazından sonra, Hz. Ömer ile çok samimi ve yakın arkadaş olan Abdurrahman bin Avf, halifenin yanına giderek ona şöyle dedi: ?Beni en çok üzen, insanların dedikodu yapmalarına fırsat vermendir. Tam hutbe okurken birden: ?Ey Sâriye! Dağa doğru, dağa doğru!? diye bağırıyorsun. Bu ne demektir? Ne demek istedin??

Hz. Ömer, arkadaşı Abdurrahman?ın sorusuna şöyle cevap verdi: ?Vallahi, ben o sözü gayr-i ihtiyârî söyledim. Müslüman askerlerin bir dağ eteğinde savaştığını gördüm. Önlerinden ve arkalarından saldırıya uğruyorlardı. Bu hali görünce onların dağa doğru çekilmelerini istedim ve elimde olmadan ?Ey Sâriye! Dağa çekil, dağa çekil!? diye bağırdım?

Daha sonra Medine?de herkes bu ordunun habercisinin gelmesini bekledi. Nihayet, kumandan Sâriye?nin elçisi şu haberi getirdi: ?Düşman, Cuma günü bize saldırdı. Sabah namazından ta güneşin tepemize geldiği vakte kadar savaştık. Tam bu sırada: Ey Sariye! Dağa çekil, dağa!? diye nidâ eden bir ses duyduk. Hemen dağa sığındık. Daha sonra da Yüce Allah?ın izniyle düşmanı yenilgiye uğrattık.?

Bu haber üzerine, Hz. Ömer?i kınayanlar: ?Bu adamla uğraşmayın! O, Yüce Allah?ın lütuf ve keremine nâil olmuştur? dediler. (Ebu Nuaym, Delâil,)

Hz. Ömer?i dinleyen ve ?O, Yüce Allah?ın lütuf ve keremine nâil olmuştur.? diyenler çok haklıdır. Çünkü Hz. Peygamber onun hakkında şöyle buyurmuştur: ?Sizden önce yaşamış ümmetler içinde kendilerine ilham olunan (veli) kimseler vardı. Benim ümmetim içinde de kendisine ilham olunan (veli) biri varsa, o da hiç şüphesiz Ömer?dir.?(Buhârî, Enbiya 54; Müslim, Fezâilü?s-sahâbe 23.)

Hz. Peygamber efendimiz bu hadis-i şerifi ile hem geçmiş ümmetler içinde hem de kendi ümmeti içerisinde veli kulların bulunduğuna işaret etmektedir. Hz. Ömer?in isminin açıkça zikredilmesi, onun velâyetinden kimsenin şüphe etmemesine yöneliktir. Hem sahâbî, hem veli, hem halife ve hem de şehid.

Bize düşen böyle mübârek zatların hayatlarını çok okumak ve onların eteğine yapışarak Hz. Peygamber?in yanına varmak oradan da cennete ulaşmak. Rabbim hepimize bu şerefi nasip etsin. (Âmin)

Hz. Ebû Eyyûb el-Ensari (r.a)

Hz. Ebû Eyyûb, Medînelidir ve Ensâr?dandır. Medîne?de oturan Hazrec kabîlesinin Neccâr oğulları kolundandır. Asıl adı Hâlid?dir. Babasının adı Zeyd, annesinin adı ise Zehrâ?dır. Künyesi Ebû Eyyûb, nisbesi el-Ensârî, ünvânı da Mihmandâr-ı Nebî?dir. Bizim ülkemizde ve özellikle İstanbul?da, ?Eyüp Sultan Hazretleri? diye tanınır.

Ebû Eyyûb, Mus?ab b. Umeyr?in Hz. Peygamber tarafından Medîne?ye muallim olarak gönderilmesinden sonra, eşi Ümmü Eyyûb ile birlikte Müslüman oldu. İslâm?ı kabul ettiğinde 27 yaşındaydı. Mus?ab b. Umeyr ile birlikte son Akabe bîatına katıldı ve Hz. Peygamber efendimizle orada karşılaştı. Son Akabe bîatında bulunan diğer Medîneliler gibi, bîattan hemen sonra, o da Medine?ye döndü ve Hz. Peygamberi beklemeye başladı.

Hz. Peygamber efendimiz, son Akabe bîatından sonra, önce Mekke?deki Müslümanları Medîne?ye yolcu etti; sonra da kendisi hicret etti. Medîneliler, şehirlerini şereflendiren Hz. Peygamber efendimizi misâfir etme konusunda birbirleri ile yarıştılar. Devesinin üzerinde şehre giren Hz. Peygamber, kimin evinin önünden geçtiyse ev sahibi, O?nun önüne geçip: ?Buyurun ey Allah?ın elçisi! Bize buyurun! Bizim yerimiz müsâit, gücümüz ve kuvvetimiz yerinde. Bizde kalın, bize misâfir olun!? diyorlardı. Hz. Peygamber efendimiz de, bir tercih yaparak onları gücendirmemek için devesinin çökeceği yere en yakın eve misâfir olacağını söyledi.

Hz. Peygamber efendimiz, kendisini evlerine dâvet eden Medînelilere: ?Devenin yolunu açın! O, memûrdur. (Bizi götüreceği yeri bilir.)? dedi. Onlar da devenin yolunu açtılar. Yoluna devam eden deve, Neccâr oğullarından Sehl ve Süheyl adında iki yetim kardeşin arsasına çöktü. Hz. Peygamber, bu ilk çöküşte deveden hemen inmedi. Deve kalktı, biraz daha yürüdü; sonra arkasına baktı, tekrar çöktüğü yere geldi ve yine oraya çöktü. Bu sefer Hz. Peygamber efendimiz, deveden indi ve: ?Kardeşlerimizden kimin evi buraya yakın?? diye sordu. Ebû Eyyûb: ?Benim evim yakın, yâ Rasûlallah!? dedi ve Hz Peygamber?in eşyasını alıp kendi evine götürdü. Bunun üzerine Hz. Peygamber efendimiz de ona misâfir oldu.

Ebû Eyyûb el-Ensârî?nin iki katlı bir evi vardı. Hz. Peygamber, kendisine gelecek olan ziyâretçilere de kolaylık olsun diye bu evin alt katına yerleşti. Üst katta da ev sahipleri kaldılar. Ebû Eyyûb, o günlere ait bir hâtırasını şöyle anlatır:

?Biz, evin üst katında oturuyorduk. Hz. Peygamber de aşağı katta oturuyordu. Bizim bir su kabımız vardı, içi su doluydu. Bir gün devrildi ve içindeki su döküldü. Su aşağı damlayıp Hz. Peygamber Efendimizi rahatsız etmesin diye eşimle birlikte suyu battaniyeye çekip evin zeminini kuruttuk. Hz. Peygamber efendimiz, bizim evimizde kaldığı müddetçe eşim, Hz. Peygamber?e yemek yapardı, ben de yapılan yemeği alır Hz. Peygamber?e götürürdüm. Hz. Peygamber efendimiz, yemeğin hepsini yemez; birazını tabakta bırakırdı. Ondan arta kalan yemeği de teberrüken biz yerdik. Bir gün yine eşim yemek yaptı; ben de götürdüm. Götürdüğüm bu yemekte soğan ve sarmısak vardı. Bir müddet sonra tabağı, bize iâde ettiğinde bir de baktım ki, Hz. Peygamber efendimiz bu yemekten hiç yememiş. Tabağı eve getirdikten sonra korkulu bir şekilde tekrar aşağı indim ve şöyle dedim: ?Ey Allah?ın elçisi! Annem, babam sana fedâ olsun, tabağı gönderdiniz; fakat bu tabağa hiç el uzatmamışsınız. Hâlbuki biz, her gün gönderdiğin yemeği, elinin değdiği yerden bereket umarak yiyorduk.? Bunun üzerine Hz. Peygamber efendimiz: ?O yemekte soğan ve sarmısak kokusu vardı. Ben, Cebrâil ile görüştüğüm için bu yemekten yiyemem; ama siz yiyebilirsiniz.? dedi. Biz de O?na o yemekten bir daha yapmadık.?

Hz. Peygamber efendimiz, Ebû Eyyûb?un evine yerleştikten sonra devesinin çöktüğü arsaya mescid ve lojman inşaatı başlattı ve yedi ay içerisinde bu inşaatı bitirdi. Mekke?den eşi Sevde annemizi ve kızları Ümmü Gülsüm ile Fâtıma?yı da getirterek Ebû Eyyûb?un evinden ayrılıp kendi evine yerleşti. Hz. Peygamber, Hicretten sonra kendisini misâfir eden ev sahiplerine her vesîle ile duâ eder, onların bolluğa kavuşmalarını, huzur ve âfiyet içinde olmalarını dilerdi. Kendi evine taşındıktan sonra da zaman zaman Ebû Eyyûb?un evine misâfir olurdu.

Hz. Peygamber efendimiz, hicretten sonra, Mekke?den gelen bir muhâcir ile Medine?nin yerlisi olan bir ensârı birbiri ile kardeş yapmıştı. Ebû Eyyûb el-Ensârî?yi de Medîne?yi İslâmlaştıran Mus?ab b. Umeyr ile kardeş yaptı. Yüce Allah, her ikisinden de razı olsun!(âmin!)

