Tandır, hayatımızın en temel ihtiyacı gıdanın, gıdalarımızın vazgeçilmez olanı ekmeğimizin üretim mekânıdır. Bunun için değerlidir. Nimetin nimet olduğu yerdir. Tarlayı sürmek, tohumu ekmek, sulamak, biçmek, dövmek, yıkamak, un yapmak, yoğurmak gibi bir çiftçinin bütün faaliyetlerinin finalidir. Emeklerin zirvesi ekmektir. Ekmeğin mekânı da tandırdır. Kısava tandır, karın tokluğudur.
Tandırlar bir başka işe de yararlar. Mısır, patates ve hatta kemikler akşamdan tencere içinde tandıra konulur ki pişsin. Malzeme pişer, ancak başkasına da düşer. Bazen bir kimsesiz, bazen bir hırsız, bazen de köyün delikanlıları tencereyi çıkarır, içindekini bir güzel afiyetle yerler. Malzeme sahibine de tencere sokağa atılmamışsa yemeği helal etmek düşer. Boşuna dememişler, ?Tandurun başı, kartul aşı, köyün başı, kabanın başı, karşı, bişi mişi? diye.
Çeçen, köyümüzde oynanan geleneksel oyunlardandır ve en güzeli unutulmamıştır. Gençler arasında dağ günlerinde, pikniklerde hâlâ oynanan bir oyundur. Çeçen oyunu, esasında modern beysbola benzeyen bir takım oyunudur. Tabi ki kurallar farklı.
Malzemeler: 1. Öncelikle oynanacak yere üç-dört metre çapında bir daire çizin. Bu daireyi çubukla, balta ağzıyla yeri eşeleyerek çizebilirsiniz, ya da mümkünse kömürle, tebeşirle oluşturabilirsiniz. 2. Daireni merkezine tepesi düzgün hale getirilmiş çapı 5-6 cm?lik bir kazık çakın. Kazığın yerden yüksekliği bel seviyenizden biraz fazla olabilir. 3. 25-30 cm uzunluğunda, 2-3 cm çapında dal parçaları kesin. Kuru olmasın, hemen kırılır, budaklı olmasın, oyun esnasında size zarar verir. İşte bu oyun malzemesine ?çelik? ya da ?çalik? adı verilir. İsteyen istediği çeliği kullanabilir. Çeliğin iyisi çırtiden, karaağaçtan, yaş pelitten ve yaş çamdan olur. 4. Holla denilen sopa da gereklidir. Oyuncunun kendi kol boyu herhalde iyi bir orandır. Bununla birlikte hollanın boyu insanın sopayı sallama kabiliyetine göre değişebilir. Aksi belirtilmedikçe oyun esnasında herkes kendi hollasını ya da mevcut hollalardan herhangi birini kullanma hakkına sahiptir. 5. Ayrıca oyuncular için çeliğe havada iken dokunabilecek her şey örneğin çamın yapraklı dalları, ağaç dal parçaları, ceket, kazak vb. malzeme gerekli olabilir.
Bu yemeğin ana malzemesi, bir çeşit çalı-ağaç olan kızambuk dallarının yaprağının ilkbaharda toplanması ile elde edilir. Yaprakların taze olmasına özen gösterilmelidir. Dikenli kızambuk ağacının yapraklarının toplanması zor bir iştir. Taze, yeşil ve özellikle körpe kızambuk toplanırken pişirilmeden de yenebilir. Yapraklar yeşil kalacak şekilde uygun bir güneş altında kurutulur. Her yeşil yaprak gibi kurutulmayan ve havalandırılmayan kızambuk da çürüyebilir, kızabilir ve yanabilir. (Dikkat: Burada kızma ve yanma yaş saklanan ot-yaprak türünün özel bir şekilde ısınması ve çürümesidir.) Yemek yapmak için alınan iki büyük tas dolusu kurutulmuş kızambuk iyice dikenlerden arındırılmalıdır. (Kızambuk ile ilgili detaylı bilgiler için bk. Kızambuk Ağacı başlıklı yazımız)
Yusuf Altaş Hoca, Resmi kayıtlara göre 1336 rumi yılında Oltu’nun İnci köyünde dünyaya gelmiştir. Buna göre doğum yılı 1921 yılına tekabül etmektedir. Bilindiği gibi Osmanlı Devletinin yıkılıp düşmanın Anadolu’yu istila ettiği yıllardır. Maddi ve manevi açıdan çok çetin bir dönemdir. Bir tarafta yokluk ve kıtlık, öbür tarafta korku ve endişenin hüküm sürdüğü bir dönemdir. Hocanın çocukluğu zor bir dönemde ve çetin şartlar altında geçmiştir.
