Yazar: Zakir ALKAN (Sayfa 1 / 2)

33 kayıt bulundu

MEKANLAR “BACALAR”

Evvel zaman içinde bacalar vardı. İnsanı insandan, insanı doğadan ve insanı güneşten, komşuyu komşudan ayıran çatılar çıkmadan önce.

Evlerimizin güneşe, semaya bakan yüzleriydi,

Hayatı gören gözleriydi.

Nefes alınan yer, aya bakılan yerdi bacalar.

Biz “baca” diyorduk, başkalarının “dam” dediği yerlere. Başkalarının “baca” dediği yerlere de “buhari” diyorduk. Buhurun, buharın çıktığı yer anlamında. Biz yine dam’ı davarlar için yapılan kışlık ahırlar için kullanıyorduk. Bu açıklamalardan sonra biz tekrar bacaya çıkalım.

Düz ovalara değil de dağ yamaçlarına kurulan köylerde bacaya merdivenle değil, düz ayak çıkılır. Her yolun, her sokağın altı düz ayak bacadır. Bacalar yolun bir parçası ya da devamıdır. Onun için yol ile baca iç içedir ve her an hayatın bir parçasıdır.

Sabahtan hayata bismillah dediğimiz yerdi orası.

Güneş bacadan doğar bacadan batardı. Bacada karşılanırdı güneş, bacadan uğurlanırdı.

Duvarlara pencere konulmadan önce bacalarda pencere vardı. Küçük bir pencere; “dünyaya kapalı Allah’a açık.”

Çocukluğumuzun oyun parkıydı. Kazardık “kuyu”muzu bilye oynardık; “gıdma” oynayarak kazanmanın zevkine varırdık. Bazen de kaybeder hayatın kazanmadan ibaret olmadığını, kaybetmenin de dünyanın sonu olmadığını öğrenirdik. Yiğit düştüğü yerden kalkar der, yeni bir oyunla kazanmanın yollarını öğrenirdik. Kazanan da dünya benimdir hayalini kurmazdı. Arkadaşının bilyesi azalınca kazandığı bilyeleri tekrar bölüşürdü. Hayatın bir anlamının da paylaşmak olduğunu kaybeden arkadaşımızın gözlerinden öğrenirdik. Soğukta bilye oynarken bacanın toprağına sürtüne sürtüne soyulurdu ellerimiz, çatlardı parmaklarımız.

Bacaya çizgimizi çizer, kuralına göre çizgi oynardık. “Api api nos” ile biterdi çizgi oyunumuz. Gözlerimiz kapalı hayal gücümüzle çizgilerden ilerlerken, ferasetle görmeyi öğrenirdik.

Çeliğinden çomağına, bastik’inden domine’sine kadar her oyun bacalarda oynanırdı ve geleceğin büyükleri olarak hayatın kurallarını biz bu bacalarda bu oyunlardan öğrenirdik. Hayat mektebiydi bacalar.

Bacalardan atlardık kışın kar yığınlarının, yazın da saman yığınlarının içine. Büyüdüğümüzü ispatlamak için en yükseğinden atlardık pantolonumuzun yırtılmasına ya da çamurlanmasına aldırış etmeden.

Bacalar boş kalmazdı. İşinden dönen, işine ara veren nefes almak için bacaya çıkar ve çocukların oyunlarını gayrı ihtiyarı izlerlerdi.

Mızıkçılık yapılmazdı, yapılamazdı. Çünkü bacanın ucunda kendi dünyasının hesabını yapan ve oyunlara ilgisizce düşüncelere dalan büyüklerimiz buna müsaade etmezlerdi.

Komşunun komşu çocuğunu hiç çekinmeden terbiye ettiği yerdi bacalar. Komşu çocuğun komşu amcadan teyzeden terbiye dersleri aldığı yerdi. Hiçbir baba ya da anne ‘benim çocuğuma karışamazsın’ deme edepsizliği göstermezdi. Mahalle sakininin öğretmen ve öğrenci rolünü en güzel ve karşılıksız ve de samimiyetle oynadığı yerdi. Edep mektebiydi bacalar.

Büyükler için de sosyal bir alandı. Kışın güneşlenmek için yazın da serinlemek için bacaya çıkılır. Kışın güneşin aldığı yerler vardı bacada. Hele bacanın arka tarafında bir ambar var ise ambarın koluna yaslanmak güneşlenmek için en ala yerdir. Av yarenliklerini dinlerken kendimizi ormanın içinde iz sürerken yakalardık. Bitmezdi ambar kolunda yapılan yarenlikler ta ki güneşin feri gidene kadar.

Camiden çıkan yaşlılarda bacaya dizilirlerdi. Beklerlerdi sonraki namaz vaktini bacalarda. Eski zamanları konuşurlardı birbirleriyle. Ne çok anı biriktirmişlerdi. Hele askerlik anıları hiç bitmezdi. Biz çocuklar, Dede Korkut’u dinler gibi huşu içinde dinlerdik yaşlılarımızı.

Televizyon yoktu. Telefon yoktu; akıllısı zaten hiç yoktu. İnternette haliyle yoktu. Bütün dünyamız bacalarda büyüklerin anlattığı kadar genişti. Ama bize yetiyordu.

Ağlamak için de gülmek için de gidilecek yer bacaydı. Varsa bir derdin bacanın bir köşesine oturur gizli gizli ağlarsın. Dökersin içini, rahatlarsın. Gülmeni durduramıyorsan kaçarsın büyüklerin yanından (onların yanında her şeyin aşırısı gibi gülmenin aşırısı da ayıptı) bacada doyasıya gülersin.

Sonra bacalar, geride kalanların, el sallayanların yeriydi. Gurbetin yolu buradan gözlenir, gurbetçi buradan uğurlanırdı. Gidenin arkasından bacanın ucuna kadar gidilir; bir adım daha atılamazdı. Sidretü’l münteha noktasıdır o yer.  Gidenler orada beklenir, gidip de gelmeyenlerin türküsü orada yakılır kimseler duymadan. Bacanın ucunda başlayan gurbet, bacanın ucunda biterdi.

Sevdalar çekilirdi bacalardan. Her leylanın kapısı mutlaka bir bacadan görünürdü, uzaklık yakınlık fark etmez. Mecnun leylayı görmek için kışın ayazında saatlerce bacanın kuytu bir gölgeliğinde soğuktan kıvranır dururdu. Efkarla çektiği sigaranın ateşinde ısınırdı.

1975 yılında köyde öğretmenlik yapan Yılmaz öğretmenin arşivinden…

Kışın bereketi ambara girmeden önce bacalarda boy gösterirdi. Harmandan kaldırılan tahıl, önce ‘kurun’larda yıkanır sonra bacaya çıkardı, günlerce mısır ‘çala’sından yapılan hasırlar üzerinde bacayı süslerdi. Bacanın bir ucunda ‘aşur’lar pişirilir bulgur yapılırdı.

Sabahleyin, çobanın dağları uyandıran tulumuyla, karşıdan nazlı nazlı süzülerek giden davar seyredilirdi bacadan. Akşam dönüşte de filmin ikinci yarısı izlenirdi.

Bir de bacaların ucundan kabristana bakılırdı. Bütün geçmişin ve geleceğin sırrı işte o bakışta gizliydi.

Daha neler saklıydı o bacalarda, çocukların gözyaşları, gençlerin sırları, yaşlıların hüzünleri, gizemleri, geçmişleri, korkuları, ümitleri…

Türkülerimiz de bile bacalara yer vermişiz; “bacadan bakan oğlan, göyneği keten oğlan…” “bacaya serdim kilim, gel otur benim gülüm….”

Gelini, damat ve sağdıçlar al yeşil puşularla bacada karşılarlardı. Davulun sesi harmanların bacasından gelir, bara dizilirdi gençler tey, tey, teeey…

Davetlerimiz için sofrayı bacaya kurar, kurban bayramında kınalı koçlarımızı bacada keserdik.

Hayatı bacada yaşadık biz…

Arşiv: Kadir Altaş (Kömürcüoğlu)?

Bacaların bir de bakımı vardı, zahmetliydi. Toprak bacalar. Yağmurdan sonra damla damla ev göl olmasın ya da kışın soğuktan korusun diye her yıl bakımı yapılırdı. Has toprak getirilir her tarafına, bilhassa ince yerlerine güzelce serilir. Baca silindiriyle çiğnenir. Olmadı yağmurdan sonra baca küsküsü ya da bel küreğiyle tokmaklanırdı. Ama yine de yağmurlu gecelerde evin çeşitli yerlerinden “dıp dıp” sesler gelir; tencere, tava, leğen evde halaya dizilirdi.

Hayatı kolay kılmak adına, baca küsküsünden kurtulmak için bacalardan vaz geçtik. Evlere tıkandık. Komşularla aramıza paslı tenekeleri perde yaptık.

Şimdi ne tahıl kurutacak bacamız var ne de “aşur” kaynatacak yerimiz var. Tahılı sokaklara seriyoruz, pilavlık bulguru da bakkaldan alıyoruz.

Yüksekten ayaklarımızı sallandıracağımız ya da ucunda “guguz” oturacağımız bir bacamız bile kalmadı.

Vesselam…

AKDAĞ’A UZAKTAN BAKIŞ

Zaten hep uzaktan bakıyoruz Akdağ’a. Ya Bursa’dan ya İstanbul’dan ya İzmir’den ya da dünyanın herhangi bir yerinden.

Köyden bile baksak uzak değil mi?

Dokunamadığın her yerden bakış uzaktır.

Yakın hissetmen için dokunmalısın, çiçeklerini koklamalısın buz gibi berrak sularından avuç avuç içmelisin; kekiğinden, çiçeğinden, çemeninden deste deste toplamalısın. Havasını ta en ücra kılcal damarlarına kadar çekmelisin. İşte o zaman yakınsın.

Albümlerimizde ya köyden ya da nisbeten yakın yerlerden çekilen resimler vardır. Bu sefer ki resimler Cüyrüs’ün dağından.

Behcet Abi’ye bu resimler için çok teşekkür ediyoruz.

Behcet Ağırman’ın Cüyrüs’ün dağından çektiği resimlerle Akdağ’ı yeniden seyre dalıyoruz.

GÜZ MASALLARI 1

“DEĞİRMEN”

Ambara buğday olarak giren “pinavun” kış gelmeden öğütülmeli.

İşini gücünü bitiren köylü, değirmenleri nizama sokar; değirmen taşı, “god”, ambar,  unluk,“çakçak” yeniden tamir edilir ve düzene sokulur. Güz suları bol akar. Değirmenin taşı dönmeye başlar. Her ailenin “herekeş” olduğu değirmenler vardır, herkes sırasını bekler. Sırası gelen ambarından tahıllarını eşeklere ya da öküz arabalarına yükler, bir kat da yatak alır ve değirmenin yolunu tutar.

Tahılı una çevirmek bir hafta on günü bulur. Geceli gündüzlü değirmenin başı beklenir. Değirmen öğüttükçe unlar çuvala doldurulur, ambar boşaldıkça da tahıl ilave edilir. Önce kırmızı, topbaş, kırik buğdaylar; sonra arpa, varsa çavdar öğütülür, en son da mısır.

Değirmen tarihin donup kaldığı yer… Su akar gider, buğday un olur gider, değirmenci toprak olur gider ama hayat değirmende değişmez. Tarih gömülerek yok olmuştur. Her gün, her yıl aynıdır.

“Akşam olunca babamın bir elinde gaz feneri, diğerinde üç beş parça odun, değirmen yoluna çıkarız. Fener hareket ettikçe gölgelerimiz bir ileri bir geri gider. Her adımda uzar ve kısalırız. Birkaç adım ilerisi görünmez. Ufuklarda kaybolan güneşin bıraktığı yalancı bir aydınlık… Akdağ’dan hafiften ve soğuk esen güz yeli…

Yol kenarlarında yarı insan yarı başka yaratıkları canlandıran kuşburnu ağaçlarına yan gözle bakarak iyice yapışıyorum babamın ceketine. Uzaklardan ürperti veren köpek sesleri… Değirmen yolu ve kahramanının yanında umutlanan, cesaretlenen ve de ilk defa evinden, sıcak yatağından uzakta geceleyeceği için çocukluğa meydan okuyan ben.

Değirmenin ağır kapısı gıcırtıyla açılır. İlk ürperti ve heyecan. Karanlığa açılan kapı fenerin ölü ışıklarıyla değirmenciye yol verir. Soğuk bir un kokusu yayılır içeriden. Değirmen kokusu, yıllarca birikmiş, yaz kış değişmeyen bereketin berrak kokusu.

İlk iş, feneri bir yere asıp unun önünü almak. Ben duvarlarda gölgemin peşindeyim. Kapı kapanmış ve arkasına bir küskü yerleştirilmiştir. Ama bir gözüm kapıda.

Çocuklar için en esrarengiz yerdir “dunguzluk”. Godda biriken tonlarca suyun “şüşürtten” tazyikle fırlamasıyla taşın altındaki çark alanında başlayan bir savaş. “Değirmene gider, gözü dunguzlukta”. İçerde bir şey görünmez ama kılıç kalkan sesleriyle bir savaşın devam ettiği aşikâr. Alttaki savaş üstteki düzenin sebebi. Bir dünyadır değirmen.

Ateşin karşısında uzun bir gece. Teker teker ateşte eriyen odunlar, tek seyir alanı. Bir de ocaktan yansıyan ışıkla titreşen gölgeler. Duvarlara sinmiş geçmiş yılların izleri. Duvar deliklerinde saklanan kime ait olduğu bilinmeyen eski zamanlara ait sözler, gözler, şiirler, türküler….

Kimlerin hikayesini bilir bu duvarlar, kimleri yolcu etti? Kimlerle eğleşti, kimlerle ağlaştı, kimlerin sırrına sırdaş oldu? Kimler bu duvarlarda kayboldu, kimler bu duvarda kendini buldu? Kimlere yoldaş oldu, kimlere kabus oldu bu duvarlar,bilinmez. Sadece değirmenin ritmine zikrini uydurmuş hu çeken bir derviş gibi sessiz sakin tekke sakinlerini ağırlar.

Babam Mevlidi Nebi’den bir bahir okuyor. Arkasından “Alemler nura gark oldu, Muhammed doğduğu gece” ilahisini okuyor. Ben yavaş yavaş açılıyorum. Çocukların büyükleri bıktıran soruları… İllallah ettiriyorum babamı. Sonra Hz Ali’nin cenklerini anlatmaya başlıyor. Hz. Ali, Kesikbaş Cenk’inde  devin kellesini almak için dört minare derinliğinde kuyuya iniyor. Ve savaş başlıyor. Ben dunguzluğa bakıyorum. Kılıç sesleri oradan geliyor. Birazdan Hz. Ali, devin başını gövdesinden ayırınca rahatlıyorum.