Ebû Eyyûb, Hz. Peygamber?den hiç ayrılmadı. O?nunla birlikte Bedir, Uhud, Hendek, Hayber, Mekke?nin fethi, Huneyn ve diğer bütün savaşlara katıldı; hiçbir savaştan geri kalmadı. Savaşlarda Hz. Peygamber?e zarar gelmemesi için O?nun yanından ayrılmaz, hatta bazı geceler Hz. Peygamber?in çadırı etrafında nöbet tutardı. Vahiy kâtiplerinden olması sebebiyle, Hz. Peygamber zamanında Kur?ân-ı Kerîm âyetlerinin bir araya getirilmesine hizmet etti. Ashâb-ı kirâm arasında ilmiyle tanındığı için kendisine sorulan dînî konularda pek çok fetvâ verirdi.

Ebû Eyyûb el-Ensârî, çok sâkin ve halîm(yumuşak huylu) biriydi. Ondan, asla kötü bir söz duyulmazdı. Hz. Peygamber? in sevmediği bir şeyi konuşmaktan ve yapmaktan uzak dururdu. Hz. Peygamber efendimizin vefatıyla diğer sahâbîler gibi o da yetim kaldı. Sahâbîler, Hz. Peygamber?in vefatından sonra birbirlerine sarılarak ve güç meydana getirerek İslâm?ı çok uzak diyarlara taşıdılar. Hz. Ebû Eyyûb el-Ensârî, Hz. Peygamber?in vefatından sonra başa geçen Halîfelere sırasıyla bîat etti ve onlara yardımcı oldu. Hiçbir zaman cihaddan geri kalmadı. Kıbrıs seferine bile katıldı. Hz. Ali?nin şehîd edilmesinden sonra da oğlu Hz. Hasan?a bîat etti. Hz. Hasan?ın Hz. Muâviye lehine hilâfetten çekilmesinden sonra da Hz. Muâviye?ye bîat etti.

Bilindiği gibi, Hz. Osman?ın şehid edilmesinden sonra cihad hareketleri biraz kesintiye uğramıştı. Hz. Muâviye?nin hilâfet makamına geçmesi ve İslâm ümmetinin tek merkezden idâre edilmesi ile cihad hareketleri yeniden hız kazandı. Ebû Eyyûb, ilerleyen yaşına ve bitkin düşen bedenine rağmen bu dönemde de cihad hareketlerine katıldı. Aslında onun, bu yaştan sonra istirahat etmesi gerekiyordu.

Ebû Eyyûb, Şam?dan İstanbul?a hareket eden ordunun içinde yer aldı. Müslümanlar, İstanbul? u kuşattığı bir sırada hastalandı. Ordu komutanı Yezid b. Muâviye gelip kendisini ziyâret etti ve: ?Bir ihtiyacın var mı?? diye sordu. Ebû Eyyûb: ?Evet, var. Ben öldüğüm zaman beni yüklen ve düşmanın boş alanında ulaşabildiğin yere kadar ilerle, önün kesildiği yerde beni defnet ve dön!? dedi. Ebû Eyyûb, şehîd olduktan sonra, arkadaşları onun cenâzesini yüklenip imkân buldukları kadar ilerlediler. İstanbul şehrinin surları dibine kadar götürdü ve oraya defnettiler. Fâtih Sultan Mehmed, İstanbul?u fethettikten sonra Akşemseddin, kabrin yerini keşfetmiş; Fâtih de oraya türbe ve câmi yaptırmıştır.

Sağlıklı olan herkesin Allah yolunda savaşa katılması gerektiğine inanan Ebû Eyyûb el-Ensârî, ?Kendi elinizle kendinizi tehlikeye atmayınız.? (el-Bakara, 2/195) meâlindeki âyette sözü edilen tehlikeyi, savaşa gitmeyip işiyle gücüyle meşgul olmak şeklinde açıklardı. Bu sebepten dolayı ihtiyarlık döneminde bile her yıl bir savaşta bulunmaya gayret ederdi. Katıldığı seferlerin sonuncusunda da, seksen yaşlarında İstanbul surları dibinde şehîd düştü. Bu gün, seksen yaşındaki insanlarımızı bırakalım da gençlerimize bakalım, ne yapıyorlar? Ne ile meşgul oluyorlar? Nice insanımız var ki, sadece kendi işi ile meşgul oluyor; Ümmet-i Muhammed?in derdi ile hiç ilgilenmiyor. Hayatını cihad meydanlarında geçiren Ebû Eyyûb ve onun gibi güzel sahâbîlerden ne zaman ders ve ibret alacağız? Geç kalıyoruz. Evet, gerçekten geç kalıyoruz.

Cihad konusunda çok hassas olan Hz. Ebû Eyyûb, haksızlıklara da hiç tahammül edemez, doğru bildiğini söylemekten çekinmezdi. Cihad etmek için gittiği Mısır?da vâli olan sahâbî Ukbe b. Âmir?in akşam namazını geç kıldırdığını görünce onu uyardı. Hz. Peygamber efendimizin, akşam namazını geç kıldığının zannedilmesine sebebiyet vererek halka kötü örnek olmamasını söyledi. Namazları müstehap olan vakitlerinde kıldırmayan Medîne vâlisi Mervân b. Hakem?e muhâlefet eder, Hz. Peygamber?e uyduğu takdirde kendisine uyacağını, aksi halde aleyhine bulunacağını açıkça söylerdi. Bir gün Hz. Ebû Eyyûb?u, Hz. Peygamber?in kabrine başını dayamış olduğu halde ağlarken gören Mervân, bu hareketinin sünnete aykırı olduğunu söyleyince Ebû Eyyûb, ?Ben bu mezar taşına değil, Rasûlullah?a geldim. O?nun, ?Din işlerini ehliyetli kimseler üstlendiği zaman kaygılanmayın; ancak ehil olmayanlar başa geçince ne kadar ağlasanız yeridir.? dediğini duymuştum, ben, ona ağlıyorum.? diye cevap verdi.(Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 422)

Aziz okuyucularım! Bunlar ne kadar güzel insanlar, değil mi? Hem cihad aşkı ile dolu hem de her yerde herkese karşı hakkı haykıran kimseler olarak tarihe geçiyorlar. Peki, biz nasıl geçeceğiz tarihe? Hayatı boyunca cihâdı ağzına almamış, hayatını cihadla süslememiş, haksızlık karşısında susmuş, yanlışlık yapan idârecilerin yanlışlarına göz yummuş, İslâm?a ayna olamamış insanlar olarak geçeceği tarihe, değil mi? Evet, öyle. Üstelik biz, bu halimizle de cennete gitmek istiyoruz. Hâlbuki üstad Bediüzzaman Hazretleri der ki: ?Cennet ucuz değil, cehennem hiç lüzumsuz değildir.? Evet, cennete gitmek isteyenler! Çok çalışacaksınız, çok.

Zikir Meclisleri

Zikir, hatırlayıp yâd etmek demektir. İbâdet olan zikir de Yüce Allah?ı çok hatırlamaktan ibârettir. Kul, Rabbini diliyle, kalbiyle ve bedeniyle hatırlar ve zikreder. Diliyle Kur?ân-ı Kerim okur, duâ eder, tesbih eder; kalbiyle düşünür ve tefekkür eder; bedeniyle de namaz başta olmak üzere diğer ibâdetleri yerine getirir. Zikir, bir ibâdettir ve Allah?ın emridir. Yüce Allah, Kur?ânı Kerim?de şöyle buyurur:

?Siz beni anın ki, ben de sizi anayım.? (Bakara sûresi, 2/152)

?Sabah akşam tevâzu içinde yalvararak, ürpererek ve sesini yükseltmeden Rabbini an. Sakın gâfillerden olma!? (A?râf sûresi,7/205)

?Allah?ı zikretmek en büyük ibâdettir.? (Ankebût sûresi, 29/45)

?Ey iman edenler! Allah?ı çok zikredin. Sabah akşam O?nu tesbih edin.? (Ahzâb sûresi, 33/42)

İkisi de Hz. Peygamber Efendimizden çok hadis rivâyet eden sahâbîlerden olan Ebû Hüreyre ve Ebû Saîd el-Hudrî radıyallâhu anhümâ?nın nakline göre Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve selem şöyle buyurmuştur:

?Bir topluluk, Allah?ı zikretmek üzere bir araya gelirse, melekler onların etrafını sarar. Ayrıca Allah?ın rahmeti onları kaplar, üzerlerine sekînet iner ve yüce Allah onları kendi yanında bulunanlara över.? (Müslim, Zikir 39; Ebû Dâvûd, Vitir 14; Tirmizî, Daavât 7; İbn Mâce, Mukaddime 17)

Hadiste geçen sekînet kelimesinin mânâsı şudur: Allah?ı zikreden kimseleri Allah?ın rahmeti kuşatır. Onların gönüllerine derin bir huzur ve rahatlık gelir, kalblerindeki sıkıntılar gider. Allah?a olan saygıları da artar. Gönüllerine mânevî bir huzur çöken bu bahtiyar insanlar bu sûretle dünya ve âhiret saâdetini elde etmiş olurlar.