Yusuf ALTAŞ
Tahsil çağına geldiği zaman okuyacağı ne bir medrese, ne de bir mektep mevcuttur. Bu sebeple babası onu köyün imamı Ahmet Çelebi Hoca’ya Kuran öğrenmesi için götürür. O zaman Kuran okutmak ve okumak yasak olduğundan Hoca bu işe pek taraftar olmaz. Ama tamamen de reddetmez. Böylece derslere başlar, en büyük arzusu hafız olmaktır. Fakat Ahmet Hoca zaman zaman derslerini dinler zaman zaman da başından savar. Bunun için hafız olması mümkün olmaz. Buna rağmen onun okuma, öğrenme isteği asla sona ermez. Bir taraftan çobanlık yapar, diğer taraftan da fırsat buldukça hocanın kapısını aşındırır.
Onun ilme karşı şiddetli arzusu ve Kur’an-ı Kerim’e karşı olan aşkı güzel Kur’an okumasına kafi geldiği gibi yine şansı ve gayretiyle Osmanlı Türkçesini ve yeni yazıyı öğrenir. Çok kitap okuyarak kendisini geliştirir. Kırklı yıllarda Ahmet Hoca vefat edince köylünün verdiği mütevazi bir ücret karşılığında köyün imamlığını üslenir.
İmam olduktan sonra “Sizin en hayırlınız Kur’an’ı öğrenen ve öğreteninizdir.” hadisi şerifini kendisine düstur edinerek köyün çocuklarını toplar ve Kur’an okutmaya başlar. Fakat o yıllarda Kur’an okuma yasağı hala devam etmektedir. Köyde mahzen gibi bir evi medrese olarak kullanır. Köye gelip giden hükümet ricalini gözcüler vasıtasıyla gözetletir. Kuran tedrisatına devam eder. Okuttuğu talebelerden kabiliyetli olanları hafızlığa başlatır ve 1940’lı yılların sonuna doğru bir grup talebeyi hafız yapmaya muvaffak olur. 1959 yılında Kur’an okuma yasağı kalkınca hafızlara İstanbul’a gidip, dini tahsil yapmalarını tavsiye eder. Bunlardan bir kaçı Hocanın tavsiyesine uyup İstanbul’a giderler. Birkaç yıl sonra bu hafızlar memleketlerine döndükleri zaman, hafızlık cazibesini artırır. Bundan sonra çocuklarını hafız yetiştirmek anne babaların en büyük arzusu haline gelir. Gerek kendi köyünden gerek çevre köylerden çocukların ellerinden tutan babalar soluğu Hocanın yanında alırlar. Hoca kendisine müracaat eden çocukların kabiliyetlilerini hafız yetiştirir; kabiliyeti olmayanlara da Kuran okumasını öğretir. Onun imam olduğu devirde, kendi köyünde tahsil çağındaki çocuklardan Kuran okumasını bilmeyen pek nadir insan vardır. 60’lı yıllarda imamlıktan ayrılır ama ölünceye kadar hafız yetiştirmeye devam eder. Nitekim 1980 yılında vefat ettiği zaman henüz hıfzını tamamlamamış bir çok talebe bırakmıştır.
Yusuf Hoca ve öğrencileri
Ders Okutma Metodu
“Sizin en hayırlınız Kur’an’ı öğrenen ve öğreteninizdir.” hadisini düstur edinen Yusuf Altaş Hoca kendini Kur’an-ı Kerim’e vakfetmiştir. Kuran okumanın yasak olduğu devirlerde hem öğrenmiş hem de bir çok hafız yetiştirmiştir. Kendisi hafızlık yapmadığı halde okuta okuta en sağlam hafızlar kadar kuvvetli bir hıfza sahip olmuştur. Kur’an-ı Kerim’den bir kelime söylendiğinde o kelimenin hangi surelerde geçtiğini rahatlıkla söyler ve ayetleri okurdu.