Değirmen taşından gelen sesler en nadide bir besteye dönüşüyor, hiç bozulmayan bir ahenkle sabaha kadar durmadan dinlenmeden şarkısını terennüm ediyor.

Her yanan odunla birlikte gözlerim biraz daha yoruluyor.

………

Kapı gıcırtısıyla gözlerimi açtığımda duvarların açık alanlarından süzülen sabah aydınlığını görüyorum. Babam, çarktan kendini kurtaran soğuk su ile abdest alıyor. Ben yorgana iyice sarılıyorum. Babam namazını kılıyor, un ambarında sabaha kadar biriken unu çuvallara dolduruyor.

Güneş ışıkları yeni bir günü müjdelerken değirmenden çıkıp köyün yolunu tutuyoruz. Kuzeylere kırağı çökmüş, güneylerde ve tarlalarda sarı bir bitkinlik var. Güvercinler sürü halinde rızık peşindeler. Kavakların tepesinden kargalar bağırıyor. Uzaktan köy görünüyor.  Evlerin damlarından ince dumanlar tütüyor.

İki değirmenci sabahın güneş görmemiş ayazında yolun yalnızlığını yaşıyor. Birazdan Akdağ’dan daha aşağılara kızıl güneş indiğinde bu yollar yeniden hareketlenecek. Nahır malı mahsulü yeni kalkmış mısır tarlalarına vurulacak; çocuklar, uykularını yollara döke döke öküzleri alıp Gölyer’e çıkaracaklar. Banda diplerinde eğleşecekler, kuyu kazacaklar, banda saklayacaklar. Ceplerine banda doldurup köyün yolunu tekrar tutacaklar.

Köyün içine giriyoruz. Ahırlardan yemini bekleyen hayvan sesleri, kapılarda balta sesleriyle eve ulaşıyoruz.

Sıcak bir soba, ortada bir sofra, sobanın fırınında ısınmaya bırakılmış ekmekler ve evi dolduran ekmek yanığı kokusu. Küpten çıkarılmış küflü peynir… Değirmen işçileri için güzel bir final.”

BAHARI BEKLERKEN 1

Kış Akşamları

İkindi namazından çıkan cemaat, kışın ikindi güneşiyle dalını bir defa daha ısıtmak için, güneşi gören ambar kolunda ya da bir duvar dibinde kısa bir mola verir. Maldan, alaftan kısa sohbet edilirken gözler dağlardadır. Beklenmekte olanı beklemektedirler. Sanki şu karlı dağların arkasından ansızın çıkıp gelecek gibi.

Muhabbet kısa sürer. Malın akşam alafı verilecek, eve odun kırılacak, kapı bacada öte beri işler yapılacak. Zaten az sonra güneş battı mı zemherinin ayazı düşman gibi saldırır.

Güneş, Akdağ’ın burçlarına dayandı mı en çok görülen şey de bacalardan tüten dumanlar olur. İnceden inceye çatılardan fışkıran beyaz dumanlar köyün üstünde bir araya gelerek bir bütünlük içinde ahenkli ahenkli hareket etmeye başlarlar. Karga kuşlarının da günün son rızıklarını toplamak için köyün semalarına yükselmesiyle gök yüzünde dağların taşların şahit olduğu bir cümbüş yaşanır.

Ahırlardan yemlerine ulaşmak için sabırsızlaşan hayvan sesleri, hızek kaymadan dönerken evlerinin yolunu tutan çocuk sesleri, akşamlık ev odunu yaran balta sesleri ve gökyüzünden kapıları gözetleyen karga sesleri…  hepsi bir anda yok olur.  Güneş iyice dağın arkasına asılmış ve kuru bir ayaz etrafı kaplamaya başlamıştır. Güneşin son ışıkları çukur tarlada görünür…

Akşamın çökmesini son olarak akşam ezanı haber verir. Biraz önceki bütün bir mahlukatın sesinin yankılandığı hayat yerini pencerelerden sızan ölü ışıklara bırakır. En güçlü ışık cami pencerelerinde görülür. Camide lüküs lamba yanar. On dakika sonra o da söner.  

Uzun ve soğuk bir gece daha başlamıştır. Ufuklar iyice kararmış, lacivert bir gece ayazını, kapı aralıklarından içeri sokmaya çalışır.

Yatsı ezanına az bir zaman kala sokaklardan camiye doğru bir hareket başlar.  Tek bir izin geçebildiği kar yığılı sokaklardan ihtiyarlar göz ferasetiyle öksürerek yol alırlar. Eski pabuçların buzda kaymamaları için bastonlarıyla da yolu yoklayarak ilerlerler.

Köyde Kar

Yatsı namazında köyün bütün erkekleri camide olur. Günün en kalabalık vaktidir. Lüküs lamba önde yandığı için bütün gölgeler camiye yayılır. Cami iyice kalabalıklaşır.

Ortada karnı büyük kocaman bir soba vardır. Her içeri giren, etrafı tuç kesilmiş sobanın yanına uğrar; önce dizlerini sonra arkasını ısıtır ve sobaya çokta uzak olmayan bir yere oturur.

Erkekler camiye doluşunca evde kalan kadınlar ve çocuklar da komşulara ya da akrabalara oturmaya giderler. Biraz emrivaki olurdu. Önceden haber verilmeden çat kapı misafir olunurdu. Ve her ev de bunun için müsaitti. Bazen aynı eve bir kaç aile birden, birbirlerinden habersiz, oturmaya giderlerdi. Uzun gecelerin bir kaç saati böylece oturmada komşularla muhabbette geçerdi.

Çocuklar akranlarıyla tekrar bir araya gelmenin sevinciyle kendilerine ev içinde yüzük, kabak, ababız gibi oyunlar kurarak vakit geçirirlerdi. Bazen büyükleri rahatsız edecek derecede gürültü yaptıklarında yaşlılardan birisi çocukları etrafına toplar onlara dev masalları anlatırdı.

Erkekler camiden sonra postalara dağılırdı. Herkesin kendi arkadaşlarıyla bir postası vardı. Posta evi çoğunlukla sabit bir evdir. Postada nöbet vardır. Nöbet kimdeyse yatsıdan önce gelir, odanın temizliğine bakar, sobayı yakar, çay suyunu sobanın üstüne koyar camiye gider. Camiden çıkılınca sıcak bir odada muhabbet başlar.  Bazen avcılıktan, bazen mal-davardan, bazen odundan-pinavundan muhabbet uzar gider.  Kimisinin alafı bitmiştir, kimisinin unu bitmiştir, kimisinin de odunu…

Günün akşam sefası postaların dağılmasıyla sona erer. Sokaklarda meş’aleler parlamaya başlar. Artık herkes evine… Eve uğramadan önce son kez ahıra bakılır. Hayvanlardan rahatsız olan var mı, ya da doğuran inek var mı diye…Komşulara oturmaya gidenler de evlerine dönerler.  Gecenin uzun bir bölümü daha geridedir. Sobalar son kez tutuşturulur. Gaz lambalarının fitili iyice aşağı alınır. Yeni bir güne merhaba demek için, annelerin çocuklarına öğrettiği;

“Yattım Allah kaldır beni,
Nur içine daldır beni,
Yüküm ağır yolum uzak,
İman ile gönder beni.”

duasıyla rüyalara merhaba denir.

İyi geceler. 

03.04.2020 

Bir Kış Yolculuğu (21 Şubat 1990)

31. YIL DÖNÜMÜNDE

“Yirmi yedi yıldır böyle kar görülmedi. Ben otuz beş yaşındayken böyle bir kar yağmıştı.”                                                                                                    

Böyle demişti Behçet emi o gün.

   Üç günlük kar tatili verilmişti. İki gün de hafta sonu, tam beş gün tatil var demekti. Okuldan tatil haberini aldığımızda daha sabahtı. Buz kristallerini soluyarak Oltu Çayı’nın üstünden geçip yurda döndük, yurdun içi de buz gibiydi. Önceki gün ikindide yanan kaloriferler akşamdan sönmüştü.

   Köyleri yakın olan çocuklar, çantalarını sırtına vurup sıvışıyorlardı. Biraz sonra yurtta her tarafı derin bir sessizlik sardı. Kimse kalmamıştı. Aslında sekiz-on öğrenci vardık ama ağzımızı bıçak açmıyordu. Sanki hepimiz geçici bir öksüzlük duygusunu giyinmiş gibiydik. Şimdiye kadar yurttaki diğer çocukların içinde bu duyguyu unutmuşuz da onlar gidince farkına varmıştık sanki.

   Her okul dönüşü yirmi litrelik kovada çay yapardık su ısıtıcısıyla. Sonra dolap odasının kapısını kilitler, su bardaklarıyla bir güzel içerdik. Bu soğuk havada iyi de giderdi doğrusu. Ama…

   Köyün yollarının kapandığından ve arabalarının gelmediğinden emindik.  Hepimizin aklında aynı şey vardı: Ne yapıp edip köye gitmeliydik. Burada kalamazdık. Bu yurt, bu saatten sonra artık çekilmezdi. Gözümüzde zindandan farksız bir hâl almıştı.

    O yurttaki ilk sabahımızda: “Baba yiyin!” diyerek okula göndermişlerdi bizi. Sonraki günlerde de hep aynı şeyi yiyorduk.

    Öğrencinin tamamı olduğu zaman bile yeterince ihtiyaçlarımız giderilmez, yurt bir türlü ısınmazdı. Bu tatilde ise bizden başka kimse kalmadığına göre, muhtemelen, ne ısıtmak için kapıyı çalan olacaktı ne de mutfağı açmak için. Zaten kaloriferler ikindide yanar, akşam yemeğine kadar da sönerdi.

    Ya yemekler… O akşam bir fasulye vardı, tabağın içindeki fasulyeleri yakalamak için dalgıç olmak gerekirdi. Yemek, üç fasulye tanesi ve bir tas sudan ibaret. Zaten birçok arkadaşa bu yemekten de kalmadı. Onlar da çeyrek ekmeklerini alarak koridorda tatlı tatlı yediler… Sabahları ise kurtlu zeytin verirlerdi. Ben zeytin yemezdim ama arkadaşlar öyle söylerdi. Benim kahvaltım bir bardak çayla bir çeyrek ekmek idi…

   Birbirimizle konuşmadan, birbirimizin kalbini dinler gibi yavaş yavaş kirli elbiseleri çantalara koymaya başladık. Artık gitmek için hazırdık. Hazırdık belki ama bu gidiş her zamanki gidişlere pek benzemiyordu aslında. Okula gitmek, çarşıya gitmek ya da gezmeye gitmek değildi. Sonunu tahmin edemediğimiz bir yolculuğun adıydı bu. Bir yanda ailelerimizin yanına varma heyecanıyla yüreklerimiz kıpır kıpırken; öbür yanda  bir korku, bir tedirginlik, bir belirsizlik… Belki de dışarıdaki kar yığınlarına rağmen hâlâ köyün arabasının gelmiş olması umudunu taşıyorduk yüreklerimizde.

   Çantalarımız ellerimizde yurttan çarşıya yürürken, birbirimizle konuşmadan hatta göz göze gelmeden hafif adımlarla yürüyorduk. Sanki saklıyorduk birbirimizden bu gidişi. Belki de hayal kırıklığı yaşamaktan korkuyorduk. Ya gidemezsek, ya araba gelmediyse, ya bu soğuk yurda tekrar dönmek zorunda kalırsak…

   Çarşıda parlak bir güneş var: Kış güneşi. Gece yağan kardan sonra bir günde bunca karı eritmeye heveslenmiş bir güneş… Caddelerin karını aralayıp araçlara yol açan belediye araçları, şimdi de ana caddeye bakan sokakları temizlemeye çalışıyordu. Ümidimizi kırmak için seferber olmuştu sanki her şey. “Eğer ilçe merkezi böyleyse, köy yolları nasıldır kim bilir.” düşüncesiyle savaşarak ilerliyordu adımlarımız.  Yine de güneşin varlığı biraz rahatlatıyordu içimizi.

   Güneşin sert sıcağında adımlarımızı biraz daha hızlandırıp dükkânların önüne geldik. Ürkek bir tavşan gibi bakıyorduk etrafa… Kimselere sormaya cesaret edemiyor, duymak istemediğimiz gerçekle karşılaşmaya korkuyorduk. Bu yüzden tanıdık insanlardan uzak duruyorduk. Etrafa bakındıkça içimizdeki umut karanlığa büründü. Evet, araba gelmemişti…

    Dükkân vitrininin önünde güneşlenen köylülerden bir iki kişiyi gördük. Haber kötüydü… Artık güneşin varlığı da pek bir anlam ifade etmiyordu.

    Kehanete gerek  yok, arabanın gelmesi mümkün değil. Hele Oltu’ya bu kadar yağdıysa Masırik’i  Allah bilir…

   “Yirmi yedi yıldır böyle kar yağmamıştı.” Behçet emi, o dükkânın önünde elimizde çantalarla bizi biraz heveskâr görünce söylemişti bu sözü. Bizi uyarmak içindi belki de. Sanki bize biraz da bıyık altından gülmüştü.  “Gidin gidin, nenezin dügününü görürsüz.” der gibi.

   Biz Özel İdare Yurdu’nda kalıyorduk. Birlik Camii Yurdu’nda kalan öğrencilerin de gelmesiyle sayımız on beşe tamamlandı.

   Öğle vakti yaklaştıkça güneşin aydınlığı umut saçıyordu. Yapılacak şey ortadaydı: Gitmek… Evet, gitmekten başka bir çıkış yolu görünmüyordu bu toy delikanlıların gözüne… Arabasız, yaya… Burada kalmaktan daha iyiydi… O yurda geri dönmektense dağlara ferman okumaya bile razıydı yüreklerimiz.

   Gidilebilirdi… Kar çoktu ama önceki senelerde de gitmiştik. İmam Hatip Lisesi’ne başladığımız ilk yıl şubat tatiline giderken yine yollar kapanmıştı. Yine de gitmiştik… Hatta o gün öğleden önce Tabur’da maç yapmış sonra da yola çıkmıştık.  Kalenin Boğaz’a kadar bir kamyonun kasasında gitmiş, sonrasını yürüyerek bitirmiştik. O zaman da yine çok kar vardı. Hatta greyder bile karı kaldıramamış, sırtta bozulmuştu. Sonraki yıllarda da o karlı dağları aşarak varmıştık köyümüze.