Ayrıca Ebû Hüreyre radıyallahu anh?dan rivâyet edildiğine göre Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

?Yüce Allah?ın yollarda dolaşıp zikredenleri tesbit eden melekleri vardır. Bunlar Cenâb-ı Hakk?ı zikreden bir topluluğa rastladıkları zaman birbirlerine ?Gelin! Aradıklarınız burada!? diye seslenirler ve o zikredenleri dünya semâsına varıncaya kadar kanatlarıyla çevirip kuşatırlar. Bunun üzerine Allah Teâlâ, meleklerden daha iyi bildiği halde yine de onlara:

?Kullarım ne diyor?? diye sorar. Melekler de şöyle derler:

?Sübhânallah diyerek seni, ulûhiyyetine yakışmayan sıfatlardan tenzih ediyorlar, Allâhu ekber diye tekbir getiriyorlar, sana hamd ediyorlar ve senin yüceliğini dile getiriyorlar.? Konuşma şöyle devam eder:

-?Peki onlar beni gördüler mi ki??

-?Hayır, vallahi seni görmediler.?

-?Beni görselerdi ne yaparlardı??

-?Şayet seni görselerdi sana daha çok ibâdet ederler, şânını daha fazla yüceltirler, ulûhiyyetine yakışmayan sıfatlardan seni daha çok tenzih ederlerdi.?

-?Kullarım benden ne istiyorlar??

-?Cenneti istiyorlar.?

-?Cenneti görmüşler mi??

-?Hayır, yâ Rabbi! Vallahi onlar cenneti görmediler.?

-?Ya cenneti görseler ne yaparlardı??

-?Şayet cenneti görselerdi onu büyük bir iştiyakla isterlerdi, onu elde etmek için büyük gayret sarf ederlerdi.?

-?Bunlar Allah?a neden sığınıyorlar??

-?Cehennemden sığınıyorlar.?

-?Peki, cehennemi gördüler mi??

-?Hayır, vallahi onlar cehennemi görmediler.?

-?Ya görseler ne yaparlardı??

-?Şayet cehennemi görselerdi ondan daha çok kaçarlar, ondan pek fazla korkarlardı.?

Bunun üzerine Allah Teâlâ meleklerine:

?Sizi şâhit tutarak söylüyorum ki, ben bu zikreden kullarımı bağışladım? buyurur. Meleklerden biri:

?Onların arasında bulunan falan kimse esasen onlardan değildir. O buraya bir iş için gelip oturmuştu.? deyince Allah Teâlâ şöyle buyurur:

– ?Orada oturanlar öyle iyi kimselerdir ki, onların arasında bulunan kötü olmaz.?(Buhârî, Daavât 66; Ayrıca bakınız: Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 251-252, 358-359)

Müslim?in bir rivâyeti şöyledir:

Ebû Hüreyre radıyallahu anh?den rivayet edildiğine göre Rasûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

?Yüce Allah?ın diğer meleklerden ayrı, sadece zikir meclislerini tespit etmek üzere dolaşan melekleri vardır. Allah?ın zikredildiği bir meclis buldular mı, o kimselerin aralarına otururlar ve diğer melekleri oraya çağırarak cemaatin arasındaki boş yerleri ve oradan dünya semasına kadar olan mesafeyi kanatlarıyla doldururlar. Zikredenler dağılınca onlar da semâya çıkarlar. Yüce Allah daha iyi bildiği halde onlara:

-?Nereden geldiniz?? diye sorar. Melekler de:

?Yeryüzündeki bazı kullarının yanından geldik. Onlar Sübhânallah diyerek ulûhiyyetine yakışmayan sıfatlardan seni tenzih ediyorlar, Allâhü ekber diye tekbir getiriyorlar, lâ ilâhe illallah diyerek seni tehlil ediyorlar, elhamdülillâh diyerek sana hamd ediyorlar ve senden istiyorlar.? derler. (Konuşma şöyle devam eder):

-?Benden ne istiyorlar??

-? Cennetini istiyorlar.?

-?Cennetimi gördüler mi??

-?Hayır, yâ Rabbi, görmediler.?

-?Ya cenneti görseler ne yaparlardı??

-?Senden güvence isterlerdi.?

-?Benden neden dolayı güvence isterlerdi??

-?Cehenneminden yâ Rabbi.?

-?Peki benim cehennemimi gördüler mi??

-?Hayır, görmediler.?

-?Ya görseler ne yaparlardı??

-?Senden kendilerini bağışlamanı dilerlerdi.?

Bunun üzerine Yüce Allah şöyle buyurur:

?Ben onları affettim. İstediklerini onlara bağışladım. Güvence istedikleri konuda onlara güvence verdim.?

Bunun üzerine melekler:

?Yâ Rabbi, çok günahkâr olan falan kul onların arasında bulunuyor. Oradan geçerken aralarına girip oturdu.? derler. O zaman Yüce Allah şöyle buyurur:

?Onu da bağışladım. Onlar öyle bir topluluktur ki, onların arasında bulunan kötü olmaz.? (Müslim, Zikir 25; Ayrıca bakınız. Tirmizî, Daavât 129)

Yukarıya aldığımız hadisler, Yüce Allah?ı zikretmenin değerini, zikredenlerin kıymetini pek çarpıcı bir şekilde ortaya koymaktadır. Yüce Allah, ?Allah?ı zikredenleri? yani namaz kılan, Kur?ân-ı Kerim okuyan, hadis okuyan, Allah?a duâ eden, ilim tahsil eden, ilmî sohbetler yapan kimseleri bağışladığı gibi, onları ziyaret edenleri de bağışlıyor. Öyleyse bize düşen Allah?la beraber olmak ve bir de Allah?la beraber olanlarla beraber olmaktır.

Tevhid ve İstikamet

Birinci dünya savaşından sonra Haçlılar, Osmanlı topraklarını kendi aralarında paylaşmışlar, İstanbul?u da işgal etmişlerdi. Gayeleri, Müslümanları öldürmek ve İslâm?ı yeryüzünden yok etmekti. Bu zavallılar, İslâm?ın sahibinin Yüce Allah olduğunu ve bu güzel dinin kıyâmete kadar yaşayacağını bilmiyorlardı. İstanbul?un Haçlılar tarafından işgal edildiği işte o günlerde Anglikan kilisesinin ?İslâmiyet, fikre ve hayata ne getirmiştir?? sorusuna, o zamanlar ?Dârü?l?hikmeti?l-İslâmiyye? âzâsı olan Bedîüzaman Saîd Nursî hazretleri, ?İslâm, fikre tevhîd; hayata istikâmet getirmiştir.? diye cevap vermiştir. Üstad Bedîüzzaman Hazretlerinin verdiği bu cevap, çok doğru ve çok güzel bir cevaptır. Bir cümlelik bu cevabı, İslâm tarihinden bir olayla iyice anlaşılır hale getirelim:

Hz. Peygamber efendimizin yaşadığı dönemde Arap yarımadasının Hicaz bölgesinde üç önemli şehir vardı: Mekke, Medine ve Tâif. Mekke?de Kureyş kabilesi, Medine?de Evs ve Hazrec kabileleri, Tâif?te de Sakîf kabilesi otururdu. Medine?de ayrıca Yahûdî kabileleri de vardı. Medine?ye yapılan Hicretten sonra Evs ve Hazrec kabilesine mensup olanların tamamı İslâm?ı kabul edip Müslüman olmuşlardı. Bunların içinde çok az sayıda münâfık vardı. Mekke?de oturan Kureyş kabilesi de Mekke fethinden sonra Müslüman oldular. Hz. Peygamber, Mekke fethinden sonra Tâif?i kuşatmış fakat alamamıştı

Bu kuşatmada istediği neticeyi alamayan ve işin gittikçe uzayacağını gören Hz. Peygamber, kuşatmayı kaldırmış ve Medineye dönmüştü. Kuşatmayı kaldırmadan önce Hz. Peygamber bir rüya gördü. Süt ile dolu büyük bir bardağı önüne koymuşlar, Rasûlullah(s.a.v.) henüz içmeden bir horoz, kanadıyla bardağı devirmiş ve süt dökülmüştü. Hz. Peygamber, bu rüyayı Hz. Ebûbekir?e anlattı. O da, Hz. Peygamber?in rüyasını bu sene Tâif şehrinin fethinin mümkün olmayacağı şeklinde tabir etti. Hz. Peygamber, ?Ben de öyle tabir ediyorum? diyerek bu kuşatmayı kaldırdı. Ashâb-ı kirâmdan bazıları, Hz. Peygamber?in Tâif?te oturan Sakif?lilere lanet okumasını istediler. Hz. Peygamber, bunu kabul etmedi; onların hidâyete ermesi için şu şekilde dua etti: ?Allah?ım! Sakîf kabilesi mensuplarına hidâyet ver, onları hidâyete ermiş olarak bizim huzurumuza getir.? Hz Peygamber?in bu duâsı kabul oldu. Aradan bir yıl geçmeden Sakîf kabilesine mensup kişiler kendi arzu ve istekleriyle Medine?ye gelerek Hz. Peygamber?in huzurunda İslâm dinini kabul ettiklerini beyân etti ve Müslüman oldular. Sakîf kabilesinin temsilcileri ile birlikte Medine?ye gelenlerden birisi de Süfyân b. Abdullah idi.