Derslere çok önem verir, her sabah hafızların derslerini teker teker dinlerdi. Derse gelmeyen hafızların evlerine adam gönderip neden gelmediklerini sorardı. Dersler sabah namazından sonra başlar, öğle namazına kadar devam ederdi. Hafızların derslerini dinledikten sonra yanlış ezberlememeleri için sayfaları okutur, dinlerdi.
Hafız olmak için kendisine getirilen çocuklara önce bir sayfa ezber verir ve onların kabiliyetlerini ölçer, sonra kararını verirdi. Hafız olacak kabiliyeti bulamadığı çocukların velilerine “Bu çocuk hafız olamaz boşuna uğraşmayalım” derdi. Bu hususta bir hatıramı nakletmek isterim.
Tarmut köyünden Aslan Ağa, oğlunu hafız yapması için hocaya müracaat etti. Hoca bir sayfa ezber verdi, fakat çocuk verilen sayfayı ancak üç günde ezberleyebildi. Hoca çocuğun velisine “Bu çocuk zor hafız olur, hem sizi hem bizi boşuna uğraştırır, bunu al git başka mesleğe ver.” dedi. Fakat Aslan Ağa ne pahasına olursa olsun bu çocuğu okutacağım diye ısrar edince, Hoca peki demek zorunda kaldı. Ama bu çocuk Hoca’yı çok uğraştırdı. Çocuk hıfzını ancak beş yılda tamamlayabildi. Hoca zaman zaman çok sıkılır “Oğlum Mukim! Sen bu işi yapamayacaksın, köyüne git” derdi. Mukim “Ben okuyacağım” derdi. Bir gün hoca bana “Mukim” ne manaya gelir?” diye sordu. Ben de “ikamet eden” dedim. Hocam “Vay keçeli, meğer bizim köye postu sermiş de onun için kovduğum halde gitmiyormuş!” diye latife yaptı.
Hoca hafızlarıyla beraber kırlara çıkarak onlarla piknik yapmaktan çok büyük zevk alırdı. Böylece onları hem eğlendirir ve hem de derslerine çalıştırırdı. Kendisinin tarlada işi olduğu zaman talebelerini oraya çağırtır ve derslerini orada dinlerdi. Şartlar ne olursa olsun dersleri aksatmadan her gün hafızların dersini dinlerdi.
Diğer Hizmetleri
Yusuf Altaş Hoca sadece hafız yetiştirmekle kalmamış köy halkını irşad etmeye de çok önem vermişti. Onun evi bir medrese idi. Gündüz talebeleri ile meşgul olurken akşamları da köy halkını evinde toplar, onlara kitap okur, vaaz ederdi. Kadınları da ihmal etmez, zaman zaman onları camiye toplar, ilmihal bilgileri verirdi.
Devamlı günlük tutardı, ve bunu hiç ihmal etmezdi. Günün önemli olaylarını mutlaka kaydederdi. Hem Osmanlıcayı hem de yeni yazıyı seri bir şekilde yazardı. Günlüklerinin bir kısmını Osmanlıca bir kısmını da yeni yazıyla tutmuştur.
Ellili yıllardan evvel ondan başka yeni yazı bilen olmadığı için asker mektupları ona okutturulmuş ve yazdırılmıştır. Son zamanlara kadar muhtarların yapması gereken yazışmalar da onun tarafından yapılmıştır.
Tespit edebildiğimiz kadarıyla hafızlığını tam olarak bitirenleri listesi
Kuranı okudun okuttun eyledin irşad Feyzini alanlar buldular murad İslamın ruhu olunca baki Dua ve niyazlar sarsın afakı Bu kubbe altında olacaksın YAD.