   Gitme yönünde bütün tezleri sıraladık. Hatta dükkânların yanındaki boş arsada – o zamanlar kömür satılan, otopark olarak kullanılan bazen de Kısıkderelilerin at arabalarını çektikleri bu arsada şimdilerde boş yer kalmamış-  kar üzerinde denemeler, sınamalar yaptık. Karı ölçüp biçtik, içine girip gezindik ve karın ancak dizlere kadar çıktığını görünce gidilebileceğine karar verdik. Artık kimsenin itirazı kalmamıştı.  Mutabakat sağlandı, gidilecekti. 

   “Şöş (şose yol) açılmıştır.  Şöşü bir araçla çıkarsak gerisini yürüyerek aşarız.” Bu fikirde de mutabık kaldık. Şimdi tez elden bir araç bulunmalıydı.  Huvaklı arabacıya iki kişi gönderdik. Adam önce kabul etmemiş ama arkadaşlar ısrar edince: “Araba nereye kadar giderse, oraya kadar…” demiş.

   Öğleden önce yola çıkılmalı. Zîra yol uzun, gün kısa.

   Arabacı, Birlik Cami’nin yanına gelecek, Birlik Cami’de kalan arkadaşlar da yurttan çantalarını alacaklar, buradan yola çıkılacak; plan bu…

   Plan bu da, Ali Hoca’ya yakalanmak kimsenin aklının ucundan bile geçmiyordu.  Biz arabanın geleceği yerde beklerken öğle namazına da az bir zaman kalmıştı. Birlik Cami talebeleri de çantalarını alıp yola çıkıyorlardı ki, namaza gelen Ali Hoca’ya yakalandık.  

   Hoca kızarak : “Yersiz yurtsuz mu kaldınız? Bu kar kış kıyamette nereye gidiyorsunuz, hayvan oğlu hayvanlar ?” deyince her birimiz yere bakmıştık. Bir kısmımız caminin altına, bir kısmımız da tuvaletlere kaybolduk. Hoca bizim vazgeçtiğimizi düşünerek camiye girdi. Ezan okununcaya kadar bekledik. Araba Sinem Market’in  -şimdilerde Yangunci Memmet eminin dükkanının yeri-önünde bizi bekliyordu. Ezan okununca zaman kaybetmeksizin atladık arabaya…

   Uçuyorduk artık… Daha bizi kimse engelleyemezdi. Hoca camiden çıkana kadar biz İğdeli’nin önüne varmış oluruz, düşüncesindeydik.

   Eski model pikap arabanın arkasına dolduk. Dağ taş bembeyaz, öğlenin güneşiyle pırıl pırıl bir hava. Gökyüzünde bir parça bulut yok. Göz alıcı bir gelin(lik) gibi duruyor dağlar karşımızda…

Arabacı şöşü bitirince köy yoluna hiç girmeden bizi bırakıp: “Benden bu kadar!” dedi ve parasını alıp döndü. Bu arada Çelebi’yi arabayla geri gönderdik.  Kışın o gününde ceket bile almamış sırtına, üstelik daha yeni banyo yaptığı için saçları bile kurumamıştı. O gün yaptığımız en akıllı işti belki de bu.

  Şöşden köye ayrılan yol artık ayaklarımız altındaydı. Önümüzdeki uzun yol ve kısa zaman hiç aklımıza gelmiyordu ve doğrusu umursamıyorduk. Çıktık ya yola, Allah kerimdir… Nasıl olsa gideriz…

    İğdeli’nin önüne kadar ne yola baktık ne de zamana… Hâlâ kaçar vaziyetteyiz. Kalenin Boğaz’a vardığımızda gözden ıraklaşmış olup selamete varacağız sanki. İğdeli köyünün önünü de  hızlı  ve kaçar adımlarla geçtik. Ta ki kalenin önüne geldiğimizde kendimize geldik ve aç olduğumuzun farkına vardık.

    İğdeli’den ekmek mi isteseydik acaba?   Yol çok uzundu ve akşamdan beri yemek yememiş arkadaşlar vardı. Karınlarından zil sesleri geliyordu. Diğerleri de tok değil amma hiç olmasa sabah kahvaltısı yapmışlardı. Eşref ve Hasan (Aktaş)’ı geriye, İğdeli köyüne gönderdik ekmek almaları için. Biz de  ikindi girmeden öğle namazımızı kalenin dibinde eda edelim diye düşündük.   Derede karların kapattığı buzu kırıp altından akan suyla abdestimizi aldık ve karların üstünde namaz kıldık.

   Birazdan arkadaşlar elleri boş döndüler. Köye girememişler, köpeklerden yaklaşamamışlar. Ekmek getiremediler, yoruldukları da cabası oldu…

   Döndük yeni yapılan yollara doğru. Ağzımıza dayanmış yüksek bir dağ var artık karşımızda. Eskiden hep bu dağdan aşarlarmış. Hele kış günü bir hasta varsa, doktora ulaşması gerekiyorsa, sedyelerle bu derelerden aşağı taşırlarmış. Araba yolu yapıldıktan sonra, yollar açık oldukça arabalar iş görürdü ama şimdiki gibi yollar karla kapalıysa, o zaman da iş yine ayaklara düşerdi.

   İş ayaklara düşmüştü yine.  Kalenin önünden tırmanış başladığında ikindi vakti de girmişti. Yolların kılıcında tek sıra yürüyorduk. Karla beraber esen tipi, yolların kenarını açmış ve karı kuytu yerlere, dibe köşeye basmıştı. Bu bizim için harika bir şeydi ama tipinin bize sunduğu bu iyilik çok uzun sürmedi..  Şeb Taşı’nın önüne çıktığımızda kar yığınları iyice çoğaldı ve dizlerimizdeki takat sınırını zorlamaya başladı. Üstüne açlık, yorgunluk ve halsizlik de iyice baş göstermeye başlayınca bazılarımızda: “Bu yol bitmez!” kanaati hasıl oldu. Artık açlıktan güneşin kar üstündeki son parıltılarını yıldız olarak görmeye başlamıştık. Gözlerimiz kar beyazlığına doymuştu. Sırta yaklaştıkça çoğalan çam ağaçlarının haki gövdeleri bize yol göstermeye başlamıştı.

   Şeb Taşı’nın önünde yolumuzun birinci merhalesini bitirmiş sayılırdık. Yolculuğumuzun en güzel, en zevkli ve takatimizin yerinde olduğu kısmı geride kalmıştı. Zevkli dediysek sonraki kısma göre…

     İkinci kısımda yorgunluk, açlık, ümitsizlik belirtileri başlamıştı. Güven, Oltu’da başladığı vaaza buradan devam ediyordu. Muammer’i bir abi edasıyla sırtına aldığında en fazla üç adım atabilmişti.

   Badıraz’ın sırta dönen büyük viraja geldiğimizde,  Orcuk’un tepelerinden son gülümseyişini sunan Güneş, bizi virajdaki büyük yarın kar almamış oyuğunda sıraya dizdi. Birazdan bize veda edecek ama son veda olmasın diye dua ediyoruz.

   O oyukta güneşin son hüzmelerine bakarken; yorgunluktan, açlıktan ve ayaklarımızdan başlayan donma belirtilerinden gözlerimizin kapağını kaldıramıyoruz. Sanki günlerdir uyumamışız gibi üzerimize çöken uykunun ağırlığı belki tonlarca yüke bedeldi. “İnsan donarken ilk önce uyku basarmış.” dedi bir arkadaş. Ümitsizliğin ilk belirtileri başlamıştı. Korkunç ve ürkütücü bir istek: “Beni bırakın da gidin!” Bu ses içimizden yükselince ürperdik. Bu korkuyla, ha gayret, dedik.

   Her şeye rağmen ha gayret, dedik…Toparlanıp yola koyulduk.

   Sırta çıkmıştık artık. Alacakaranlıkta yola devam ederken karın vahametini daha yeni anladık.

Tam sırtta önümde yol açan İlhami’yi hatırlıyorum. Ta omuzlarına çıkan kar yığınını omuzlarıyla sağa sola, ileri geri yaparak açıyordu. Sonra adım atıyordu. Biz de arkasından tek iz gidiyorduk. O, uzun boyuyla tek kahramanımızdı. Evet, o günün kahramanı…

   Hani arabayla giderken çamların arasından süzülen, arabanın penceresinden içeriye dolan berrak, soğuk/serin mis gibi köy kokusu var ya işte ona ulaşmıştık. Sanki bir adım sonrası köy… Bir adımdan daha fazla şeylerin bizi beklediğinin farkındaydık ama serde delikanlılık vardı, düşünmüyorduk. Bu topraklar bizimdi; bu dağlar, bu tepeler… Bu dereler joğunu, bu bayırlar telhacını bize verirdi. Bu yollar şimdi bize yol mu vermeyecekti?..  Daha dün gibi hatırlıyorum şu karşı ormanın içinden çıkardığım öküz arabasını… O orman da bizim…

    Dağ bizi tanıyordu, yol bizi tanıyordu ama kar bizi tanımıyordu;  yolumuzu kar kapatmıştı.

    Masmavi bir ayaz etrafımızı kuşatırken meşhur Gannimerekler’deki virajlara kadar inmiştik. Kar iyice ağırlaştı, ben artık ayaklarımı hissetmiyordum. Odun gibiydiler. Vücut sıcaklığımız yorgunluktan dolayı hararetli olsa da kar içinde saatlerdir göremediğimiz ayaklarımızı hissetmiyorduk…

   Tek iz üzerinde on beş can… Arka arkaya sıralanmış on beş can… En önde İlhami, arkasında beraber ilerleyen bir grup, sonra kuyrukta bir kopma var, arkada bir grup. Ben arka grubun önünde biraz yalnızım. Arkada Hasan, Recep, Eşref, Muammer ve başkaları var. Arkada durum biraz vahim görünüyor. Bir ümitsizlik hakim. Hasan, ‘benden sonraya kimse kalmasın’ diye en arkada geriye kalanları gayretlendiriyor. Öndekilerden belli belirsiz sesler geliyor sonra onlar da susuyor.

     Ve sessizlik… Çamlar zikrini bitirip hırkasına sarılan dervişin sessizliğine bürünmüş, çamdan çama konuşan kuşların sesi donmuş, karşı yamacın gözesinden çağıldayan suyun sesi donmuş. Hilkat lal kesilmiş! Birazdan yaşanacak olana mı kulak kesilmiş acaba? Bir huzurun sesi mi bu?

     Birazdan mı?.. Aman Allah’ım korkunç şeyler yaşıyorum suskunluğumda. Susmasam mı yoksa, bir türkü mü patlatsam? Yol biter mi yoksa teker teker mi döküleceğiz yollara?..  Yok yok bu ihtimali düşünmemeliyim. Allah bizimle beraberdir…

    Karşı yamaçta çam ağaçlarının arasında eski bir yol var. Yıllardır kullanılmayan bu yol sırta kestirme olarak çıkıyor. Bir çocuk bu eski yoldan seher vakti bir araba çıkarıyor. Uykusuna doymamış belli. Arabanın sesini ninni olarak algılıyor. Her bir takırtıda düşmemek için arabanın kazıklarına iyice sarılıyor. Arkasında başkaları da var. Güneş doğmadan Hüsüpens’e  varması lazım. Babası, arabayı sazlayıp öküzleri koşmuş ve çok erkenden gitmiş. Sapı toplayıp bağlayacak, araba geldiğinde hazır olsun diye. Kuşluk vaktine geri köye dönerse harmanda bekleyen sapların gemi sürülecek….

      Arkadan gelenlerin sesleri hayallerime karışıyor, rüyaya karışan sesler gibi. Kim kime ne diyor, dinlemiyorum. Sadece karışık sesler var, suskunluğuma dünyayı hatırlatan belli belirsiz sesler…

     Bir ara kafayı kaldırıp baktığımda birinci gurubun arayı açtığını gördüm. Kestirmeden inerken koltuklarıma kadar kara battım. Ayaklarım yerden kesildi. Dünyaya dokunamıyorum. Bir boşlukta kanatlandım… Bir ileri bir geri, yuvarlandım dünyaya. Benim arkamdan gelenlerde izlerimden indiler ama biraz sonra Recep, ayağında ayakkabısının olmadığını fark etti. Nerede çıktığını bilmiyordu. Hasan, boynundaki atkıyı Recep’in ayağına sardı ama az sonra o da kayboldu.

     Önden bir ses karanlık dereye doğru umutsuzca inledi.

    “Kimse yok muuuu?”

     Kimsenin olmadığını bile bile bağırdı.

     Ali’nin sesiydi, çamların arasından geçti ve karanlıkta kayboldu. Kimse kulak asmadı bu sese. Kimse zaten yoktu. Kim olacaktı.

   Ama o da ne! Ali’nin sesi yankı mı yapmıştı yoksa biz hayal mi görüyorduk. Aşağıdan bir ses cevap veriyordu. Herkes bir anda durdu. Birbirimize bakışıyoruz. Sanki, benim duyduğumu sen de duydun mu, der gibi. Sessizlik…Sesin devamını bekliyoruz. Yalan mıydı yoksa?

    Birazdan bir ses karanlığı aydınlatarak, karlı yolları yararak, canlara can katarak, şefkatle kulaklarımıza ulaştı: 

    “Gelin oğul, gelin!”

    Kul daralmayınca Hızır yetişmezmiş.   Evet, gelenler var. Yaşasın!

   Hüseyin (Sancar) emi, Neşet (Acar) emi (Allah her ikisine de gani gani rahmet etsin) ve Fikri (Altaş) emi birazdan yanımızdaydılar.

    …

   Ali hoca, ikindi namazına gelince  Çelebi’ye  (Kadir) bizi soruyor, o da: “Gittiler.”  deyince biraz kızıp bağırıyor, sonra da: “Git Servetgilden bir telefon aç bak gitmişler mi?” diye gönderiyor.  Telefon açıp Guzik İbrahim emiye (Allah rahmet etsin)söylüyorlar. O da camiden çıkan cemaate durumu söylüyor. İşte bu üç kişi o zaman yola çıkıyorlar ve çığları yararak anca gelebiliyorlar.

   Hüseyin emi elindeki poşetten küçük parçalar halinde ekmek çıkararak bize verirken: “Calalarını verim de cana gelsinler.” diye espri yapıyordu. Her üçü de bize moral verici sözler söylüyorlardı.

   Neşet emi birazdan Muammer’i arkasına aldı. Bir taraftan yürürken bir taraftan da konuşturmaya çalışıyordu. “Hafiz bismillah çek, hadi, lâ ilahe illallah  de…” diyerek kendinden geçmemesi için uğraşıyordu.

   Cumanın Pungarı’na geldiğimizde büyük çığları görüyoruz. Bizim yorgun ayaklarla aşamayacağımız büyüklükte çığlar gelmiş ve yolu kapatmış. İşte o zaman anlıyoruz aşılmaz yollarda Hızır’ın hizmetini.