Süfyân b. Abdullah, bu görüşme esnasında Hz. Peygamber?den bir istirhamda bulunmuştu: ?Ey Allah?ın elçisi, bana İslâm?ı öylesine tanıt ki, onu bir daha senden başkasına sormaya ihtiyaç hissetmeyeyim.? Hz. Peygamber de, Süfyân?ın şahsında bütün ümmete şu ölmez, pörsümez ve solmaz ölçüyü veriyordu: ?Allah?a inandım de, sonra da istikâmet üzere ol.?

Hz. Peygamber?in bu nefis ve veciz cevabı ile Kur?an-ı Kerim?deki âyetler arasındaki uyum pek açıktır. Bu âyetleri bir daha hatırlayalım.

?Rabbimiz Allah?tır diyenler, sonra da dosdoğru yaşayanlara melekler gelerek: Korkmayın, üzülmeyin, size vaad edilen cennetle sevinin. Biz dünya hayatında da âhirette de canınızın çektiği ve dilediğiniz her şey sizindir? derler. (Fussilet, 41/30-32)

?Rabbimiz Allah?tır diyenler, sonra da dosdoğru olanlar için ne korku vardır ne de hüzün. Onlar cennetliktirler. İşlediklerinin karşılığı olarak cennette temelli kalacaklardır.? ( Ahkâf,46/13-14.)

Bir olan Allah?a inanan ve doğruluğu (istikâmeti) hayat prensibi edinenler için korku ve hüzün söz konusu değildir. Böylesi insanlar cennetliktir. Îmân ve istikâmet, ebedî mutluluk sebebidir. Buna tevhid ve istikâmet de diyebiliriz. İstikâmet yani dosdoğru olmak her şeyden önce hâlis bir tevhid inancına dayanmalıdır. Temelinde tevhid bulunmayan istikâmetten söz edilemez. Hayata istikâmet veren Allah?ın birliği inancıdır. Zira, gerek âyetlerde gerekse hadislerde ?rabbim Allah? dedikten sonra ?dosdoğru olmaktan? tan söz edilmektedir. Ancak hemen ifade edelim ki, ?tevhid inancına sahip olan herkes, istikâmet üzere bir hayata sahiptir? de denilemez. Çünkü istikâmet, tevhidin zarûrî neticesi değil; aksine tevhid, istikâmetin vazgeçilmez ön şartıdır.

Biz bu yazımızda, okuyucularımıza, bu asırdaki Müslümanların hem tevhid inancına sahip olmaları lazım geldiğini hem de dürüst olmalarını tavsiye ediyoruz. Herkesin ve her şeyin bize düşman olduğu bu zamanda bir de biz dürüst olmaz ve dik duruş sahibi olamazsak inancımızın ve davamızın en büyük düşmanı bizleriz demektir. Lütfen, doğru ve dürüst olalım; İstikâmet sahibi olalım. İnancımız bunu gerektirmektedir. Yamuk, boş, eğri, kimliksiz ve kişiliksiz insanlardan çok çektik. Boş çuval gibi ayakta duramayan Müslümanların sürüden ne farkı var? Biz, sürü istemiyoruz. Kimlikli, kişilikli, şahsiyetli, onurlu insanların meydana getirdiği cemaat istiyoruz. İslâm ümmeti dediğimiz zaman akla kalabalık değil, cemaat gelir.

İstikâmet sahibi olan insanın kalbi, kafası, dili ve bütün organları mü?mindir. Böyle olan bir insanın bütün vücudu iman etmiştir. Kalb, beden ülkesindeki tüm organların reisidir. Tek Allah?a iman edip dürüstlüğü benimseyen bir kalb, diğer organları etkiler. Dil, kalbin tercümanıdır. Onun doğruluğu ve eğriliği de diğer organların tavırlarına tesir eder. O halde, özümüzle ve sözümüzle dosdoğru olmamız gerekmektedir.

Bizler, bu hayatı yaşarken, yaşadığımız hayatın ne kadar İslâmî olduğunu sık sık kontrol etmeliyiz. Aks-i takdirde, hayatın içindeki şeytanlar, farkında olmadan elimizden tutup bizi başka yollara sürükleyebiliyorlar. Bilmiş olalım ki, bizim en büyük düşmanımız Şeytandır. Ondan ne kadar uzak olursak rabbimize o derece yaklaşmış oluruz.

Hepimize Yükseklerden Selam Var

es-Selâmü aleyküm ve rahmetüllâhi ve berakâtühû

Hz. Peygamber Efendimiz, âhir zaman nebîsidir, son peygamberdir. Her peygamberin olduğu gibi O?nun da mûcizeleri vardır. Mûcizelerinin içinde de hiçbir peygambere nasib olmayanları vardır. Kur?ân-ı Kerîm mûcizesi ile mîrâc mûcizesi işte bunlardandır. Her ikisinin de değeri çok yüksektir. Kur?ân, kıyâmete kadar değişmeden ve değiştirilmeden devam edecek bir kitaptır. Mîrâc da kıyâmete kadar hem inananlar tarafından hem de inanmayanlar tarafından hakkında konuşulacak büyük bir mûcizedir. Bu mûcizenin bir kısmını Yüce Allah Kur?ân-ı Kerîm?de şöyle anlatır:

?Bir gece, kendisine âyetlerimizden bir kısmını gösterelim diye (Muhammed) kulunu Mescid-i Haram?dan, çevresini mübârek kıldığımız Mescid-i Aksâ?ya götüren Allah noksan sıfatlardan münezzehtir. O, gerçekten işitendir, görendir.? (el-İsrâ, 17/1)

Mîrâc, bir yolculuktur; Hz. Peygamber efendimizin doğduğu şehir olan Mekke?den başlayan ve son noktasını bizim bilemeyeceğimiz ve idrâk edemeyeceğimiz bir noktaya kadar devam eden bir yükseliştir. Bu yolculuğun birkaç merhalesi ve her merhalenin ayrı bir vâsıtası vardır. Hz. Peygamber, Mekke?den Kudüs?e Hz. Cebrâil birlikte ?Burak? denilen bir binek hayvanı ile gitti. Kudüs?ten semânın katlarına mirâc ile yani merdiven ile çıktı. Oradan ?sidretü?l-müntehâya? Cebrâil?in kanadında gitti. Cebrâil?in bile geçemediği oradan öteye de ?refref? denilen bir vâsıta ile gitti. Yüce Allah, yukarıda meâlini sunduğumuz âyette de belirttiği gibi bu yolculukta Hz. Peygamber?e âyetlerinden çok şeyler gösterdi. Cennetinden, cehenneminden, ve sevgilisine göstermek istediklerinden bir çok şey gösterdi. Hz. Peygamber, bu gecede Rabbi?ne saygı ve tahiyyâtını sundu; Yüce Allah da elçisine selâm, rahmet ve bereketlerle karşılık verdi. Aslında bu gece de ?Kadir? gecesi gibi selâm ve selâmet gecesidir.

Hz. Peygamber efendimiz, bu yolculuk esnasında ?sidretü?l-müntehâ?da refref denilen vâsıtaya binip Cebrâil?den ayrılırken, Cebrâil arkadan şöyle seslendi: ?Ey Muhammed! Allah, seni övüyor; dinle ve itaat et, O?nun kelâmı seni korkutmasın!? Bunun üzerine Hz. Peygamber senâ ve övgü ile söze başlayarak şöyle dedi: ?et-Tahiyyâtü lillâhi ve?s-salevâtü ve?t-tayyibât = Söz, beden ve mal ile yapılan bütün ibâdetler Allah?a âittir.?

Bunun üzerine Yüce Allah da şöyle buyurdu: ?es-Selâmü aleyke eyyühe?n-Nebiyyü ve rahmetüllâhi ve berakâtühü = Selâm sana, ey Peygamber! Üstelik, Allâh?ın rahmeti ve bereketi de senin üzerine olsun!?

Hz. Peygamber, Yüce Allâh?ın bu selâmını daha da genişleterek şöyle dedi: ?es-Selâmü aleynâ ve alâ ibâdillâhi?s-sâlihîn = Selâm, bize ve Allah?ın sâlih kullarına olsun!? Yüce Allah ile Hz. Peygamber arasındaki bu konuşmayı dinleyen Hz. Cebrâil de konuşmaya şöyle katıldı: ?Eşhedü ellâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve rasûlühû = Şâhidlik ederim ki, Allah?tan başka ilâh yoktur. Ve yine şâhidlik ederim ki, Muhammed O?nun kulu ve elçisidir.? Bütün melekler de Hz. Cebrâil?e uyarak şehâdet getirdiler. (İsmâil Hakkı Bursevî, Rûhu?l-beyân, Erkam yayınları, XI, 47-48.)