Kömürcüoğlu Kadir Altaş
Hazırlayan: Merhum Mevlüt ALTAŞ
Yusuf Altaş Hocanın öğrencileri ile yapılan röportajlar
Ali Ağırman (Emekli İmam) ile yapılan röportaj
-Hocam, siz rahmetli Yusuf Hoca’nın ilk talebelerindensiniz. Hoca efendi hafızlık geleneğini nasıl başlattı, siz nasıl başladınız?
-Biz köyde dört arkadaştık. İçimizde (Köyün eski imamı, Allah rahmet etsin) Osman Çelebi, Tortumun Kirazlı köyüne giderek hafızlığa başladı. Diğer arkadaşlar hep beraber köyün imamı Ahmet Hoca ve Yusuf Hocamdan Kuran-ı Kerimi yüzünden okumaya başladık. 1943 yılında Osman Çelebi hafızlığını bitirip köye dönünce çok görkemli bir merasim yapıldı. Ondan sonra da Osman’a “Hafız” demeye başladılar. Bizi ismimizle çağırırken Onu hafız diye çağırmalarını çok kıskandık. gittik Yusuf Altaş Hocamıza, “Hocam bize hafızlık yaptırabilir misin?” diye sorduk. Dedi ki “Çocuklar Allah izin verirse başlayalım. Yalnız yerimiz yok, babalarınıza söyleyin bir yer hazırlasınlar başlayalım.” Bizde babalarımıza dedik ki “Ya bize yer hazırlayın okuyacağız, ya da okumak için kaçacağız.” Yusuf Hoca’yı çağırdı konuştular. Nihayet amcamgilin bir boş evi vardı. Oraya bir hasır serdiler bir de soba kurdular. Biz üç arkadaş (Ali Ağırman, İbrahim Altaş ve Feremüz Ağırman) okumaya başladık. Üç gün sonra merhum İbrahim Akçay (Yusuf Hocadan sonra hafızlık geleneğini devam ettirdi), bir hafta sonra da Şevket Çelebi geldi. Böylece beş arkadaş olduk.
Hocamız imam olmadığı için yazın tarlaya çayıra gittiği vakit biz de peşi sıra gider dersimizi tarlalara dinletirdik. İki sene olmadan hafızlığı bitirdik. Osman Çelebi gibi bize de hafızlık töreni yapıldı. Artık bize de “Hafız” deniyordu. Okuduğumuz müddetçe amcam rahmetli Osman Çavuş her hafta İnca katmeri ile pileki pağacı yaptırır, semaverle çay demletir bize yedirirdi. “Yeter ki siz okuyun canımı bile size feda ederim” derdi.
-Okuduğunuz zaman maddi imkanlar nasıldı?
-Maddi imkanlar çok kıttı. Yiyecek yok, giyecek yok. Elektrik yok. Hatta gaz lambası bile yoktu. Ya çıra ışığında ya da zeytin yağına batırılan bir paçavranın tutuşturulması ışığında okuyorduk. Hiç unutamadığım bir hatıramı anlatayım. İbrahim ile beraber köyün karşısındaki Karataş denilen mevkide kuzuları otlatıyorduk. (Hafızlıktan bir iki ay önce). Yusuf Hocamız yiyecek buğday getirmek için Şendurak köyüne gitmişti. Oradan tahıl bulamayınca Subatık ve Sarısaz köylerine gitmiş. Oralarda da tahıl bulamayınca çuvallarına Subatık köyünden kil doldurarak (Çamaşır yıkamak için sabun yerine kullanılırdı) merkebine yüklemiş ve yola koyulmuş. Bir de baktık ki hocamız göründü. İbrahim hemen, “Amcam buğday getiriyor, köye müjde götüreceğim” diyerek köye doğru koşmaya başladı. Hocayı köyde bekleyenler bu haber üzerine kalburlarını alarak tahılı yıkamak için suyun başına koştular. Fakat az sonra acı gerçekle karşılaşınca hayal kırıklığına uğramışlardı. Evet şartlar böyleydi.
-Yusuf Altaş Hoca Efendi başka ne iş yapardı?