    Çığlar bizi kurtarmaya gelenleri biraz uğraştırmış. Biz de açılan yoldan kolayca geçtik. Biz ilerledikçe bizi karşılamaya gelen insan sayısı artıyor. Kabanın Başı’nda sanki bütün köy yollarda, herkes tek sıra halinde bize doğru geliyor.   Akşam ezanından önce minareden anons yapılmış, haberi alan düşmüş yollara.

    Birisi arkadan gelenlere bağırıyor:  “At getirin, gelemeyenler var!”  Kulaktan kulağa bu ses taa köye kadar ulaşıyor. Köyden çığlıklar yükseliyor. “Dondu mular?..”

    Kalabalık tek sıra halinde yürüyor. Herkes kendi yakınını, öğrencisini görmek, bulmak için tek izden bir adım geride durarak karanlıkta seçmeye çalışıyor.

  Köprünün Başı’ndaki o manzarayı hatırlıyorum. Anlatılmaz bir kargaşa, kalabalık, gürültü, şamata… Sesler birbirine karışıyor. Kimisi ağlıyor, kimisi şükrediyor, kimisi sövüyor, kimisi kendi çocuğunu soruyor: “Bizim hafiz de geldi mi?”

   Bu kadar insan gelince eve gitmek kolaylaşıyor.

   Bu arada evde benim ayakkabıları keserek ayaklarımdan çıkardılar. Tabi ki birçok arkadaşım için de durum aynıydı.

    Evet, tam otuz bir yıl oldu. O kar bir daha yağmadı.  

                                                                                                   Zakir ALKAN

NOT: Yukarıda anlatılan hikaye 1990 yılının şubat ayının üçüncü haftasında (21.02.1990) aynen yaşandı.

Eksikleri var. Biz orta üçte idik. Ara tatil bitmişti. Bir hafta okula gittik, sonraki hafta bu kar tatili verildi.

Ben sadece benim hissiyatımla yazdım. Bu yolculuğa katılan 15 arkadaş vardı. Muhakkak ki onların gözlem ve anlatımı daha farklı olabilirdi.

O dönemde köyümüzden Oltu’da okuyan 30-40 civarında öğrenci vardı. Kahir ekseriyyeti hafız idi. Bu yolculuğa katılanların (ikisi dışında) da hepsi hafızdı. 

Bir Ali Hoca’nın tepkisini ve bizden sonra Oltu’daki durumu kısa geçtim, bir de köydeki bekleyişi, çocuğunu bekleyen ailelerin durumunu ve de yardım için yola çıkanların yaşadıklarını bu hikayeye sığdıramadım. Belki bunlar da başka bir hikayenin konusu olabilir.

Tabi biz köye vardığımızda ayaklarımızdaki donmaya karşı yapılan ilaçlar, işlemler de sonraki hikaye de anlatılabilir.

Bu yolculuğa katılanlar:

İlhami Akpınar

Ali Kaya

Eşref Altaş

Hasan Aktaş

Zakir Alkan

Güven Akçay

Muammer Akçay

Mustafa Sancar

Hasan Sancar

Hasan Kaya

Şükrü Kaya

Musa Acar

Ömer Ağırman

Recep Kaya

Ali İhsan Şimşek

Birkaç Fotoğraf

Musa ve Murat Acar kardeşlerin dükkanında çektiğim hatıra fotoğraflardan bir kaçını paylaşmak istedim. Son resim Saatçi Ali Cengiz’den.

birkac_fotograf (11)
birkac_fotograf (8)
birkac_fotograf (1)
birkac_fotograf (2)
birkac_fotograf (6)
birkac_fotograf (7)
birkac_fotograf (4)
birkac_fotograf (3)
birkac_fotograf (9)
birkac_fotograf (12)
birkac_fotograf (10)
birkac_fotograf (13)
birkac_fotograf (11) birkac_fotograf (8) birkac_fotograf (1) birkac_fotograf (2) birkac_fotograf (6) birkac_fotograf (7) birkac_fotograf (4) birkac_fotograf (3) birkac_fotograf (9) birkac_fotograf (12) birkac_fotograf (10) birkac_fotograf (13)

Oltu’da Bir Düğünden Kalan Kareler…

Yaz aylarında Oltu’da düğününü yaptığımız Hasan kardeşimizin düğününde çekmiş olduğum fotoğrafları paylaşmak bugün nasip oldu.
Hasan kardeşimize bir ömür boyu mutluluklar dilerken sizleri köyümün insanıyla başbaşa bırakıyorum.

oltu_dugun_2013 (3)
oltu_dugun_2013 (2)
oltu_dugun_2013 (4)
oltu_dugun_2013 (1)
oltu_dugun_2013 (6)
oltu_dugun_2013 (8)
oltu_dugun_2013 (7)
oltu_dugun_2013 (5)
oltu_dugun_2013 (9)
oltu_dugun_2013 (11)
oltu_dugun_2013 (10)
oltu_dugun_2013 (13)
oltu_dugun_2013 (14)
oltu_dugun_2013 (16)
oltu_dugun_2013 (15)
oltu_dugun_2013 (17)
oltu_dugun_2013 (12)
oltu_dugun_2013 (18)
oltu_dugun_2013 (19)
oltu_dugun_2013 (21)
oltu_dugun_2013 (20)
oltu_dugun_2013 (23)
oltu_dugun_2013 (22)
oltu_dugun_2013 (24)
oltu_dugun_2013 (25)
oltu_dugun_2013 (27)
oltu_dugun_2013 (26)
oltu_dugun_2013 (28)
oltu_dugun_2013 (29)
oltu_dugun_2013 (31)
oltu_dugun_2013 (30)
oltu_dugun_2013 (33)
oltu_dugun_2013 (34)
oltu_dugun_2013 (35)
oltu_dugun_2013 (32)
oltu_dugun_2013 (36)
oltu_dugun_2013 (3) oltu_dugun_2013 (2) oltu_dugun_2013 (4) oltu_dugun_2013 (1) oltu_dugun_2013 (6) oltu_dugun_2013 (8) oltu_dugun_2013 (7) oltu_dugun_2013 (5) oltu_dugun_2013 (9) oltu_dugun_2013 (11) oltu_dugun_2013 (10) oltu_dugun_2013 (13) oltu_dugun_2013 (14) oltu_dugun_2013 (16) oltu_dugun_2013 (15) oltu_dugun_2013 (17) oltu_dugun_2013 (12) oltu_dugun_2013 (18) oltu_dugun_2013 (19) oltu_dugun_2013 (21) oltu_dugun_2013 (20) oltu_dugun_2013 (23) oltu_dugun_2013 (22) oltu_dugun_2013 (24) oltu_dugun_2013 (25) oltu_dugun_2013 (27) oltu_dugun_2013 (26) oltu_dugun_2013 (28) oltu_dugun_2013 (29) oltu_dugun_2013 (31) oltu_dugun_2013 (30) oltu_dugun_2013 (33) oltu_dugun_2013 (34) oltu_dugun_2013 (35) oltu_dugun_2013 (32) oltu_dugun_2013 (36)

2013 Dağ Gününden İnsan Manzaraları…

Gecikmeli de olsa dağ gün çektiğim resimlerden bir kısmını sizinle paylaşıyorum.

Zakir ALKAN

2013_dag_resimleri (1)
2013_dag_resimleri (4)
2013_dag_resimleri (6)
2013_dag_resimleri (8)
2013_dag_resimleri (3)
2013_dag_resimleri (5)
2013_dag_resimleri (7)
2013_dag_resimleri (9)
2013_dag_resimleri (2)
2013_dag_resimleri (10)
2013_dag_resimleri (12)
2013_dag_resimleri (11)
2013_dag_resimleri (13)
2013_dag_resimleri (16)
2013_dag_resimleri (17)
2013_dag_resimleri (15)
2013_dag_resimleri (18)
2013_dag_resimleri (14)
2013_dag_resimleri (19)
2013_dag_resimleri (20)
2013_dag_resimleri (22)
2013_dag_resimleri (27)
2013_dag_resimleri (24)
2013_dag_resimleri (23)
2013_dag_resimleri (21)
2013_dag_resimleri (25)
2013_dag_resimleri (26)
2013_dag_resimleri (28)
2013_dag_resimleri (29)
2013_dag_resimleri (33)
2013_dag_resimleri (34)
2013_dag_resimleri (32)
2013_dag_resimleri (30)
2013_dag_resimleri (31)
2013_dag_resimleri (36)
2013_dag_resimleri (35)
2013_dag_resimleri (37)
2013_dag_resimleri (38)
2013_dag_resimleri (45)
2013_dag_resimleri (41)
2013_dag_resimleri (39)
2013_dag_resimleri (42)
2013_dag_resimleri (40)
2013_dag_resimleri (44)
2013_dag_resimleri (43)
2013_dag_resimleri (46)
2013_dag_resimleri (47)
2013_dag_resimleri (48)
2013_dag_resimleri (51)
2013_dag_resimleri (49)
2013_dag_resimleri (50)
2013_dag_resimleri (52)
2013_dag_resimleri (53)
2013_dag_resimleri (54)
2013_dag_resimleri (55)
2013_dag_resimleri (56)
2013_dag_resimleri (57)
2013_dag_resimleri (59)
2013_dag_resimleri (58)
2013_dag_resimleri (60)
2013_dag_resimleri (61)
2013_dag_resimleri (62)
2013_dag_resimleri (63)
2013_dag_resimleri (64)
2013_dag_resimleri (65)
2013_dag_resimleri (66)
2013_dag_resimleri (67)
2013_dag_resimleri (68)
2013_dag_resimleri (71)
2013_dag_resimleri (70)
2013_dag_resimleri (72)
2013_dag_resimleri (69)
2013_dag_resimleri (73)
2013_dag_resimleri (74)
2013_dag_resimleri (75)
2013_dag_resimleri (76)
2013_dag_resimleri (78)
2013_dag_resimleri (77)
2013_dag_resimleri (79)
2013_dag_resimleri (1) 2013_dag_resimleri (4) 2013_dag_resimleri (6) 2013_dag_resimleri (8) 2013_dag_resimleri (3) 2013_dag_resimleri (5) 2013_dag_resimleri (7) 2013_dag_resimleri (9) 2013_dag_resimleri (2) 2013_dag_resimleri (10) 2013_dag_resimleri (12) 2013_dag_resimleri (11) 2013_dag_resimleri (13) 2013_dag_resimleri (16) 2013_dag_resimleri (17) 2013_dag_resimleri (15) 2013_dag_resimleri (18) 2013_dag_resimleri (14) 2013_dag_resimleri (19) 2013_dag_resimleri (20) 2013_dag_resimleri (22) 2013_dag_resimleri (27) 2013_dag_resimleri (24) 2013_dag_resimleri (23) 2013_dag_resimleri (21) 2013_dag_resimleri (25) 2013_dag_resimleri (26) 2013_dag_resimleri (28) 2013_dag_resimleri (29) 2013_dag_resimleri (33) 2013_dag_resimleri (34) 2013_dag_resimleri (32) 2013_dag_resimleri (30) 2013_dag_resimleri (31) 2013_dag_resimleri (36) 2013_dag_resimleri (35) 2013_dag_resimleri (37) 2013_dag_resimleri (38) 2013_dag_resimleri (45) 2013_dag_resimleri (41) 2013_dag_resimleri (39) 2013_dag_resimleri (42) 2013_dag_resimleri (40) 2013_dag_resimleri (44) 2013_dag_resimleri (43) 2013_dag_resimleri (46) 2013_dag_resimleri (47) 2013_dag_resimleri (48) 2013_dag_resimleri (51) 2013_dag_resimleri (49) 2013_dag_resimleri (50) 2013_dag_resimleri (52) 2013_dag_resimleri (53) 2013_dag_resimleri (54) 2013_dag_resimleri (55) 2013_dag_resimleri (56) 2013_dag_resimleri (57) 2013_dag_resimleri (59) 2013_dag_resimleri (58) 2013_dag_resimleri (60) 2013_dag_resimleri (61) 2013_dag_resimleri (62) 2013_dag_resimleri (63) 2013_dag_resimleri (64) 2013_dag_resimleri (65) 2013_dag_resimleri (66) 2013_dag_resimleri (67) 2013_dag_resimleri (68) 2013_dag_resimleri (71) 2013_dag_resimleri (70) 2013_dag_resimleri (72) 2013_dag_resimleri (69) 2013_dag_resimleri (73) 2013_dag_resimleri (74) 2013_dag_resimleri (75) 2013_dag_resimleri (76) 2013_dag_resimleri (78) 2013_dag_resimleri (77) 2013_dag_resimleri (79)

Hayalin Fotoğrafı…

Kaybolan fotoğraflarımız vardır. Fotoğrafı nereye koyduğumuzu, ne zaman çektiğimizi hatırlayamayız bir türlü.

Ama fotoğraf zihnimizin bir köşesinden doyamadığımız tatlı bir rüya gibi bazen gözlerimizin önüne gelir. Raflarda kaybolan siyah beyaz fotoğraflardan biridir sadece. Bir çocukluk hatırası, ya da gençlik macerası…

İşte öyle bir fotoğraf; ne zaman çekildiği de meçhul.

Ben, o fotoğrafı çocukluk yıllarımda görmüştüm. Hafızamda çok canlı dursa bile, her hatıra gibi, biraz yırtılmış, üzerine yapıştırılan yapıştırıcının izleri kalmış, siyah beyaz?

Bir ikindi öncesi köprüyü geçip de keşlerle kabana doğru yürüyen birinin, çok ilerlemeden çeyrek viraja geldiğinde Çerme?yi gören yerden çekmiş olduğu bir fotoğraf.

Fotoğrafa ilk baktığında kabaca; Çerme, Çermenin üstünde yol, Çerme tarlaları, Büyükhösengin dere, mezarlığın az kısmı ve köyün son evinin bir kısmı görünüyor.

Fotoğrafın seksenli yılların başında ya da daha öncesinde çekildiğini düşünüyorum. Kış ayları yeni bitmiş; yaza ise daha çok var, bahar öncesi nisan başı gibi bir zamanda çekilmiş.

Karşı güneylerde toprağı ısıtan tatlı bir ikindi güneşi varken, güneş görmeyen kısımlarda kar, kış uykusunda. Yoldaki davar sürüsü, güney bayırlarda karçiçekleri ve bazı küçük yeşilliklerin uyanmış olduğunu düşündürüyor. Davarın bir kısmı köye varmış bir kısmı fotoğrafın içinde. Çoban ve arkasından yürüyen iki çocuk ?köye dönen davar? manzarasını tamamlıyor. Muhtemelen çocuklar, çobanın kucağındaki ya da heybesindeki kuzularla ilgileniyorlar. Kuzu görmediklerinden değil, kuzuların sahibinin merak ediyorlar. Müjde götürecekler?