Saygıdeğer okuyucularım! es-Selâm, Yüce Allah?ın ?el-esmâü?l-hüsnâ?sından yani doksan dokuz güzel isminden biridir. Yüce Allah, bu ismin kendisine âit olduğunu Kur?ân-ı Kerîm?de bildirmekte ve şöyle buyurmaktadır: ?O, öyle bir Allah?tır ki, kendisinden başka hiçbir tanrı yoktur. O, el-Melik, el-Kuddûs, es-Selâm, el-Mü?min, el-Müheymin, el-Azîz, el-Cebbâr ve el-Mütekebbir?dir. Allah, müşriklerin ortak koştukları şeylerden münezzehtir.? (el-Haşr,59/23)

Saygıdeğer okuyucularım! Dînimiz İslâm dîni, selâm dînidir. İslâm medeniyeti de selâm medeniyetidir. Bize düşen, Hz. Peygamber efendimiz gibi selâmı bütün dünyaya yaymaktır. Selâm, yağmurdur, rahmettir, berekettir. Gökyüzünden yeryüzüne inen ilâhî bir lütuftur. Yüce Allah?ın peygamberimize verdiği selâmı, peygamberimiz de Allah?ın sâlih kullarına yani bizlere vermiştir. Bu da gösteriyor ki, bizim peygamberimiz, Yüce Allah?tan kendisine gelen her türlü nîmet, selâm, rahmet, bereket ve buna benzer bütün güzellikleri ümmetine dağıtan bir peygamberdir. Bizim de her konuda olduğu gibi bu konuda da kendisi gibi olmamızı istemekte ve yeryüzünde selâmı yaygınlaştırmamızı emir buyurmaktadır. Öyle ise biz de O?nun emrini yerine getirelim ve selâmı yaygınlaştıralım. Karşılaştığımızda ve ayrıldığımızda birbirimize selâm verelim. Gökyüzünden yeryüzüne inen selâmı, Yüce Allâh?ın kullarından esirgemeyelim.

es-Selâmü aleyküm ve rahmetüllâhi ve berakâtühû

Müslümanın Şahsiyyeti

Müslüman, herkes gibi sıradan bir insan değildir. O, Yüce Allah?ın kulu ve son peygamberin ümmetidir. Yüce Allah?la ve Hz. Peygamber?le olan ilgisi ve alâkası, yani onlara olan sağlam ve sarsılmaz îmânı, ona bir kimlik ve kişilik kazandırmıştır. İşte müslümanın üzerinde belli olan bu kimlik ve kişiliğe, Arapça ifâdesiyle şahsiyyet denilir. Şahsiyyet, sağlam müslümanı zayıf müslümanlardan, diğer insanlardan ve diğer din mensuplarından ayıran bir özelliktir, bir renktir, bir kimliktir.

Yüce Allah, kıyâmete kadar her asırda İslâm?ı temsil edecek olan seçkin ve sağlam müslümanların bürünecekleri kimlik ve şahsiyyet konusu hakkında Kur?ân-ı kerîm?in değişik yerlerinde şöyle buyurur:

?Ey îmân edenler! Sizden kim dîninden dönerse (bilsin ki) Allah, sevdiği ve kendisini seven, müminlere karşı alçak gönüllü (şefkatli), kâfirlere karşı izzetli ve şiddetli bir toplum getirecektir. (Bunlar) Allah yolunda cihâd ederler ve hiçbir kınayanın kınamasından korkmazlar (hiçbir kimsenin kınamasına aldırmazlar). Bu, Allah?ın dilediğine verdiği lütfudur. Allah?ın lütfu ve ilmi geniştir.
Sizin dostunuz (veliniz) ancak Allah?tır ve O?nun Rasûlüdür ve bir de müminlerdir. O müminler ki, Allah?ın emrine boyun eğerek namazı kılar, zekâtı verirler.

Kim Allah?ı, O?nun Rasûlünü, ve îmân edenleri dost edinirse (bilsin ki), üstün gelecek olanlar şüphesiz Allah?ın tarafını tutanlardır.

Ey îmân edenler! Sizden önce kendilerine kitap verilenlerden dîninizi alay konusu edinenleri ve kâfirleri dost edinmeyin. Allah?tan korkun; eğer mümin iseniz.? (el-Mâide sûresi, 5/54-57)

?O halde seninle beraber tevbe edenlerle birlikte emrolunduğun gibi dosdoğru ol! Aşırı da gitmeyin. Çünkü O, sizin yaptıklarınızı çok iyi görendir.? (Hûd sûresi, 11/112)

?Şüphesiz, Rabbimiz Allah?tır.? deyip sonra da dosdoğru yolda yürüyenlerin üzerine melekler iner. Onlara: ?Korkmayın, üzülmeyin, size vâdolunan cennetle sevinin!? derler.? (Fussilet sûresi, 41/30)

?Rabbimiz Allah?tır.? deyip sonra da dosdoğru yaşayanlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir. Onlar cennet ehlidirler. Yapmakta olduklarına karşılık orada ebedî kalacaklardır.? (el-Ahkâf sûresi, 46/13-14)
?Onlar: ?Andolsun, eğer Medîne?ye dönersek, üstün olan, zayıf olanı oradan mutlaka çıkaracaktır.? diyorlardı. Halbuki asıl üstünlük, ancak Allah?ın, O?nu Rasûlünün ve müminlerindir. Fakat ne var ki, münafıklar bunu bilmezler.? (el- Münâfıkûn sûresi, 63/8)

Bu âyetler ve bu âyetlere paralel olan hadisler çoğaltılabilir. Çünkü Yüce Allah?ın ve sevgili peygamberimizin murâdı, yeryüzünde bu özelliklere sahip olan insanların çoğalması ve yeryüzüne bu güzel insanların hâkim olmasıdır. Ama gel gör ki, böyle olmuyor. Îmân şerefi ile müşerref olan ve İslâm nîmet ile perverde olan müslümanlar, Hz. Peygamber efendimizin arkasında durmak yerine kendilerine başka saflar seçiyor ve başka imamlar buluyorlar. Hz. Peygamber efendimize ve sahâbe-i kirâm efendilerimize benzemek yerine kendilerine başka örnekler buluyorlar. Hedefe, Yüce Allah?ın rızâsını koymak yerine dünya menfaatlerini ön plana alıyorlar. Halbuki bizim en birinci ilkelerimizden birisi ?İlâhî! Ente maksûdî ve rıdâke matlûbî?dir.

Saygıdeğer okuyucularım! İçinde yaşadığımız çağ hasta olduğu gibi bu çağın insanları da hastadır. Hasta olan bu insanların kimlik ve kişilikleri de ellerinden alınmıştır. Kimliğini ve kişiliğini kaybeden bu çağın insanlarının en büyük zaafı, birbirlerini taklit etmek ve birbirlerine benzemeye çalışmaktır.

Sıradan insanlar bu hastalığa yakalanabilirler. Çünkü onların bu hastalığa yakalanmamak için mikroplara karşı koyacak güçleri ve kendilerini koruyacak donanımları yoktur. Ama îmânı sağlam ve ameli sâlih olan müminler ve müslümanlar böyle değildir. Onların, bu hastalıklardan kendilerini koruma güçleri ve donanımları vardır. Üstelik haslıklara, hastalara ve mikroplara karşı direnme görevleri de vardır. Bu direnmeyi göstermeyen ve müslümanları bu hastalıklar konusunda uyarmayan kişi, cemeat, lider ve kuruluşların yanlış yaptıkları kanaatindeyim. Bu yanlışı yapanlar bilsinler ki, yanlışlar topluma yerleştikten sonra sökülüp atılması çok zor oluyor.

Müslümanların, izlediği ve kendilerinden çok şey beklediği bizim televizyon kanalları kime benzemeye çalışıyor ve kimleri taklid ediyorlar. Kadın-erkek birlikte yapılan paneller, açık oturumlar ve programlarla kimlere benzemeye çalışılıyor. Bu arkadaşlar, İslâm?daki haremlik ve selamlığı nereye koydular acaba? Müzikli, sazlı, sözlü eğlence programlarına bu kanalların idârecileri evlerinde âileleri ile birlikte bakabiliyorlar mı? Bizim dediğimiz gazetelerde gördüğümüz reklamlar ve resimler bizi yere baktırıyor. Acaba bu gazetelerin idârecileri de bunları görünce yere bakıyorlar mı? Müslümanları beş yıldızlı otellerde tatil yapmaya ve aşırı derecede harcamaya dâvet edenler, kimin değirmenine su taşıdıklarının farkında mılar? Bu otellere gidenler de nerelere gittiklerini biliyorlar mı? Bu özentinin ve zoraki benzemenin yarın kendilerine neye mal olacağının ve kendilerinden neler alıp götüreceğinin farkında mılar? Evlerinde ve fakültelerinde bireysel bir hayat yaşayan ve topluma karışmayan, bilgisayarlarının başında ömür geçiren, İslâm?ın derdine ağlamayan, müslümanların elinden tutmayan, onlara yol göstermeyen, yaptıkları çalışmaları kendilerinden ve asistanlarından başka kimse okumayan akademisyenler kime hizmet ediyor acaba? Evi, ocağı ve çoluk-çocuğu ile geçimsiz olan müslüman bu dünyada kiminle yaşayacak acaba? Dünyasını cennet haline getiremeyenler, öbür dünyada cennete nasıl girecekler? Bunu bir türlü anlayamıyorum.