-Sadece bizi okutmakla kalmaz, kadın erkek herkese vaz-ü nasihat ederek aydınlatırdı. Yeni yazıyı hocadan başka kimse bilmiyordu. Köyün okuma-yazma işlerini yürütürdü. Ahmet Hocanın vefatından sonra 1947 yılında köye imam oldu.
İbrahim Altaş (Emekli İmam) ile yapılan röportaj
-Hafızlığa başlamanızı ve nasıl okuduğunuzu anlatır mısınız?
-1943 Ekim ayında Osman Çelebi’nin hafızlık merasimi bizi kıskandırdı. O Tortum’da okuyup gelmişti. Biz de aynı zamanda amcam olan Yusuf Altaş Hoca’dan hafızlığa başladık. Bir sayfayı 33 kere okuduktan sonra ezberlemesi kolay oluyordu. Cumartesi, Pazar, bayram diye bir tatil bilmeden, davara giderken bayırda, tarla sularken suyun başında, oduna giderken ormanda dersimizi mutlaka yapardık.
-Yusuf Altaş Hoca geçimini ne ile sağlardı.
-Yusuf Altaş Hocamız rençber idi. Tarlasına gittiği zaman biz de peşine gider Ona yardım ederdik. Evi halkın medresesi gibiydi. Köylü toplanır, Onun okuduklarını dinlerlerdi. Günlük tuttuğu defterleri vardı. Gazete, dergi getirtip okurdu. İkinci cihan harbini gazetelerden izler, anlatırdı.
-Unutamadığınız hatıralarınız var mı?
-Birgün 15. cüzü ikindi vakti yapmıştım. Hocam eve geldi. Dersin yaptın mı diye sordu. Evet dedim. Dinledi kalktı gitti. Ertesi sabah arkadaşlarıma dedim ki ben bugün 16. cüzü okuyacağım. 15. cüzü verdiğimden haberleri yok. Dediler ki 15. cüzü atlarsan Hoca seni döver. Döverse dövsün dedim, sıram gelince başladım 16. cüzü okumaya. Hoca ses etmiyordu. Bitirdim, ondan sonra gerçeği anlatınca, bu defa arkadaşlarım evlerine gitmediler, 16. cüzü ezberleyip dinlettikten sonra evlerine gittiler. Birbirimizi kıskanarak okurduk. Yirmi ayda hafızlığımızı tamamladık.
Yine birgün Karataş mevkisindeki tarlaya orakları götürürken yolda gidip gelene kadar Cuma Suresini ezberledim. Rahmetli İbrahim Akçay çok daha çabuk ezberlerdi. Hocadan ders alırken en son O dinletirdi. Evde ders yapmaz biz derslerimizi dinletene kadar O da ezberlerdi. Hoca bunu farkedince, birgün hepimizden önce İbrahim Akçayı çağırdı. O da okuyamayınca mahrum oldu. Ondan sonra hazırlıklı geldi. Allah her ikisine de rahmet eylesin.
Harun Keleş (Emekli Öğretmen) ile yapılan röportaj
Merhum Yusuf Hocam gençlik yıllarında babamla çobanlık arkadaşlığı yapmış. Bu arkadaşlık sırasında babama “Çocukların büyüyünce gönder de birini hafız yapayım.” demiş. Ben 1956’da ilkokulu bitirince, bir yıl köyüm Alatarla’da rahmetli Osman Zengin Hocadan Kuran okudum. Ancak Hoca Orcuk köyüne imam gidince, babamda beni İnci köyüne gönderdi. Köye gittim. Hocanın evini sordum. Eve girdiğimde evinde hafızlığa çalışan talebeler vardı. Hocamın elini öptüm. Kendimi tanıttım. Arkadaşlarımın yanına oturdum. Hocam ezberleyeceğim yeri okuttu. “Yarın sabaha kadar burayı ezberle gel” dedi. Böylece râhle-i tedrisine başlamış oldum. O sırada Yusuf Altaş Hocam hanımı vefat ettiği için, onun değilde kardeşi merhum Hacı Ferhat Altaş’ın evinde ikamete başladım.