Davarın tam arkası görünseydi belki oduncuları da görecektik. Mağda odun kalmayınca güneylerden karaağaç, palut, çalı ?çırtı ne buldularsa getiren oduncuları?.

Fotoğrafa yakından baktığımızda Çukur tarlaya aşağı inen bazı izlerin var olduğunu görüyoruz. Davar aşağıdan geldiğine göre bu izlerin geven getirenlere ait olduğunu düşünüyorum. Fotoğraf biraz daha önce çekilmiş olsaydı çukur tarlaya aşağı geven getiren bir kısım insanlar da objektife takılacaklardı.

Çerme?de esvap yıkayan kadınlar fotoğrafta ana temayı oluşturuyor. Çerme?de suyun, buzun altından çıkarak güneşle buluştuğu yerde çamaşır yıkayan biri çocuk ikisi kadın üç kişi görünüyor. Çocuk elleri beyaz sal taşın üzerine yürürken boynunu bükmüş yanındaki kadına bakıyor. Annesinin gönderdiği üç-beş parça çocuk bezini buz kesen suda yıkarken yanındaki abladan kil mi istiyor acaba? Ya da ablanın için için ağladığına şahitlik mi ediyor.

Hemen gelirim, diye evde bıraktığı bir çift yavruyu mu düşünüyor, yoksa bir derdi mi var, içini kemiren, yüreğini yakan, kimselere anlatamadığı bir dert? Selgahtaki taşlara, gidip geri dönmeyen Çerme?nin sularına mı anlatıyor? Kimseler görür diye dökemediği gözyaşlarını çermeye mi döküyor? Belki de buz gibi suyun yaktığı parmaklarının acısına ağlıyordur?

Fotoğraf, siyah beyaz olmasa belki, isli teneke de kendini koca taşlardan ayıracak, altındaki daha sönmemiş közleriyle gün görmemiş buzun suyuyla üşüyen yüreğimizin korlarına su serpecek.

Yolun altında bahar güneşiyle kurumuş olan çermeye suya gelen tosunların eşelendiği toprak üzerinde oynayan iki çocuk da fotoğraf içine girmiş. Çamaşır yıkayan kadınların çocuklarıdır. Lastik ayakkabıları ellerinde, yumuşak toprakta uzaklara, adı gurbet olan diyarlara, yollar yapmışlardır.

Annelerine müjdeler getirmek için?

Bir Kış Hatırası…

2004 yılının kış aylarında köyde yapılan bir futbol turnuvası yapılmıştı. Resimleri vardı. Bu kış gününde bir hatıra olarak paylaşmak istedim.

Takımları hatırlamak için OLTULULARIN SESİ gazetesine başvurdum.
Gazetede haber olarak yayınlanmıştı. Manşete de zaten gazetenin haberini koydum.

Haber şöyle: “yoğun kar yağışının Türkiye’yi esiraldığı günlerde İnci Köyü İlköğretim Okulu Aile Birliği köy takımları arasında futbol turnuvası düzenledi.
Turnuvaya altı takım katıldı. Katılan takımlar:

Avcılar
Kayalar
Sevgi Spor
Kartal spor
Gültepe Spor
Bovli Spor

Turnuvanın hakemliğini öğretmenler yaptı.
Centilmence ve kardeşçe yapılan maçların sonunda birinci olan GÜLTEPE SPOR’A kupası verildi. İkinciliği ise Sevgi Spor aldı.

Turnuvayı düzenleyen okul aile birliği başkanı Hasan ACAR, “bu gibi faaliyetlerin yıl içinde artarak devam edeceğini söyledi”.

Bayramın Kapısı…

Bayram, bayramlarımız, her aklımıza gelince “Bayram o bayram ola” deriz de niye olmaz, o bayramlara niye dönüş yoktur? O bayramlar ne bayramdı? Ne kaldı o günlerden?

Her insan için çocukluğu farklıdır. Her şeyin tadında yaşandığı çağdır. İşte bayramlarda o çağın bayramlarıdır.

Ben, 80’li yılların başlarında (dile kolay da, nerdeyse otuz yıl olmuş) yaşadım o günleri. Herkes kendi çocukluğunda yaşadı o bayramları.

Eski cami vardı o zaman. Tahta minareli cami. Giriş kapısı hemen minarenin altındandı. Kapının dış tarafında ayakkabılık ve tabutların konulduğu yer tahtalarla çevriliydi. “Bayramın kapsına” giderdik. İşte o tahtaların arasından kapının açılmasını beklerdik.

Aslında bayram şafakla birlikte başlardı. Babam gece yarısından hazırlanır, abdestini alır, sessizce çıkardı. Kapının dışarıdan çekilmesi beni derin uykulardan bir nebze uyandırsa da biraz sonra cami hoparlörünün sesiyle anca kendime gelebilirdim.
Babam gazel okumaya başlayınca bayram da başlamış olurdu. Önceleri bayram sabahı gazellerini tek başına okurken kur’an kursunun açılmasıyla öğrencilerde eşlik etmeye başladı bu kutsal melodiye… Halen daha devam eden bu gelenekle kur’an kursunda okuyan ve okumayan birçok çocuk mikrofonu eline alma fırsatı yakaladı.

Sabah ezanıyla birlikte yukarı mahalleden, aşağıdan, her taraftan insanlar, akın akın camiye koşarlardı. Sabah namazını kılanlar camiden çıkmaz bayram namazını beklerlerdi. Eski cami dolup taşardı.

Evlerden en son biz çıkardık, çocuklar. Caminin içine bizi almazlardı biz de caminin dışında beklerdik. Zaten biz, camiye değil bayramın kapsına gelirdik.

Bayram sabahı büyükler camide bayram namazını kılarlarken biz sabah erkenden bayramlık elbiselerimizle caminin kapısında buluşurduk. Buna “caminin kapısı” demez “bayramın kapısı” derdik. Sadece o sabah için böyle söylerdik. Herkes cıcıklı yeleklerini, sandıktan çıkan pantolonlarını giyerek gelmiştir.

Bir gün önceden harçlıklarını kapanların bellerinde bir de mantar tabancası vardır. Arada hava atmak için çıkarıp da tetiğe dokundular mı, ses bütün köyde yankılanırdı. Camidekilerden biri hemen dışarı fırlar (çoğu zaman Ramazan emi yapardı bu işi. Caminin sükûnetinden huzurundan sorumluydu.) hepimizi taa haytagilin sokağa kadar sürerdi. Tekrar caminin giriş kapısına gelip tahtaların arkasından caminin dağılmasını beklerdik. Cami dağılınca da birçoğumuz büyüklerden önce sevinçle eve koşar haber verirdik caminin dağıldığını.

Ramazan bayramıysa bulgur pilavı pişmiş beklemekte. Adı bayram pilavıdır artık; yanında hoşafı vardır. Eğer kurban bayramıysa önce kurbanlar kesilirdi. Genelde küçükbaş hayvanlar kesildiği için sabahın erken saatlerinde et kokusu dalga dalga yayılırdı köyün üstünde.

Biz çoğu zaman evdeki büyüklerin ellerini öpmeye bile fırsat bulamazdık. Ya da bunu yapmazdık. Hemen mahalleden bir iki arkadaşla evleri dolaşmaya başlardık. Bütün köyü gezip el öperdik. Yol üstünde, cami önünde ya da dükkânların kapısında rastladığımız herkesle bayramlaşırdık. Bazen bir kişiyle iki defa üç defa bayramlaşırdık; farklı yerde farklı kişiler arasında rastladığımızda.
Bir defasında şoför Hasan abinin kardeşi Ahmet abiyle tam dört defa bayramlaştık. Sonuncu da bir evde ziyarette o oturuyordu, ben sıradan geçince herkesi;
“Bu gün sennen kaç defe bayramlaştuğ, bu son olsun.” dedi.

Bir de şeker toplardık şimdiki çocuklar gibi. Kağıtlı şeker yoktu çoğu evde çay şekeri tutarlardı, akide şeker en iyi şekerdi. Ama onu da ceplere koyamazdık erir diye. Poşet bulamazdık, arefe gününden naylonlardan poşet dikerdik.

Golcilerin(ormancı) evine sürü halinde giderdik. Kapıda çocuk eksik olmazdı. Çünkü onlar hem kolonya dökerlerdi, hem de kâğıtlı şeker verirlerdi.

Bayram günlerinde ikindi olunca millet, davul sesiyle yeniden şenlenir, ya Cirese yada Suderesine toplanırdı. Rahmetli Züfer eminin zurnasıyla Hayta Memmet eminin davuluyla bayramlara bayram katardık.

Söyleyin sizin bayramlar bundan daha mı iyi?
Ya da siz böyle bayramlar yaşadınız mı?
Şimdi var mı böyle bayramlar?

Bayram gelmiş neyime
Aman aman garibem.
Kan damlar yüreğime
??
BAYRAMINIZI KUTLUYORUM…

“Mal Mağarabaşına Çıktı..”

Geçen gün köyden yeni resimler geldi. Mal mağara başına çıkmış. Resimlerde tabi ki bu haberle ilgili.

Resimlere baktım? uzun uzun baktım. Çok gerilere gittim.
İlkokul yıllarıma, hodaklık yılları?

Bizim ilkokul yıllarımızda köy okulları erken tatile girerdi. Yaklaşık bir ay önce tatil başlardı?

Okul tatil olduğunda artık tabiat uyanmış, her taraftan yeşillikler fışkırmış, mal-davar artık otlakta karınlarını doyurmaya başlamış oluyordu.

Devamını oku

İnci’den İnsan Manzaraları (1)

Çeşitli zamanlarda çekilmiş bazı fotoğrafları paylaşıyorum.

Zakir ALKAN

12
27
36
21
18
24
15
33
30
39
42
12 27 36 21 18 24 15 33 30 39 42

“Sarı Gelin” Türküsünün Hikayesi

Türküler, türkülerimiz, acılarımızı içine sakladığımız sandığımızdır. Acılarımızla birlikte, kabuğu kalkmış bir yara gibi acımasızlığına tatlı gülümsemeyle sığınırız?

Sarı gelin türküsü de işte böyle bir acının, bir sevdanın, bir gurbetin, ayrılığın, savaşın acımasızlığının bir melodi olarak dillere dökülmesidir.

Sarı gelin için birçok efsane var. Ta 13. yüzyıla dayanan efsaneler olduğu gibi, Birinci dünya savaşında yaşanan efsanelerde var. Azeriler ikiyüz, üçyüz yıllık bizim türkümüz derken; Yılmaz Karakoyunlu?nun, Salkım Hanımın Taneleri?yle birlikte Ermenili bir versiyon meydana çıktı. Sözü Abdulkadir Ceylani?ye kadar götürenler de var?

Devamını oku

Son Şaşurt

Sabah erken saatte kalkıp ot kaldırmaya gitmek yaz aylarının en zor işlerinden biridir. Hele ot kaldıracağın çayır Anzevel ise ya da Köşmek, Nohralı veya Musanın çukurları ise gerçekten çekilmez olur. Hele Musanın çukurları, aman Allah?ım; geceyi orada geçirmen gerek? Bir de çıkarsın o tepelere ki, tin yok? bu tin de öyle bir şey ki her gün olmuyor. .. olduğu sabah kaçırmayacaksın?

Ciresin derede bir motor(traktör) yakaladıysan senden şanslısı yok. En azından Hargın başına kadar gidersin. Eğer şansın yaver giderse ta çayırına kadar yorulmadan ve tin kalkmadan motor seni götürür.

Anzavele gitmek için yola çıkmıştım o sabah? Cirese geldiğimde bekleyen biri vardı bana da bekle motor geliyor dedi. ?Sabah sabah Allah yüzümüze baktı.? diyerek bekledim, birazdan sabahın mahmur sessizliğini yırtarak geldi motor.

Bizi de aldı ve yola revan olduk. Karıncalık dereyi geçince motorcu, önümüzde ilerleyen leçekli bir kızcağızı motora almak için yavaşladı. Motorcunun ısrarına rağmen leçeği yüzüne çekip binmeyeceğini işaretle anlattı ve arkasını döndü.

Motorcu, içine derin bir sızı girmiş gibi içini çekti ve, ?kala kala bu kaldı şaşurt olarak.?dedi.

Evet, ?son şaşurt?; ileride giden ve geriden gelen yoktu. Yanında da ne yareni vardı, ne de bir ?baculuğ?u.

?Yılların bütün yükünü, bütün çelmeklerini, bütün ağıllara taşıyordu. Bütün habkesler onu bekliyordu.

Çoban Osmanlar onun için çalacak tulumlarını, onun sürülerini otlatacaklar.

Meleşen kuzuları o okşayacak; annelerinin altına eheleyecek.

Son şaşurt?

Bütün analar onu kaldıracak nazlı uykusundan. Nazlı nazlı kalkacak ?azcık daha? diyecek. ?Gün doğacak, çoban beklemez? itirazlarıyla yarı uykulu gözlerle; yarı yolda kalan rüyalarından tutunarak düşecek yollara tek başına.

Tek başına yenecek sabahın gri uykusunu.

Tek başına karşılayacak Ağustos güneşinin doğuşunu.

Sabah çayını hazırlayan çobanın da beklediği işte o. Bütün şaşurtları bekler gibi?

Şaşurt ne kadar erken gelirse gelsin çoban için geç kalınmıştır. Onun için homurdanır çoban; ?Hele çabuk ol, evle oldi?

Bütün koyunların, kuzuların, keçilerin beklediği de o. Bir an evvel ağıldan kurtulup dağların özgür yamaçlarına vurmak isterler kendilerini.
Bütün koyunları sağacak, koyunlarla dertleşecek, kuzularla söyleşecek?
Kuzuları anneleriyle son kez buluşturacak.

Mor koyunun kuzusuna tekrar tekrar bakacak, anasından ayırmak istemeyecek onu. Çünkü o çobanın en son müjdesi?

Analar inekleri sağmış yol gözetmekteler. Bir ellerinde süt dolu çelmek, diğer elleri kaş üzerinde, ağıldan gelen yola dikilmiş. Ahırın önünden ayrılırken bir taraftan da dırdırlanır; ?oyalanuuur?

Süddamında bekleyen analara ulaştırır sabah sütünü, dağda otlayan koyun sütünü?

Şaşurt daha ekin biçmeye gidecek, Ziyaret düzüne, Köşmege, Gedüge ya da Hüsüpense?

Bütün babalara deste yetiştirecek?

Tek başına zamanı donduracak, dağları kuşatan türküler yakacak ekin biçerken. Türküsüne dağlar seda verecek.

Biçinden sonra erken dönüp, tekrar, akşam için ağılın yolunu tutacak.