Saygıdeğer okuyucularım! Ciddî bir kuşatılmışlık içerisindeyiz. Bize, içi boşaltılmış ve kâfirleri rahatsız etmeyen bir İslâm aşılanıyor. Hayatımızın her anında dinsiz kâfirlere veya kitap ehli olan gayr-i müslimlere benzemeye teşvîk ediliyoruz. Kimileri bunu kasden yapıyor, kimileri de karşı cephedekilere hoş görünmek için yapıyor. Dînimize göre ikisi de merduttur.

Unutmayın! Ya inandığınız gibi yaşar ya da yaşadığınız gibi inanmaya başlarsınız.

Hz. Hamzanın İslamla Şerefyâb Oluşu

Hz. Hamza, Hz. Peygamber?in amcasıdır ve Hz. Peygamber?den birkaç yaş büyüktür. Her ikisinin çocuklukları birlikte geçmiştir, ayrıca Hz. Peygamber, annesi Âmine?nin vefatından sonra dedesinin himâyesinde kalırken amcaları Abbas ve Hamza ile birlikte aynı evde ikâmet etmiştir.

Hz. Peygamber?in dedesi Abdulmüttalib?in altı hanımı ve bu hanımlarından altısı kız, on üçü erkek olmak üzere on dokuz çocuğu vardı. Bu erkeklerden biri de Hz. Peygamberin babası Abdullah?tı. Erkek çocukların en küçüğü Abbas, onun bir büyüğü, yani aşağıdan yukarıya doğru ikincisi de Hamza?ydı. Hamza?nın annesi Hâle ile Hz. Peygamberin annesi Âmine amca çocuklarıydı. Yani Hz. Peygamber, amcası Hamza ile teyze çocuğu oluyordu ve birbirlerinin sütkardeşiydiler. Her ikisine de Ebû Leheb?in câriyesi Süveybe süt emzirmişti.

Allah Resulü, kırk yaşına gelip kendisine peygamberlik verildiğinde amcalarından sadece Ebû Tâlib, Ebû Leheb, Hamza ve Abbas hayattaydı. Ebû Tâlib ve Ebû Leheb diğer ikisine göre yaşlıydı ve Ebû Leheb, hayatının sonuna kadar Hz. Peygamber?in İslâm davetini kabul etmedi. Her şeyi ile Hz. Peygamber?e, İslâm?a, Kur?ân?a ve Müslümanlara düşman oldu. Hicretten sonra Bedir zaferinin haberi Mekke?ye ulaştığında da kahrından öldü. Hasta olduğu için kendisi savaşa katılamamış, yerine paralı asker göndermişti. Ebû Tâlib ise, Hz. Peygamber?e devamlı destek vermiş fakat kelime-i şehâdeti açıkça söyleyemeden ölmüştü. Hz.Peygamber, bütün yakınlarını ve Mekkelileri İslâm?a dâvet ettiği gibi amcaları ile özel ilgilenmiş, onları devamlı İslâm?a dâvet etmiştir. Hz. Abbas, bu dâveti kabul etmiş, Müslüman olmuş ve fakat Müslümanlığını bir müddet gizlemiştir. Hz.Peygamber Mekke fethine kadar Hz. Abbas?ın Mekke?de kalmasını istemiş, ondan Mekke?deki gizli Müslümanları destekleme konusunda yardım talep etmiş ve de müşriklerin haberlerini anında kendisine ulaştırmasını istemişti. Hz. Abbas?da verilen bu görevleri en güzel şekilde yerine getirmişti.

Hz. Hamza?nın Müslüman olması biraz gecikti. Takdir edilen vakit ve saatin dolması gerekiyordu. Nihayet doldu ve beklenen an geldi. O?nun Müslüman olmasına, anlatacağımız şu vakıa sebep olmuştur.

Günün birinde Ebû Cehil, Safâ tepesi yakınında Rasûlullah (s.a.v.) ile karşılaşır ve O?na eziyet edip, hakaretler yağdırır, sözleri ile taciz eder, dininden ötürü Allah Resulünü ayıplar ve ibadetini ifa etmesine mani olur. Ebu Cehil?in o kadar tahrikine rağmen Allah Resulü onunla hiç konuşmaz, ne sözlü ne de fiili bir mukabelede bulunur. Aynı esnada Abdullah b. Cud?ân isimli şahsın azatlı cariyesi evinde otururken ve olan biteni izlerken Ebû Cehil?in Allah Resulüne yönelik ağır sözlerini işitmektedir. Ebû Cehil, hakaret ve saldırılarından sonra Allah Resulü?nün yanından ayrılıp Kureyşlilerin, Kâbe yanındaki oturma yerine gider ve onların yanına oturur. Aradan çok zaman geçmeden Hz. Hamza, çıkmış olduğu avdan okunu ve yayını kuşanmış bir vaziyette döner. (Hamza, iyi bir avcıydı. Okunu attığı gibi avını yakalardı. Avdan dönünce de Kâbe?yi tavaf etmeden evine gitmezdi. Önce Kâbe?yi tavaf eder, sonra Kureyş topluluğun yanına varır, onlara selam verir, onlarla konuşur, o gün avda karşılaştığı olayları onlara anlatır, sonra da evine dönerdi. Hamza o sıralarda kırk yaşının üstünde olmasına rağmen yine de genç, güçlü ve kuvvetli bir durumdaydı) Evine dönmek üzere olan Hamza?nın önüne Abdullah b. Cud?an?ın azadlı câriyesi çıkar ve ona şunları söyler:

?Ey Hamza! Keşke, Ebû Cehil?in biraz önce yeğenin Muhammed?e yaptıklarını bir görseydin. Ebû Cehil, onu burada otururken buldu ve ona eziyet etti, hakaret etti. Ağıza alınmayacak sözleri söyledi, onu çok üzdü, sonra da çekti gitti. Muhammed onunla hiç konuşmadı. O çekip gittikten sonra, Muhammed de buradan üzgün bir şekilde ayrılıp gitti.?

Câriye?nin bu sözleri Hz. Hamza?yı Ebû Cehil?e karşı kin ve nefretle doldurur. Evine gitmeden, tekrar Kureyş?in oturma yerine dönen Hz Hamza, elindeki yay ile Ebû Cehil?in kafasına vurur ve kafasını yarar. Ebû Cehil?e saldıran Hz.Hamza, bir taraftan da şöyle demektedir:

?Demek sen ona eziyet ediyor ve hakaret ediyorsun ha! Ben de onun dinini seçtim, ben de onun dediğini diyorum. Şayet elinden gelirse beni de engelle bakayım.?

Hz. Hamza?nın, Ebû Cehil?e yaptıklarını gören Ebû Cehil?in yakınları, Hz. Hamza?ya karşı Ebû Cehil?e yardım etmek için yerlerinden fırlarlar fakat Ebû Cehil:

?Hayır, yapmayın; yerlerinize oturun. Hamza haklıdır. Çünkü ben, onun yeğenine çok çirkin sözler söyledim, hakaret ettim.?

Bu olay üzerine Müslüman olan Hz. Hamza, Bedir savaşında şehit oluncaya kadar yeğeni Muhammed?in koruyucusu oldu, onu takip etti, ona yardım etti. O?nun Müslüman olması, Müslümanları sevindirdi; müşrikleri çok üzdü. Hz Hamza ile Müslümanlar kuvvetlendi. Müşrikler güç kaybetti. Bu olaydan kısa bir müddet sonra Hz. Peygamberi öldürmeye giden Hz. Ömer de Müslüman olunca müşrikler hepten yıkıldılar. Yıkılsınlar zâlimler, canları cehenneme! Değil mi?

Muhterem talebe kardeşlerim! Bu olay, aşağı yukarı hepinizin bildiği bir olaydır. Hepinizin bildiği, çocuklarına bile sık sık anlattığı bu olayı ben tekrar niye anlatıyorum size? Maksadım nedir acaba?

Maksadım şudur:

Muhterem talebe kardeşlerim! İçinde bulunduğumuz şu dünyada yaşadığımız şu zamanda içerideki ve dışarıdaki din düşmanları aynen Ebû Cehil gibi dinimize saldırıyorlar. Saldırsınlar, siz bu saldırılardan korkmayın sakın. Onlar görevlerini yapıyorlar. Nedir onların görevi? Şudur: İslâm dâvasına yeni filizlerin kazandırılması için gübre görevi üstlenmek. Gübredir onlar, gübre. Gerçekten gübredirler ha. Kendilerine bir faydası yoktur ama yaptıkları iş bize çok şey kazandırır. ?Keskin sirke küpüne zarar verir? demişler. Ne kadar da doğru bir söz, değil mi? Çatlasalar da patlasalar da İslâm?a ve Müslümanlara bir zarar veremeyecekler inşallah. Onların her olumsuz hareketi, her çirkin sözü, her taşkınlığı, her saldırısı İslâm?a yeni Hamzalar ve Ömerler kazandırıyor elhamdülillah.