Yusuf Hocamla ilk karşılaştığımda Ona karşı içimde korku değil, büyük bir saygı ve ferahlık oluştu. Bir buçuk yıl boyunca hep böyle devam etti. Hocam, talebelerinin ruhî yapılarını çok iyi tahlil eder, onlara karşı engin müsamaha gösterirdi. Büyük bir psikolog gibiydi. Talebeyi hem eğitir, hem de okuturdu. Çok sabırlıydı. Bazen tarlalara ve çayırlara gider, oradaki işlerini görür, bizim de derslerimizi orada dinlerdi.
Yusuf Altaş Hoca, hal adamıydı. Çocuğuyla, genciyle, büyüğü ile hemhaldi. Onlar hocayı hem sever hem de sayarlardı. Köye gelen memurlar ve çevrede hatırı sayılın kimseler hocamın hoş sohbetinden çok memnun kaldıklarını ifade ederlerdi. Çok şey okuyup öğrenmek aşkıyla yanardı.
Merhum hocamızın o günlerin zor şartlarında başardığı hizmetleri unutmak ve takdir etmemek mümkün mü? Büyük bir Kuran hadimi ve dostuydu. Bazen düşünürüm, Yusuf Hocam değil de bir başka hocadan okumak durumunda kalsaydım, herhalde hafız olamazdım.
Evlerinde kaldığım Ferhat Altaş ile Nebile yengeme ve hasseten Hocam Yusuf Altaşa Cenab-ı Hakktan rahmet ve mağrifet diliyorum.
Müslim Demir (Emekli İmam) ile yapılan röportaj
Henüz 12 yaşımı yeni bitirmiştim. Sonbahar aylarından biriydi. Babam çocuklardan birisinin mutlaka hafız olmasını istiyordu. Bu sebeple benden önce abilerimi okutmuş ama onlar hafızlıklarını tamamlayamamışlardı.
Ninem İnci Köyünden geldiği için orada hafız yetiştiren Yusuf Altaş Hoca Efendiyi biliyordu. Bir gün köyümüz Çengelli’ye gelen, İnci Köyünden akrabam Mehmet Acarla beraber elime bir “Elif Cüzü” alarak İnci Köyü’ne gittim. Sabah ilk işimiz Hoca’ya gitmek oldu. İlk zamanlarda garipsedim. Ama kısa zamanda alıştım. Vücutça çok zayıftım. Öyle ki üfleseler devrilecek gibiydim. Zaman zaman çevreden bu çocuk okuyamaz dendiği kulağıma geliyordu. Yüzünden okumam bitip, iş ezbere gelince çok iyi okumaya başladım. Derslerimi hiç aksatmıyordum. Bir sabah dersimi iyi ezberleyememiştim. Hocam beni azarladı. Bu azarlama çok zoruma gitti. İki gün derse gitmedim. Tabi evden derse gidiyorum diye çıkıyordum. Kimse benden şüphelenmiyordu. İki gün sonra rahmetli Hocam Yusuf Altaş eve geldi ve benim iki gündür dersi gitmediğimi söyledi. Sustum. Hocam elimden tuttu ve evine götürdü. Dersimi dinledi. Sofra kurdurdu. Sofrada bir tabak da bal vardı. Biraz yedikten sonra bana ilerdeki küpü göstererek şöyle dedi. “Bak oğlum, bu gördüğün küp ağzına kadar bal doludur. Sadece üzerinde iki parmak kalınlığında zehir var. Gerisi hep bal. Eğer üzerindeki bu zehiri parmağınla azar azar yersen zehir biter ve bala ulaşırsın. Artık bal ömrün boyunca sana yeter. Okumakta öyledir. Şimdi zorluk çekersin ama hayat boyu rahat edersin.”