Menekşeli bayırlarda, sümbül kokan çayırlardan süt taşıyan koyunlarına; ağıla gidecek.

Akşamın yorgunluğuna inat daha neşeyle gidilir ağıl yolunda?
Seyrangahtır ağıl başı?
Bayram yeri gibidir.
Çobanın keyfi yerindedir. Çalar tulumu oynatır kızları ta akşam alacasına kadar.
Son şaşurt oynar bütün kızlar yerine?
Sonra yol boyu türküler çağıracak; Duzhanadan Cirese uzanan kızlar sürüsü adına?

Bütün delikanlılar yollara dökülecek, o geliyor diye, muhtar korkusundan mısırların içinden, değirmenin önünden gelen yolu gözleyecekler.?

Motor Karaotluğa tırmanırken ben düşten uyanıyorum.

Bakıyorum son şaşurt çarkın önüne gelmiş, tek başına? Bütün kızların yollara döktüğü sevdalara içten içe ağıt yakarak ilerliyor?

Ve zamana meydan okurcasına “son şaşurt” olduğuna aldırmadan ilerliyor?

Konumuz: GENÇLİK (1)

Aşağıda gördüğünüz resimler, ya da ana sayfada pencerede görülen resim ramazanda bir iftarda çekilen resimler.
Yer: Kabanınbaşı.

Çoğunluğu üniversitede okuyan öğrenci olmak üzere yaklaşık elli kişi var.Lise öğrencilerinden yok.Üniversite bitirmiş olanlar ve hazırlananlar var.

Ramazanın son günlerinde köyümüzün gençleriyle bir iftarda buluştuk. Oltu’dan gelenler var diğerleri köyden.

Biz M. Ağırman hocanın da katılabileceği bir iftar düşünüyorduk ama hocaya zamanında ulaşamadık. Bu sefer böyle olsun dedik. Seneye inşallah daha geniş katılımlı iftar ve programlar düşünüyoruz. (Düşünüyoruz derken gençler düşünüyor. Bir anda kendimi gençlerden sandım.)

Gençler kendi aralarında çok güzel organize oluyorlar. Postalara ayrılmışlar, posta başı görevlendirmeyle işleri hallediyor.

Biraz farklı bir gençlikle karşı karşıyayız. Yani bizim dönemler gibi uçlarda değiller. Birbirleri arasında uçurumlar yok. Bu gençlik teravihte hep birlikte müezzinlik yapıyor. Yine düğünlerde hep birlikte oynuyorlar. (Bizim öğrenciliğimizde camiye giden düğüne gitmezdi, düğüne giden de camiye gitmezdi.)
Teravih namazından görüntüleri izlerseniz; orada müezzinlik yapanların hemen hemen hepsi üniversitede öğrenci. İlahiyat değil: tıp var, kamu var, işletme, iktisat,? yani hepsinden var.

Köyümüz öğrenci yönünden bereketli günler yaşıyor. Çok şükür. Sadece Oltu ve köyde oturanlardan yaklaşık 25-30 öğrencimiz var üniversitede okuyan. Diğer illerimizdeki köylülerimizin öğrencilerini de sayarsak yaklaşık 40 öğrencimiz var. (maşallah deyin, lütfen..) Allah eksiltmesin. (amin)

Oltu ve köyde oturan öğrencilerimiz bazı programlar yapıyorlar kendi aralarında. En son, dağa gelenler şahit oldular liseli gençler arasında bilgi yarışması yapmışlardı. (Bu yarışmanın maliyeti 3500 tl idi.)


Bir şeyler yapmaya çalışıyorlar. İmkanları hiç yok. Yok olan imkanlarla, kendi aralarında paslaşarak üç- beş esnaftan toplayarak yapmışlar bu yarışmayı. Ortama lise öğrencilerini başıboş bırakmak istemiyorlar. Ellerinden tutuyorlar. Tabi yaptıkları her şeyi ve yapacakları şeyleri Mustafa Ağırman hocamıza danışarak yapıyorlar.

Önümüzdeki yıl yarışmayı genişleterek dağ gününden ayırmayı düşünüyorlar. Hocayla böyle istişare etmişler. İmkânları el verirse (biz de elimizi uzatırsak) özel davetlilerle Kabanın başında yapmayı planlıyorlar. Şimdiden kendi aralarında 5-10 toplamaya başlamışlar.

Evet, anladınız değil mi farkını bu gençliğin. Hepsi mi böyle? Hayır. Ama, çoğunluktan bahsediyorum.

Şu anda bu gençliğin her biri okullarına gittiler. Yurdun her bir yanına dağıldılar. Okullarına başladılar.
Hepsine derslerinde başarılar dileyerek bu yazıyı bitirelim.

Not: “Konumuz Gençlik” yazısı devam edecek.

İbrahim Altaş Hocanın Ardından

Arife günü matem havası çökmüştü köyümüze? Kulaktan kulağa dolaşıyordu, işitmek istemediğimiz ve ümitlerimizi kıran o cümle: “Hoca ölmüş!!!”
Belliydi kastedilen kişi; beyin kanaması geçirmiş olup yaklaşık on gündür Erzurum’da hastanede yoğun bakımda yatan İBRAHİM ALTAŞ HOCA.

YA! Demek, ramazan bizi terk etmeden önce hoca bizi terk ediyor. Bir umut bekleniyordu iyileşeceği, yine aramıza katılacağı, yine yanlışlarımızı düzeltmek için çırpınacağı umudu?

Geçen yıl ramazanda okumuş olduğu ?ELVEDA ŞEHR-İ RAMAZAN? gazelini internetten tekrar tekrar dinledim. Önceden de dinlemiştim, ama bu sefer çok başka söylüyordu. Bu sefer giden ramazana değil kalan ramazanlara da ?elveda? diyordu. Gür sesini elveda derken çok farklı yumuşatıyordu. Sanki ağlıyordu? Elveda ramazana, bayrama, konu-komşuya, dosta-yarene, çoluk-çocuğa?

Biz Ku?ran kursunda öğrenciyken gelirdi. O zamanlar Bardız?da görevliydi. Biz biraz kara düzen okuduğumuz için beğenmez doğrusunu öğretmeye çalışırdı. Harflerin isimlerini söyler: ?Oğlum, ha?ların hepsi aynı değil biri güzel he, diğeri gara ha; boğazdan getireceksin.? Derdi. Bizde o zaman adını ?GARA HA? koymuştuk. Aslında Kuran harflerinin biriyle isimlendirmiştik.

Amme?yi okurdu bize, ağzına bakardık, harika bir okuyuş. Konuşurken sesi başka okurken başka; konuşurken gürleyen o ses okurken kadife bir hal alırdı. Ammeyi okurken özellikle ?seccaca? derken peltek se?yi çıkarışı dikkatimi çekerdi. Dilini dişlerinin arasından göstererek sesi çıkarırdı.

Bardız?dan sonra Oltu Aslan Paşa Çamii?nde görev yaptı, o yıllarda biz ihlde öğrenciydik. Gider arkasında namaz kılardık. Daha sonra emekli olunca köye yerleşti. Köy halkının içine bir Kur?an aşığı olarak katıldı.

Emekli olmuştu ama mesleğini hala seviyordu, insanlara bir şeyler öğretmeyi hala seviyordu. Ve hala bildiği yoldan şaşmadan yanlışlıkları düzeltmek için çırpınıyordu. Nerde, kimi yakalarsa bir şeyler öğretmek istiyordu. Camide Kuran okumayı, namazı; çayırda çayır biçmeyi; çobana kuzu otlatmayı öğretirdi. Beğenmezdi kimseyi kolay kolay. En doğru onun bildikleriydi.

Kışın posta posta gezer gençlere bir şeyler vermek isterdi. Bazıları onu beğenmez, ti?ye alırdı. Hoca hic birini umursamazdı. Kınayanın kınamasından korkmazdı.

Hoca, yaşlı olduğu için teravih namazlarını artık evde kılıyormuş; diye duymuştum. Ramazanın başından beri pek gelmemişti teravihe. Ramazanın ortasını geçmiştik bir akşam hoca bize bir sürpriz yaptı. Teravihe gelmişti namazdan önce başladığı okumasına namazdan sonra da devam etti. Ve okuyuşuyla bizleri bir kez daha ve son kez mest etti.

O akşam son olarak Esmau-l husnayı okudu. İlk kez böyle bir okuyuş dinlemiştim. Çok farklı okudu. Her ismin arkasından bir ayet okudu. Caminin bütün cemaati son kez dinliyormuş gibi kafalarını önlerine eğmişlerdi. Bir huşu hali vardı. Camiden çıktığımızda büyülenmiş gibiydim. Keşke kayıt alsaydık dedim, yanımdakilere. Bir daha okur mu acaba?

Evet, bir daha okumadı? son okuyuşuymuş? meğer camiye helalleşmek için gelmiş; meğer son kez okumak için gelmiş; meğer esmau-l husna ile nokta koyacakmış?
Evet, son dersi için gelmişti ?Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz.?
Ve ölümün bize ne kadar yakın olduğunu öğretti lisan-ı hal ile?

ALLAH makamını cennet etsin.

Ondaki Kuran aşkını bizlere de nasip etsin.

Yarın Keteleri Pişirin Öbürgün Dağaaaaa

2011 Dağ Günü

Yıllardır süregelen köyümüzün dağ günü bu sene de her zamanki gibi güzel geçti.

Dağ gününe katılmış olanlar için tekrar olsa da katılmayanlar için kısa bir özet yapmak istiyorum. Katılmış olanlar da şunu bilsinler ki, yazdıklarım benim gördüklerim benim yaşadıklarım. Yorumlar kısmına yada bir yazıyla herkes kendi görüşlerini yazabilir.

“YARIN KETELERİ PİŞİRİN ÖBÜRGÜN DAĞAAAA” diye bağırılmadı. Zaten uzun zamandır herkes keteleri ne zaman pişireceklerini ve dağa ne zaman gideceklerini biliyordu. Bizim sitede de duyurulmuştu.

En büyük hazırlık haliyle kebap için oluyor. Köyde eskisi kadar davar yok. Çevre köylere müracaat ediliyor ya da Oltudan temin ediliyor ya da köyde davarı olan iki kişiden birinden alınıyor. He bu arada et fiyatları 25 tl civarında.

Tabi erkekler kuzu ayarlarken kadınlar da katmer, kete telaşında. Yazın istirahata geçmiş olan fırınlar yeniden hayat buluyor ve dağ günü heyacanına katılıyorlar.

Oltudan gelen köylülerimiz üç gün öncesinden gelip ailece kamp kuruyorlar. Çevürmenindüz ta perşembe akşamından ışıl ışıl yanmaya başlıyor.

Cuma ve Cumartesi akşamları da gelenlerle birlikte Gedükte ki Dağ Günü beklentisi ve heyacanı zirveyi buluyor.

Ben, çadır kurmak için Cumartesi ikndiden sonra vardım Çevürmenindüze. Önce bir telaş yaşadım, yer bulma telaşı. Her taraf dolmuş kenar yerler de boşluk var yada karşıda Emzatın güneye geçmek gerek. Neyse İdris Hocanın camisine ve çeşmeye yakın bir yer buldum ve çadırı kurdum yeğenlerle beraber.

Hava kararmaya başlayınca davul-zurnanın sesi duyulmaya başladı. Bu arada meydana elektrik sistemi kuruldu ve ışıklandırıldı. Bar başladı. Bolbol havai fişekler atıldı.

Geceyi orada geçireceklere iyi geceler dileyip köye döndüm.

Sabahın köründe son hazırlıkları yapıp tekrar ev halkını da alarak dağın yolunu tuttum.

Sabah kahvaltısından sonra şişi vurup ocağın üzerine attım. Saat 11 civarında müzisyenlerin sesi duyuldu. Ve merkeze doğru toplanma başladı. Daha sonra program başladı.

LİSELER ARASI BİLGİ YARIŞMASI

Liselerarası bilgi yarışmasını düzenleyenlerden İsmail Aktaş, yarışmayla ilgili bir konuşma ve değerlendirme yaptı. Yarışmada dereceye giren öğrencilere ödülleri verildi.

Dereceye girenler:

  1. Sevilay Sancar : Anadolu ihl.
  2. Kader Ağırman: Anadolu ihl
  3. Osman Çelebi: Anadolu Lisesi

ve yarışmaya katılan kırk kadar öğrenciye ayrıca ödüller verildi.

Mustafa Ağırman hocanın katılımı bu dağa ayrı bir anlam kazandırdı.
Oltu kaymakamı ve başka davetliler de vardı.

Namazdan sonra rahmetli hocamız İbrahim Akçay için sitemiz aracılığıyla okunan hatimlerin duası yapıldı.

KÖY AĞASI

Koç satışında açık artırma usulu ihale yapıldı.
En fazla değeri veren Ali Akyüz köy ağası seçildi. Ulaşılan değer 5000tl oldu.

Erkeklerin ve kadınların ayrı bar oyunlarından sonra şenlik yavaş yavaş sona erdi.

İkindiden sonra çadırlar sökülmeye başladı.

Ve bir dağ dünü macerası da böylece sona erdi.

Dağ günlerinin güzelliklerini ve eksikliklerini inş. başka bir zaman değerlendirelim.

İzmir Pikniğinin Ardından…

İzmir pikniğine katılmak bu sene de bana nasip oldu.
19 mayıs tatilini fırsat bilerek İzmir’deki köylülerimizin 8. sini düzenledikleri İNCİ KÖYLÜLER DAĞ GÜNÜNE katıldım.

Önceki piknikleri hep internet üzerinden takip etmiştim. Osman Alkan’ın davetlisi olarak katıldım, bu sebeple kendisine teşekkürlerimi iletmek istiyorum.

Her şeyden önce pikniğin çok güzel olduğunu belirtmek isterim.
Önceki yıllardan bazı eksiklikleri vardı. Olsun bir araya gelebilmek, aynı organizasyonda buluşabilmek, aynı havayı teneffüs edebilmek, aynı barda mendil sallayabilmek güzel olması için yeterliydi..
Hele şehirleşmenin getirdiği yabanileşme, bencilleşme, bireyselleşmeye rağmen bir araya gelinebiliyorsa takdire şayan bir durumdur.
Köy olsa hemen Cellemigilin sokakta üç-beş kişi bir araya gelir ve bir piknik düzenlersin. Ama şehir hayatı buna fırsat vermiyor. Onun için İzmir?deki hemşehrilerimizi kutluyorum.
Eksiklikler yok değildi tabi ki? Ama eksiklikler bu pikniğe gölge düşüremezdi?