Üzülmeyin, gevşemeyin, mahzun da olmayın. İnanıyorsanız en güçlü sizsiniz. Safları sıklaştırın, sık tutun?

Kaynak: eilahiyat.com

Üveys El-Karanî

Müslüman olarak Hz. Peygamber?i gören ve sahih bir îmân üzere ölen kimselere sahâbî denir. Sahâbî kelimesinin çoğulu Ashâb veya sahâbe şeklinde gelir. Herhangi bir sahâbî ile görüşme imkânı bulan kimseye de tâbiî adı verilir.

Bu kelimenin çoğulu da tâbiûn şeklinde gelir. Müslüman olarak Hz. Peygamber efendimiz döneminde yaşayan ve fakat onu göremeyen kişilere de muhadram denir. Bu kelimenin çoğulu da muhadramûn şeklinde gelir. Üveys el-Karanî, hem muhadramûn?dan hem de tâbiûn?dandır.

Üveys el-Karanî, İslâm Dini?nin doğuş döneminde Yemen?de dünyaya gelmiş ve bu güzel dini kabul ederek kendini zühd hayatına adamış bir şahsiyettir. Hz. Peygamber efendimizin hayatında Müslümanlığı kabul etmesine rağmen onunla görüşememiş, ancak Hz. Ömer devrinde Medine?ye gelme imkânı bularak oradan da kendi zühd anlayışını paylaşan zâhidlerin yaşadığı Kûfe?ye gitmiş ve oraya yerleşmiştir. Yaşadığı inzivâ hayatı, kendisinin İslâm tasavvuf târihinde sûfîlerin ileri gelen öncülerinden biri, hatta birincisi olarak kabul edilmesine sebep olmuştur. Üveys hakkında çok değişik rivâyetler ve değişik anlatımlar vardır. Bunların içerisinde sahih olanlar olduğu gibi, uydurma olanlar da vardır. O?nun hakkında, bize ulaşan en sahih bilgi, Hz. Peygamber efendimizin bir hadîs-şerîfidir.

Hz. Peygamber efendimiz, ashâbına Üveys hakkında bilgi vermişti. O?nun verdiği bilgiye göre Üveys, Yemen?de annesi ile birlikte yaşamaktaydı. Annesine hizmette kusur etmemek için Yemen?den ayrılamayan ve gelip kendisi ile görüşerek sahâbî olma imkânına kavuşamayan ve fakat Allah katında duâsı makbul olan bir zattı. Hz. Peygamber, ashâbına, şayet Üveys ile karşılaşırlarsa ondan duâ ve kendileri için istiğfâr istemelerini tavsiye etmişti. Hz. Peygamber ve Hz. Ebû Bekir zamanında Yemen?den ayrılamayan Üveys, Hz. Ömer zamanında devam eden fetihlere katılmak için Medine?ye geldi. Medine?ye gelen Üveys el -Karanî?nin Hz. Ömer ile kaşılaşması çok enterasandır. Üseyr b. Amr, Hz. Ömer?in Üveys ile karşılaşmasını şöyle anlatıyor:

?Yemen?den destek bölükleri geldikçe, Ömer b. el- Hattâb, ?Üveys b. Âmir içinizde mi?? diye sordu. Sonuçta Üveys?i buldu ve ona ?Sen, Üveys b. Âmir misin?? diye sordu. O da: ?Evet? dedi. Sonra aralarında şu konuşma geçti. Ömer b. el-Hattâb, ?Murâd kabilesinin Karan kolundan mısın ?? diye sordu. O da ?Evet? dedi. Sonra ?Sende alaca hastalığı vardı. Hastalığın geçti, ancak bir dirhem büyüklüğünde bir yerde kaldı, öyle mi?? diye sordu. O da ?Evet? dedi. ?Annen var mı?? sorusuna da ?Evet? diye cevap alan Ömer b. el-Hattâb şöyle dedi:

?Ben, Rasûlullah (s.a.v.)?in şöyle dediğini işittim: ?Yemen?den gelen destek bölükleri içerisinde size Üveys b. Âmir adında biri gelecektir. Kendisi, Murâd kabilesinin Karan kolundandır. Alaca hastalığına tutulmuşsa da iyileşmiştir. Hastalığın izi, sadece bir dirhem miktarı bir yerde kalmıştır. Onun bir annesi vardır; ona son derece iyi bakar. O, (bir şeyin olması için ) Allah?a duâ etse, Allah, onun duâsını kabul eder. Senin için mağfiret dilemesini temin edebilirsen, fırsatı kaçırma, bunu yap.? Üveys, şimdi lütfen, benim için istiğfâr et.?

Üveys, Ömer b. el- Hattâb için istiğfâr etti. Daha sonra Ömer, ona, ?Nereye gitmek istiyorsun?? diye sordu. O da ?Kûfe?ye? diye cevap verdi. ?Senin için Kûfe valisine bir mektup yazayım? diyen Ömer?e Üveys, ?Ben, yoksul halk içerisinde olmayı tercih ederim.? diye cevap verdi. Aradan bir yıl geçtikten sonra Kûfe eşrafından bir kişi hacca geldi. Halife Ömer?le karşılaştığında Ömer, ona, Üveys?i sordu. Adam da, ?Ben buraya gelirken o, tamtakır denecek yıkık-dökük bir evde oturuyordu.? dedi. Ömer de, ona, Hz. Peygamber?den duyduğu hadis-i şerifi nakletti. O Kûfe?li adam hacdan döner dönmez Üveys?in yanına gelip ?Yüce Allah?tan benim günahlarımın affedilmesini iste? diye istirhamda bulundu. Üveys de ona ?Sen, güzel ve mübârek bir yolculuktan yeni geldin. Sen, benim için duâ et? dedi. Adam, duâ isteğinde ısrar edince Üveys ona ?Sen, Ömer?le mi karşılaştın?? dedi. Adam, ?Evet? diye cevap verdi. Bunun üzerine Üveys, o kişi için Yüce Allah?tan af ve bağışlanma dileğinde bulundu. Bu olay üzerine halk Üveys?in kim olduğunu anladı. O da başını alıp gitti, Kûfe?yi terk etti. ( Müslim, Fedâilü?s- sahâbe, 225.)

Olaya şâhid olan ve gördüklerini anlatan Hz. Üseyr b. Amr (r.a.), Hz. Peygamber efendimizin ashâbındandır. Üseyr, Hz. Peygamber?in vefâtında on-on bir yaşlarında bulunuyordu. Hz. Peygamber?den iki hadîs rivâyet etmiştir. Hz. Ömer?den rivâyetleri vardır. Altı hadîs imâmından sâdece İmâm Müslim kendisinden hadîs nakletmiştir. Kaynaklarda hakkında fazlaca bilgi bulunmayan Üseyr?in, Haccâc zamanına kadar yaşadığı sanılmaktadır. (Bkz. İbn Abdilber, el-İstîâb,I,100-101.)

Kaynaklarımız, Üveys hakkında da pek fazla bilgi vermiyorlar. Onun hakkında bilinenler, kitabî bilgiler olmaktan daha ziyade menâkıb tarzındaki bilgilerdir. Kesin olan, onun, Hz. Peygamber hayattayken Müslüman olduğu, Hz. Ömer zamanında Yemen?i terk ettiği, daha sonra Kûfe?ye yerleştiğidir. Nerede, ne zaman, nasıl şehid olduğu konusunda da değişik rivâyetler vardır. Hz. Ömer zamanında Azerbaycan?da bir gazâ dönüşü hastalanıp vefat ettiğine dâir rivâyetlerin yanında, Hz. Ali zamanında vefat ettiğine dâir rivâyetler de vardır. Nerede ve ne zaman vefat ettiği kesin olarak bilinmeyen Üveys?in, defnedildiği yer de kesin olarak bilinmemektedir. Tabakât yazarları, O?nun için İslâm dünyasının hemen her tarafında kabir göstermektedirler. Biz, bu yazımızda, Üveys?in hayatı hakkında bilgi vermekten daha ziyade, Hz. Peygamber efendimizin yukarıda geçen hadis-i şerifinden almamız gereken dersleri maddeleştireceğiz.

1- Hayır ve fazîlet sahiplerini ziyâret edip duâlarını almak câizdir. Bu konuda, Hz. Peygamber efendimizin tavsiyesinin Hz. Ömer tarafından nasıl yerine getirildiği açık bir şekilde görülmektedir.

2- Fazîlet sahiplerinin dış görünüşleri, nereli ve hangi kabîleden oldukları, nasıl bir yerde ve hangi şartlarda yaşadıkları önemli değildir. Toplumun pek kıymet vermediği, belki de küçük gördüğü kimseler arasında da gerçek fazîlet sahipleri bulunabilir. Önemli olan, onları bulmak ve ziyâret edip duâlarını almaktır.

3- Bizzat Hz. Peygamber efendimizin hadîs-i şerîflerine göre sahâbîlerin, sahâbî olmayanlardan üstün olduğu bir gerçektir. Böyle olmasına rağmen, Hz. Peygamber, sahâbî olanlara, sahâbî olmayanların duâlarını almalarını tavsiye etmektedir. Hz. Peygamber?in, böyle bir tavsiyede bulunması, duâ isteme konusunda ast-üst ayrımı olmadığını göstermektedir.