Hocamın bu nasihatinden sonra dersimi hiç ihmal etmedim. Ne de hocamdan en küçük bir azar işittim. Hocam derse gelmeyenin evine gider, onu evinde dinlerdi. Bana göre en üstün meziyeti, sabırlı oluşuydu. Herkesin huyuna göre davranırdı. Allah rahmet eylesin…
Şimdiki festival havasındaki piknik günleri, dağ geleneği birkaç yıllık olabilir. Nitekim bu yıl bazı pankartlara yedi yıllık yazılmış. Ama ziyaret yerlerine gidip kurban kesme geleneği Kömürcüoğlu Kadir Altaş’ın görüşüne göre, Türklerin Anadolu’ya gelişi kadar eski. Köyümüzün hâlen en yaşlısı ve köyümüzün son Osmanlısı Cemile Nine de, dağ geleneğini sorduğumuz da “ne bileyim oğul, biz kalktık ziyaret günleri var, hâlâ da var” diyor. Cemile Nine’nin 1911 doğumlu olduğunu hatırlatalım.
Lisede Veysel Alkan adlı coğrafya öğretmenimiz anlatırdı:
Altı ay kış sebebiyle dışarı ile irtibatı kesik olan Van’ın bir ilçesine kışın ortasında bir helikopter inmiş. Helikopterdekilerden birisi, çocuklardan birine yuvarlak, turuncu, yüzeyi hafif tırtıklı top gibi bir şey vermiş ve “al ye” demiş. Çocuk daha önce hiç böyle bir şey görmediği için büyüklerine göstermiş, onlar da bilmiyorlarmış. İlçenin en bilgesine götürmüşler. O da eline almış, evirmiş, çevirmiş, yenilebilir bir şey olduğuna karar vermiş ve “olsa olsa bu helikopter yumurtasıdır” demiş. Altı ay kış yüzünden ilçe dışına çıkamayan ilçe insanlarının tanımaya çalıştıkları bu “yumurta” aslında neymiş biliyor musunuz? Bir kış meyvesi olan portakal. Bildiğimiz “portakal”.
Neredeyse bütün insanların ortak zevkler hamburger ve kola gibi geliştirdikleri, daha doğrusu bu zevklerin insanlara dayatıldığı bir dünyada, benim dönere övgü diye bir yazı yazmamı garipseyenler olabilir. Ne gam, ister garipseyin ister garipsemeyin, gene de buyurun döner muhabbetine.
Şu boğaz harbi nedir? Var mı ki dünyada eşi, En kesif orduların yükleniyor dördü beşi.
M. Akif Ersoy
Oltulular’ın Oltu dışında karşılaştıklarında sohbetlerinin dönüp dolaşıp dönere gelmesi şaşırtıcı değildir. Zaten birbirlerine verdikleri ilk haber de yeni açılan döner salonlarıdır. Aydınlanma devri Fransa?sındaki ?edebiyat salonları?na inat, Oltulular?ın ?döner salonları?… Muhteşem! Bu döner salonlarının İstanbul?da, Ankara?da, Bursa?da hulasa her şehirde nerede oldukları bellidir, erbabınca iyi bilinir ve keyif kabilinden de olsa mutlaka bir iki cağ yenir.
Geçen sayıda yazımıza insanların geliştirdikleri ortak zevklerden söz açarak başlamış ve “Dönere Övgü”yle bir geleneğe işaret etmiştik. “Dönere Övgü” yazarı bu defa “Dönere Yergi” yazıyor. Övgüden sonra yergi. Ama dikkat sövgü değil!
Post-modern olan yerelliği, çok sesliliği ve farklı kültürel değerleri barındıran bir tarz olduğuna göre dönere övgü yazılabilirdi ve yazıldı. Eskiden ?herfene arifane? yapılırmış ve biz de ucundan kıyısından yetiştik bu güzel adete. ?Herfene?de esas olan, yiyecek namına evde ne varsa onu alıp eğlence evine götürmek ve ortak malzemeden yemek, ekmek, tatlı vb. yapmak ve hep birlikte yemekti. Biri yağ, biri un, diğeri şeker, öbürü su getirir ve helva yapılırdı. Zengin fakir ayrımı ortadan kalkar, herkes aynı sofraya çökerdi.
Düşündüm de bir yergiyi de hak eder döner. Kebap mı demeliydim yoksa? Her neyse… Ama belirtmeden geçemeyeceğim bir şey varsa o da kebabın parasal açıdan zenginlere özgü bir damak zevki olması gerekirken, zengin fakir herkesin bu zevke katıldığıdır. Nasıl mı?