Uzun zamandan beri göremediğim birçok insanı, arkadaşımı, köylümü, komşularımı gördüm.
Çocukluğumda kapı komşum ve oyun arkadaşım olan Mecit?i gördüm. En az yirmi yıldır görmemiştim.
?Becco Memmet Emi?nin oğlu. Unutulmuş Mecit ?.Saç sakal birbirine karışmış. Yalnız yaşıyormuş. Annesi, babası ve kardeşleri ?Harslı Nene?nin köyüne yerleşmişler.

Çadırların kuruluşu biraz köydeki yerleşimi andırıyordu.
Aşağı mahalleden başlarsak gecerlere uğrarsınız. Yani Arif, İlyas ve Zakir Acarların çadırına.
Arif abi, barın başına geçtiğinde içinden gelerek oynadığı yüzünden okunuyordu.
Kardeşi ve adaşım Zakir?le uzunca ilk okul günlerimizden konuştuk. İlkokul resminden en genç kalanımız galiba Zakir. Allah hayırlı ömürler versin.

Burada İzmir?in en eskilerinden olan Selahattin Amca?ya bir selam verip, elini öptüm.

Akyüz kardeşlerin çadırına da aşağı mahalleye kalmış. İsmail abinin ve Mevlüt abinin cağlarından yedim. Şakir, Mürsel ve Musa hocalar ( kardeşler )aynı çadırda görüşebildiğim arkadaşlardandı. Yanlarında bir de enişte çadırı vardı. Onlarla da tanıştım.

Abdurrahman Abi ve İlyas Abi, çadır komşumuzdular. Meydana çadır kurmak isteyen yabancı unsurları nazik bir dille uyarırlarken bir İnçeli?nin gerektiğinde ne kadar nazik ve kibar olabileceğine şahit oldum.

Ahmet Candan, Faruk ve Behcet Ağırman İstanbul?dan gelen misafirlerdendi.
Bursa?dan da Harun ve Kadir Candanlar vardı.
Oltu?dan Hüsamettin ve Temel Cengiz gelmişlerdi.

Bu arada köyü temsilen de, tabii ki, İdris Hoca vardı. İdris Hoca için İzmir yolu, yayla yolu olmuş. Canı istediğinde atlıyor otobüse?
Yalnız İdris hocanın işi bu sefer biraz zor gibi? Çünkü İzmirliler hocadan ?malum kasetin? hesabını soruyorlardı. O tabi suçu Cevdet?e atmaya çalışıyordu?

Pikniği düzenleyenlerden Şerif Abi?nin çadırında yılın ilk kirazını ve dutunu yedim.

Hemen arka çadırda Mustafa Abi?nin ( Sevinç) çadırı vardı. Mustafa Abi, akşamdan biraz bizi korkuttu.
O akşam, geçirmiş olduğu küçük kazadan sonra bir sorunun olmadığını görmek rahatlattı hepimizi.
Aynı çadırda Haydar Emigilin İsmail Abi ve Bartın?dan gelen kardeşi Hüseyin?i gördüm.

Son bir yılda İzmir kervanına katılan Mustafa dayım, çadırını kurmuş kebabını kesiyordu. Emekli olduktan sonra İzmir?e yerleşen tek örnek, galiba, dayım.

Biraz yukarıdaki çadırda Resül ve Hakkı kardeşler vardı. Resül abiyi uzun yıllardır görmemiştim. Ama hiç değişmemiş. Yine o hınzır tebessümü, yüzünü aydınlatıyordu.

Biraz şöyle yan tarafa geldiğimde güynese inmiş gibi oldum. Çıtılerin hepsi oradaydı. Tabi büyüklerden kimse yok, en büyükleri Kadir abi. Hüseyin, Rüstem, Sinan, İbo ve diğerleri bir mahalle oluşturmuş. Kadir abinin oğlu Adem?in kaza geçirmiş olduğunu ve koltuk değneğiyle kalkabildiğini görünce üzüldüm. Allah acil şifalar versin.

Pikniğin teknik işlerinden Rüstem ve Sinan sorumluydu anladığım kadarıyla. Benim arabada çıkan bir sorunu da Sinan halletti, sağ olsun.

Biraz ötede Avni ve Lokman kardeşlerin çadırı vardı. Avni, Geçen yıl yazın köye gelmediği için yaz tatilimiz biraz sönük geçmişti. Güven?i aradık; biraz kızdırmak için ve muradımıza erdik.

Balkondan bakar gibi yine yükseklere çıkmış Çolakgilin Memmet abi. Oğulları Ahmet, Hüseyin ve Harun?u yanına almış, bir mahalle kurmuşlar? Fevzi emimin oğlu Hüseyin, enişteleri Fayık ve Huvaklı enişte de bu çadırın elemanlarındandı. Bu çadırda ziyarette olan İhsan Sancar ve İdris hoca ortama muhabbet katmaya çalışıyorlardı.

Az aşağıya indiğimde Nuri eniştemin kebabından yedim. Damatlar oyuna davet edilince Nuri abi barbaşına geçti ama diğer damatlar cesaret edip ortaya çıkamayınca ?damat barı? hevesimiz kursağımızda kaldı.

Öğleden sonra oyun alanı açıldı. Bir iki oyundan sonra vedalaşma zamanı geldi.
Saat dört buçuk olunca ?gaile sahibine sohbet haramdır? ?yolcudur Abbas ,bağlasan durmaz ?dedik ve düştük yollara.Bizi yola vuranları geride bırakarak??.

Aslında yazılacak çok şey var ama, şimdilik bu kadar yeter.
Özellikle belirtmem gerek, İzmir?de yeni bir nesil yetişiyor?.. Bu nesil tanımadığımız bir nesil. Ve elinden tutulması, okutulması gereken bir nesil.

25.05.2011

Köy ve Bayram – 1

Kurban bayramında köye gitmiştim. Hazan ve hüzün ile beraber bir bayram yaptık.

Arefe gününden başlar bayram.

Arefe gününün heyecanı bir başkadır. Hele bıyığı terlememiş, yeni yetme, toy delikanlıların günler önce başlayan hazırlıkları, artık tamamlanmıştır.

Köyde yaşamış her genç bu hazırlığı, bu heyecanı mutlaka yaşamıştır.

Arefe günü top atışlarından bahsediyorum.

Ne zaman başlamış, nasıl başlamış bu gelenek bilinmez. Yüz yaşındaki nenem (Haci Cemile) ?ben büyüdüm kalktım var.? diyor. Evveliyatını bilen yok. Ama çocukluktan kurtulan her genç, delikanlılığını adeta bu “top atışlarıyla” ispatlar. Biz de kur’an kursuna giderken birkaç defa attık.

Köye giderken hep aklımda o vardı. Arefeye yetişip top atışlarını seyretmek. Her atılan kütükte çocukluk yıllarımdaki kadar heyecanlanırım.

Şanslıyım, gençler tam dört tane kütük hazırlamışlar.

İkindi saatlerini bekleyeceğiz.

Kütükler tam ikindi camisi dağıldıktan sonra atılır. İkindiden çok önce kütükler karşıya çıkarılmıştır. Cami dağılınca kütüğün tam göründüğü yere ikindi güneşinden, görüntüyü bozmaması için, siperlere geçilir, ya da ellerini gözlerine siper yapıp bekleme başlar. Köye tam bir sessizlik çöker. Hatta nefesler bile tutulur. Karşıdan gelen seslere kulak kesilir herkes.

Gençler bir şovun startını verecekler ve farkındalar bütün gözlerin.

İlk önce ıslıklarla dikkatleri toplamaya çalışırlar. Hazır olmayanları, kapıya çıkmamışları ıslıklarla davet ederler. Herkesin seyretmesi için bağrışmalar ıslıklar devam eder.
Nefeslerini tutup da seyredenlerin sabırları tükenir. Hele alafa gidecekler varsa, yada fırında nöbeti olanlar varsa, yada daha mezarlığa gitmemiş olanlar varsa homurdanırlar. “de atın, işimiz gücümüz var” diye.

Artık bütün dikkatleri celbettiklerini anlayan gençler, kütükten uzağa saklanırlar. Sadece biri kalır kütüğün başında, fitili ateşleyip kaçacak.

O da önce numara çeker, bazen, ateşlemeden kaçar insanlar ha patladı ha patlayacak derken zaman uzayınca insanlarda bir telaş başlar patlamadı diye. Ancak son kaçan tekrar kütüğün başına dönünce anlaşılır numara çektiği.

Ve bu sefer fitili gerçekten ateşler ve kaçar.

Önce ince bir duman çıkar.

Bütün nefesler tutulur. Dumanın koyulaşması beklenir. Duman kesilince önce kütüğün parçaları yerden yükselir arkasından yeri göğü inleten sesi duyulur. İkindi güneşinde kütüğün parçaları parıldayarak yağmur gibi inmeye başlar.

Ve gençler saklandıkları yerden çıkarak bir başarının arkasından köye bir poz verirler.

Dedim ya bu sene tam dört top atıldı; ikisi yukarı mahallenin ikisi aşağı mahallenin.


Yukarı mahallenin topları değirmenin başından atılır, aşağı mahallenin topları ise karşıdan.

Artık arefe atışları tamam. Bayrama hazırız demek.

Sanki bu kütükler atılmasa köye bayram gelmeyecekmiş gibi. Ya da bayram yarım kalacakmış gibi gelir bana.

Helal olsun gençlere?

Ağırman Marketin Ardından

Yaz akşamları köyde dışarı çıkınca Hacı Nenem sorar ?akşam akşam nere gidersin.? Ben de; “çarşiye” derim. Nenem de; “hı, başımıza bi de çarçi çıkti” der.

Köyde çarşı derken Cellemigilin dükkânın önünü ve bağlantı yollarını kastederim.

Köyümün genci, yaşlısı, yatsı namazı öncesinde ve sonrasında o alanı bir toplantı-posta mekânı olarak kullanır. Sanki caminin uzak avlusu gibi.

İnsanlar birbirleriyle selamlaşır, tokalaşır, dertleşir, şakalaşır; arkadaşlar bir günlük hasretlerini burada giderirler.

Mevsim yaz, geceler kısa; posta olmadığı için herkes arkadaşıyla yol boyu gezilerine buradan start verir.

Toplu organizeler için, piknik gibi, burada kararlar alınır. Kim ne alacak, nereye gidilecek, vb.

Ya da birisiyle görüşülecekse bu yere çağrılır. Buluşma yeridir adeta.

Araba durağıdır. Köye yeni gelen birisi, köy hayatına buradan başlar.v Köyde ?ne var, ne yok? haberlerini buradan alabilirsiniz.

Bir soluklanma yeridir.

Köydeki Cellemigilin bu sokağın işlevini Bursa’da AĞIRMAN MARKET yüklenmişti.

Köylülerimizin kırk küsür yıllık Bursa serüvenlerinin yaklaşık çeyrek asrına ev sahipliği yapmış bir mekan.

AĞIRMAN MARKET, sahibi Hüseyin Ağırman tarafından kapatıldı. Kapatılış sebebinde herhangi bir olumsuzluk yok. Hüseyin Abimiz biraz yorulmuş dinlenmek istiyormuş. İnşallah vermiş olduğu karar hayrına olur.

Doğrusu, biraz bencil düşünecek olursak, üzüldük. Böyle bir mekânı kaybettiğimiz için üzüldük. Hüseyin Abimizin biraz daha kendine vakit ayırması, gezmek istemesi en doğal hakkıdır. Yıllardır pazar tatili yok; yıllık izni yok; pikniği yok? Gerçektende yorucu bir iş?

Ağırman Market, sadece bir market, dükkan ya da işyeri değildi. Öyle olsaydı bu gün anmamız için bir sebep olmayacaktı. Ama o market, ticari bir işyerinden çok daha kutlu işlevler yerine getiriyordu.

Her şeyden önce bir adresti. Gürsulular için, İnçi köylüler için buluşulabilecek bir adres. Ya da köyden, İstanbul?dan, İzmir?den gelenler için bir uğrak yeri, görüşme mekanı.

Anavatandan gurbete göçmüş olan köylülerimiz için köyümüzden bir ses, haber, armağan alma yeriydi?

Hastası olan, sıkıntısı olan, bir derdi olan, köye gidecek olan, köyden gelen, soluğu burada alırdı.

Aslında Gürsu?daki köylülerimiz burayı bir dernek olarak kullanıyorlardı. Burada ayaküstü toplantılar yapılır, ayaküstü kararlar alınırdı.

Biz burada bir işyerinden bahsediyoruz ama bu işyerini uğrak bir yer haline getiren; köylülerimizin istek ve arzularına kayıtsız kalmayan Hüseyin Abimizi vakıf insan olarak anıyoruz.

Hüseyin abi, işyerini merkez olarak kullanmış ve köylülerimizin sevinçlerinde de kederlerinde de yanlarında olmuştur.

İşyerini hayır işlerinde bir vakıf gibi kullanmıştır.

Umuyoruz ve biliyoruz ki, abimiz sadece marketini kapattı; gönlünü ve kalbini kapatmadı. Bir vakıf insan olarak yine köylülerimizin dertleriyle, sevinçleriyle, kederleriyle, sıkıntılarıyla ilgilenecek.

Evet, AĞIRMAN MARKET, kapandı. Ama yinede o caddeden geçerken köylülerimiz, bir süre daha kafayı çevirip bakacaklar o yöne. Cellemigilin kapıdan geçer gibi?

Ha bu arada market benim için de bir kürkçü dükkânıydı? Kim bilir başkaları içinde bizim bilmediğimiz özel anlamlar taşıyordur. O kişilerde bu yazıyı okuyup kendileri için ifade ettiği anlamı bir kez daha düşünüp buruk bir tebessüm kaplayacak yüzlerini.

Hüseyin Abimize ailesiyle birlikte hayırlı ve sağlıklı uzun ömürler diliyoruz.

Ak Sultan

Her ne kadar ?ma?natu?ş şiir, fi badni-ş şair? demiş olsalar da, şairin şiirinde okur, kendi meramını anlar. Ya da şöyle diyelim: Okur, aslında şiiri okurken şairden aldığı ilhamla onu yeniden yazar. Şiir bir vecd halinin yansıması olduğu içindir ki, her okunuşta farklı dokunuşları olur. Şair için de, okur için de böyledir.

Kendim için bir savunma hattı oluşturduktan sonra şimdi Mustafa Aktaş?ın DAĞLARA SULTAN şiirinden yola çıkarak dumanını, karını, boranını, baharını, yazını, türküsünü, tulumunu, sazını içinde barındıran AKDAĞ?a uzanmak istiyorum.