4- Hz. Peygamber?in, Üveys hakkında verdiği bilgilerin bütünüyle doğru çıkmış olması, onun geleceğe yönelik verdiği diğer bilgilerin de doğru olduğunun delilidir.

5- Hz. Ömer?in, Hz. Peygamber?den öğrendiği bir bilginin peşine nasıl düştüğünü ve onun tavsiyesine nasıl uyduğunu görüyoruz. Üveys?ten, duâ ve kendisi için istiğfâr talep etmesi, Hz. Ömer?in fazîlet ve olgunluğunu göstermektedir. Duâ isteyen daha fazîletli olsa da, hayır ve fazîlet sahiplerinden duâ ve istiğfâr talebinde bulunmak, peygamber emridir; yerine getirilmelidir.

6- Anne ve babaya itaat etmek, bu vesîleyle eriştiği manevî dereceyi herkesten gizlemek güzel hareketlerdendir.

7- İnsanları, dış görünüşlerine bakarak değerlendirmemek; hele onlarla asla alay ve istihzâ etmemek gerekir.

8- Hz. Peygamber efendimiz, fazîlet sahiplerine karşı nasıl davranacakları konusunda ashâbını uyarmış ve yetiştirmiştir. Biz de bu konuda kendimize düşen dersi almalıyız.

Aziz kardeşlerim, bu maddeler daha da çoğaltılabilir. Size, hadîs-i şerîfi yeni baştan okumanızı ve kendinize göre ilâve maddeler bulmanızı tavsiye ederim. Ama asıl tavsiyem, çağımızın ve çevremizin Üveys?lerini arama ve bulma konusunda olacaktır. İçinde yaşadığımız hayat her birimizi Firavun ve Kârun haline getirdi. Allah?ı unuttuğumuz gibi birbirimize de eyvallahımız kalmadı. Aziz kardeşlerim, biz hem Allah?ımıza hem de birbirimize muhtâcız; bunu unutmayalım. Rabbimize çok duâ edelim; birbirimizin de devamlı duâsını alalım.

Kaynak: eilahiyat.com

Ramazan Bereketi

Kendisi, Yüce İslâm dînini kabul etmiş olduğu halde sevgili peygamberimizi gören ve onunla sohbet eden, onun cemaati olan ve bu îman üzere ölen bahtiyar insanlara sahâbî diyoruz. Mübârek sahâbî efendilerimizin her biri, Hz. Peygamber efendimizle ilgili çok hâtıralar anlatırlar bize.

Biz, sevgili Peygamberimizin hayatını Kur’ân-ı Kerîm’den ve bir de sahâbî efendilerimizin anlatımlarından öğreniriz. Onlar, Hz. Peygamber efendimizin hem hayatını anlatırlar hem de güzel sözlerini (hadîs- şerif) naklederler.

Bu güzel insanlardan birisi olan Hz. Selman el-Fârisî (r.a.), Hz. Peygamber ile ilgili bir hatırasını şöyle anlatıyor: “Şaban ayının son gününde, Rasulullah (s.a.v.) bize şöyle bir konuşma yaptı: Ey insanlar! Büyük ve mübârek bir aya giriyorsunuz. Bu gelecek ayın içinde bin aydan daha hayırlı bir gece vardır. Yüce Allah, bu mübârek ayda oruç tutmayı farz kılmıştır. Geceleri ibâdet etmeyi de müstehab kılmıştır. Kim, bu ayda bir hayır işlerse, diğer aylarda bir farz işlemiş gibidir. Kim, bu ayda bir farz işlerse, diğer aylarda yetmiş farz işlemiş gibidir. Bu ay, sabır ayıdır; sabrın mükâfâtı da cennettir. Bu ay, yardımlaşma ayıdır. Müminlerin rızıklarının artırıldığı bir aydır. Kim, bu ayda bir oruçluya iftar ettirirse günahları affedilir, cehennem ateşinden kurtulur. İftar ettiren, oruç tutanın mükâfâtı kadar sevap alır. Oruç tutanın mükâfatından bir şey eksilmez.”

Hz. Peygamber’in bu güzel konuşmasını dinledikten sonra içimizden şöyle diyenler oldu:

-“Ey Allah’ın elçisi! Her birimiz, bir oruçluyu iftar ettirecek bir şey bulamayabiliriz. O zaman ne yapalım?”

Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:

“Yüce Allah, bu sevabı, oruçluyu bir hurma ile iftar ettirene, ona bir yudum su içirene, bir bardak süt ikram edene de verir. Bu ay, evveli rahmet, ortası mağfiret, sonu da cehennemden kurtuluşa vesile olan bir aydır. Kim, bu ayda, elinin altındakilerinin (çalıştırdığı işçilerinin) işlerini hafifletirse Yüce Allah, o kimseyi affeder ve onu cehennemden kurtarır.

Bu ayda dört şeyi çok yapın. Bunlardan ikisi ile Rabbinizi razı edersiniz. Diğer ikisi de, her zaman size lazımdır. Rabbinizi razı edeceğiniz iki şey sık sık kelime-i şehâdeti söylemeniz ve Yüce Allah’tan af dilemenizdir. Size lazım olan iki şey ise, Yüce Allah’tan cenneti istemeniz ve cehennem azabından ona sığınmanızdır.

Kim, oruçlu birine su verirse Yüce Allah da ona benim havzımdan su verir ve o kimse cennete girinceye kadar bir daha susamaz.” (Kenzü?l-Ummâl, IV, 323)

Çocukluk yılları Hz. Peygamber’in evinde geçen ve kendisi ilk Müslümanlardan olan, hazarda ve seferde Hz. Peygamber?den ayrılmayan, her zaman Onunla birlikte olan Hz. Ali (r.a.) efendimiz de şunları anlatıyor:
“Ramazan ayının ilk gecesi Rasûlullah (s.a.v.) ayağa kalktı ve Yüce Allah’ı överek şöyle buyurdu:

“Ey insanlar! Yüce Allah sizi cinlerden olan düşmanlarınızdan korumuştur. Duâlarınızı kabul edeceğini vaad etmiş ve şöyle buyurmuştur: “Bana duâ ediniz ki, ben de duânızı kabul edeyim.” (el-Mü’min sûresi, 40/60.)
Yüce Allah, Mel’ûn şeytanların her birini yedi melekle tutmuştur. Ramazan sona erinceye kadar şeytanlar bırakılmazlar. Ramazanın ilk gecesinden itibaren son gecesine kadar tevbe kapıları açıktır. Bu ayda duâlar kabul edilir.”

Hz. Ali (r.a.), Hz. Peygamber?in bu konuşmasını naklettikten sonra şu bilgiyi de aktarır: “Rasûlullah (s.a.v.), Ramazan ayının son on gününün ilk gecesinden itibaren hanımlarından ayrılır, îtikâfa girerek geceleri ibâdetle geçirirdi.” (Kenzü’l-ummâl, IV, 323.)

Hz. Peygamber efendimiz Medîne’ye hicret ettikten sonra kendisine hizmet eden ve efendimizden hiç ayrılmayan, efendimizin hayatını ve hadislerini en çok anlatan sahâbî olarak bilinen Hz. Enes (r.a.) de şunları anlatıyor:

“Ramazan ayı yaklaşınca, Hz. Peygamber bir akşam namazı bize kısa bir konuşma yaparak şöyle dedi:

“Ramazan ayı geliyor. Onu karşılayınız. Bilmiş olun ki, Ramazanın ayının ilk gecesinde affedilmeyecek tek bir Müslüman kalmayacak.” (Kenzü’l-ummâl, IV, 325.)

Bereket, bolluk demektir. Ramazan ayı, bereket ayıdır. Hz. Peygamber’in konuşmalarından da bu anlaşılmaktadır. Ramazan ayı, her türlü iyiliğin ve güzelliğin bol bol yaşandığı bir aydır. Ömrümüz, Ramazan ayı ile özellikle de Kadir gecesi ile bereketleniyor. İbadetlerimiz bereketleniyor, sevapları çoğalıyor. Sofralarımız bereketleniyor, rızkımız çoğalıyor. Kazancımız bereketleniyor. Evimize, ocağımıza, gönlümüze, ruhumuza, dünyamıza bereket yağıyor. Aklı olan bu bereketten istifade eder.

Ramazan ayında işlerinizi hafifletin, dünya meşguliyetlerinizi azaltın. Çok Kur’ân-ı Kerîm okuyun ve bol bol ibâdet edin. Câmilere koşun, vaaz ve sohbet dinleyin. Müslümanlarla öncekinden daha çok görüşün, onlarla kaynaşın. Câmilerinizin ayakta kalabilmesi ve devamlı açık olabilmesi için yaptığınız yardımları artırın. Geceleri ibâdet edin, ibâdetlerinizden sonra bol bol duâ edin. Duâlarınızın bereketi, hem sizi kuşatsın hem de Muhammed ümmetini.

Kaynak: eilahiyat.com

« Daha eski yazılar

© 2025 iNCi KöYü