Şairimizin attığı başlık, her şeyden önce kuşatıcı, büyüleyici biraz da merak uyandırıcı. . . Çok iddialı bir başlık: DAĞLARA SULTAN

?Dağların sultanı? değil. Öyle olsaydı dağlar içinden bir dağ olup sadece en üstünü olacaktı. Dağ olmaktan öteye bir anlam katıyor. Dağlar içinden bir dağ olduğunu düşünürken sadece bir dağ olmadığını haykırıyor bizlere. Secdedeki duruşuyla, ölümsüzlük uykusundaki şehitleriyle, hüznü içinde saklı bengisu pınarlarıyla, aşıkların, şairlerin mısralarındaki dirilişiyle. . . İçimizden biri olduğunu anlatmaya çalışıyor kendi diliyle.

Akdağ?ın ululuğundan, büyüklüğünden ya da yüksekliğinden dem vurmuyor. Onu Dağlara Sultan yapan, ne zirvesinin ulaşılmazlığı ne de insanı hayran bırakan heybetidir. Onu üstün kılan manadaki duruşudur.

Zemheriden ödünç alınmış, bembeyaz bir duvak, başında. . .

Karası olmayan bir duvak. . . Yaz aylarına veda ederken bir düğüne hazırlanır.

Nazlı bir kız gibidir o; sultanın kızı. Hazır bir giysiye bürünmez, hiçbir gelinlik de uymaz ona. Kışa kadar terzinin önünde oturur; terzi, her bir yamasını parça parça diker.

İlk önce menekşeliğe duvağı takar, ölçüsü olmamıştır; onu kaldırır tekrar daha büyükçe bir parçayla örter.

Defalarca denemelerden geçirir. En güzeli olmalıdır. Her gören aşık olmalıdır. Genç kızların rüyası, delikanlıların gözdesi olmalıdır.

Sonra gelinliğin diğer bölümlerini özene bezene, ölçülerini tam alarak, fazlası ve eksiği olmadan giyindirir.

Son olarak İnci’lerini de takar gerdanına.

Güzelliği göz kamaştırır. . . Bembeyaz gelinlik içinde gören maşallah çeker. Göreni mecnun eder. . . Ferhat, ona ulaşmak için dağları deler. . .

?Sabah güneşi ilk olarak güzele vururmuş? Onun için sabah her uyanan, onun yüzüne bakar. O gelinlik içinde, güneş bile onunla aydınlanır. . .

Kim görse kıskanır. Kıskanılmayacak gibi de değil. Sabahın ilk ışıkları yüzüne vurunca bırakır hüznü matemi; oynaşır, cilveleşir dostlarının gözünü gönlünü açar, düşmanlarını çatlatır. . .

Düğün zemheride. . . Düğüne kadar bütün hazırlıklar yapılır. Diğer dağlar da hazırlanır bu düğün için. ?Sultan Dağ?ın düğününde sultan gibi olmak isterler. Her biri beyazlara bürünürler. Çevre köylere haber salınır, davetiyeler gönderilir. Gören görmeyen bütün köyler de beyaza bürünüp düğüne hazırlanır.

Zemheri gelmiştir; düğün günü gelmiştir.

Heyhat!! Güzellerin kaderinde olan hoyratlık, sultanımızı da vurmuştur. Yoktur layıkı. . .

Kim damat olabilir ki, bu güzelliğe; kim teslim olabilir ki? Köle olmaktır, gayrıyı unutmaktır. Kimin gücü yeter bu düğüne.

“Hangisi seninle Âdem’den kalmış, Hangi dağ akranın?”

Sultanımız, bir ay daha bekler. Belki cesareti olan bir yiğit vardır bu meydanda. . .

Sırtında gelinlik eskimeye başlar, üzerine yenisini giyinir gücük ayında. Rüyalarının düğününü bir yıl daha ertelemek istemez.

Ne yazık ki, marta kadar çıkmaz kendine güvenen; sultana kırk gün kırk gece düğün yapacak birisi. Ancak kendine güvenenler güveği olurmuş. . .

Ne hazin bir bekleyiştir ki, aylar sürer. . .

Umutlar kırılmıştır. . .

Artık davetliler, ağlayarak beyazları çıkarmaya başlamışlardır.

Alçaklar, kıskananlar dedikoduya başlar. Kusurlar aranmaya başlar.

Dilden dile dolaşır, bitmeyen düğün hazırlıklarının hazin öyküsü.

Dostların da yavaş yavaş bu düğünden umut kesip beyaz elbiselerini çıkarmaya başladıklarını sessiz ve kırılmış bir kalp ile seyreden Sultan Dağ, için için ağlamaya başlar.

Gece gündüz ağlar. . . “Düğün yoksa gelinlik de yok. . .” der. Gelinliği parçalamaya başlar, göz yaşlarının süzüldüğü yerlerden gelinlik yırtılır ilk önce. Gözyaşları sel olur, dereleri doldurur.

Bu mahmur ve küskün hal yaklaşık iki ay sürer. Gülmez, güldürmez; başında pare pare bulutlarla… Bakmaz kimsenin yüzüne; kendi efkârıyla baş başadır artık.

Kızgındır, öfkelidir. Gelinliğin parçaları çığ olur, kapatır yolları; geçit vermez sıla yolundan.

Sultan Dağ, bu bunalımdan ancak bağrında taşıdığı şehitlerin duasıyla uyanır. Ölümsüz misafirleri onu teselli eder. Gece gündüz bu güzelin kapısının bekçileridir onlar. ?Canımızı verdik seni vermedik.? derler. ?Senin küskün haline, gücenmiş duruşuna biz dayanamayız; hem güzele gülmek yakışır. Hayatın sonu değil ya. Yeni zemheriler gelecek, yeni gelinlikler giyeceksin; yine toy düğün yapacağız.

Bak yakışmıyor sana bulanık durmak, karalar giymek; ismin ?AK? iken. Hem sen gelinliğini çıkardığında da güzelsin, AK?sın.?

“Seni özleyen o kadar insan var ki, görmek için can atarlar. Koşup gelecekler dünyanın ta ucundan; sultan şehir İstanbul?dan, Bursa?dan… İzmir?in yakan sıcağından kurtulup serinlemek için, gözyaşlarından bir yudum içmek için sana gelecekler.”

“Bak, köyün gençleri düşmüş yollara; en güzel kuzuyu getirirler sana armağan. Sende eğlenip, sende gülecekler. Eteklerinde bar tutup, halay çekecekler. Teeey tey!”

Kızları al-yeşil giymiş seyire gelirler. Seni sırdaş bilir de gelirler. Anneye, arkadaşa, bacıya anlatılmayanı sen bilirsin. Onlar ki, yüreklerindeki koru sende söndürmüşlerdir. Oraklarıyla ekin biçmeye değil, seni görmeye gelirler.

İhtiyarlar, gençliğini sende yaşamış; doyurmuşsan doymuş; ağlamışsan suya kanmış; seninle eğlenip, seninle gezmiş. Sabah akşam yüzüne bakmış. Derdini, efkârını türkülerle sana anlatmış. Dayanamaz onlar, dayanamaz senin baygın bakışına.

İhtiyarlar. . . Onlar çoluk çocuğu gurbete terk ettiler ama seni terk edemediler.

Ya gurbetteki. . . Senden kolay mı ayrılmıştı sanırsın? Bir yavrunun annesinden ayrılması gibi acıydı bu ayrılık. Ayrılırken dönüp dönüp baktılar. . . Unutulmaz bir andı. . . Her biri duvardaki resimlerinle avunurlar. . .?

Sultan dağ, dinlemez mi şehit sesini?

Güzel, kendine yakışanı yapar aylar sonra. Etekleri yeşile boyanırken, uykudan uyanan nazenin mahmurluğuyla hayata gülümser.

Koyunları meleşir yamaçlarında, kuzuları oynaşır çimenlerinde. . .

Çobanları, tulum çalar göze başlarında. . . Dinletir çoban gaydalarını; dağa- taşa, kurda- kuşa, börtü böceğe, ölüye- diriye. . . Kalbinde ince sızılar taşıyanlar dinler, gaydalarda keskin vuruşları. . .

Yaz gelir, sultan dağ, bütün hazırlıklarını yapar; en güzel elbiselerini giyer, uzaktan yakından gelecek olan misafirlerini bekler.

Misafirler akın akın gelirler baba evine gelir gibi. . .

Kuşatır tüm misafirlerini ana kucağı gibi. . .

O, özlediklerine kavuşur; hasret giderir.

Dertlerini dinler misafirlerinin. . .

İkramda bulunur çeşit çeşit çiçeklerini, dertlerine derman olsun diye. . .

Soğuk suda ıslatılmış bir kuru ekmek bile ilaçtır çaresiz gurbetçiye. . .

Çoban uykusuna dalmışken gelen o tulum sesi, kuzuların meleyişi, yeni yetme tosunların dağa sahip çıkarcasına böğürmesi, yakın dereye akan gözelerin şırıltısı, ya da köyden yükselen bir ezan sesi. . .

Hepsi Sultan Dağ?ın misafirlerine. . .

Güz gelir misafirler bir bir ayrılır; hüzün vaktidir. . .

İlk gidenlere aldırmaz; daha çok vardır ziyaretçisi, daha çok vardır eylül?e. . .

Daha çoluk çocuğun cıvıldaşması yükselir köy semalarına. . .

Daha kuzuların, koyunların ayakları kesilmemiştir yamaçlarından. . .

Daha daha . . .

Ne kadar daha teselli edilebilir ki, Sultan Dağ?

O da görüyor, her gün dolu giden arabaların boş döndüğünü, allı yeşilli çocukların sokaklarda koşturmadığını, eteklerinden kebap kokusunun yükselmediğini. . .

O da görüyor saç sakalın AK?landığını. . .

Eylül gelmiştir; hazandır zaman. . .

Sultan, sisten- pustan yapılmış örtüsünü atar başına. . . Göstermek istemez gözyaşlarını; gizli gizli akar ak göğsüne damlalar. . . Arada dumanlarla dokunmuş örtüyü kaldırsa da tebessümden çok uzaktır bakışlar. . .

Güzünü ağlayarak geçirir.

Allah’tan umut kesilmez, hayatın sonu değil ya. . .

Sultan Dağ, umuda yolculuğa çıkar; yeni duvaklar takar, yeni gelinlikler giyer, yeniden zemheriden gün alır. . .

Hep böyle bir hayat. . . Yazın ak, kışın ak. . .

Adı AK DAĞ kalmış sultan dağın. . .

“UHUD BİZİ SEVER, BİZ DE UHUD”U SEVERİZ?

İnci Köyünde İmamlık

Rivayet odur ki, Tüvesür köyünden köyümüze göç etmiş olan Hafızoğlugil’in dedelerden Molla İbrahim, oğlunu İstanbul’a gönderir. Karadeniz’den sal üzerinde İstanbul’a gelir. 18-20 yıl gibi bir süre İstanbul’da kalarak kur’ani ilimleri tahsil ederek köye döner. Dönerken imamlık icazetnamesiyle birlikte cami beratını da padişahtan alır. Köye döndüğünde köyde imamlığa başlar. Uzun süre köyün imametini yürütür.

Yine aynı dönemlerde Hacogil, Sürbahan’dan göç edip bu köye yerleşince köyde hoca-imam boşluğunu görmüşler; ya da öyle bir boşluk yokmuş da kendi köylüleri olan Hocagili başka bir sebeple köye davet etmişler. Nihayetinde Hacogilden sonra Hocagil de bu köye gelerek yerleşmişler. Uzun yıllar ( belki asırlar boyu) köyümüzün imamlık görevlerini bu aile yüklenmiş. Başta Şakir Hoca olmak üzere oğulları Hafız Hoca ve Tahir Hoca, Osmanlı zamanında köyde imamlık yapmışlar.

Cumhuriyet dönemine girildiğinde köyde imam olarak Hocagilden Hafız Ahmet Hoca (Büyük Hafız?ın babası) var. Bir ara Ahmet Hoca köyden ayrılmış. 30 lu yıllarda bir ara köy imamsız kalmış; Soğurmek?ten bir hoca getirmişler üç yıllığına. Sonra başka bir köyde imamlık yapan Ahmet Çelebi Hocayı tekrar getirmişler. Uzun yıllar Ahmet Hoca köyde imamlık yapmış. Sonra o vefat edince oğlu, yılını tamamlamak için altı ay imamlık yapıyor.

50?li yıllarda Yusuf Hocalar köyün imamlık görevlerine bakıyorlar. Önce Garalıgilin Yusuf Akçay Hoca, iki-üç yıl, sonra Yusuf Altaş (topal hoca) imamlık yapıyor ta 60?lı yılların ortalarına kadar. Bu arada İstanbul?da tilavet ve kıraatını tamamlayıp gelen Hafız Ali Ağırman Hoca, 50?li yılların sonunda kısa bir süre köyümüzün imamlık vazifesini yapıyor.

64-65 yıllarından sonra Osman Çelebi (İnce Hoca) bu vazifenin başına getiriliyor. Taa 80-81 yılında vefat edene kadar görev yapıyor.

Köye imamlık kadrosu ilk defa Osman Çelebi zamanında 1967?de veriliyor. O zaman kadar imamların ücretlerini köylü karşılıyor.

İnce Hoca?nın vefatından sonra İbrahim Akçay Hoca, birkaç yıl fahri olarak imamlık görevi yapıyor; sonra kadrolu olarak Hasan Acar Hoca, göreve başlıyor.

Hasan Hoca?dan sonra Burhanettin Candan, Hasan Sancar imamlık yaptılar. Son dönemlerde Olurlu Zülkarneyn Hoca köyümüzde imamlık yaptı.

Şu anda Hüseyin Sancar köyümüzün imamlık görevini yapıyor.

Hepsinden Allah razı olsun. Vefat etmiş olanlara Allah gani gani rahmet etsin; yaşayanlara da hayırlı uzun ömürler versin.

İmamlar listesini hazırlamada yardımcı olan Musa Akyüz?e teşekkür ederek köyümüzün imamlar listesini sunuyoruz. Ayrıca katkılarından dolayı Faruk Ağırman?a da teşekkür ediyorum.

Not: Bilerek kimseyi ya da bir bilgiyi yazmamazlık etmedik. Unutulan ne varsa sizlerin hatırlatmasıyla tamamlanacaktır. Cumhuriyet öncesi için farklı rivayetler de mevcut. Onları da sizlerin bilgilendirmesiyle yeniden değerlendirebiliriz.

Pil Oyunu

Çocukluğumuzun unutulmaz oyunlarından PİL oyunu. Kısa ömürlü bir oyun olduğunu düşünüyorum. Köyümüzde pille çalışan radyo ve teybin ömürleri pil oyunumuzun da ömrünü belirler.

Belki, sokaklarda pillerin gezintiye çıkmalarından önce buna benzer bir oyun vardır, piller çıkınca onun yerine pil konulmuştur. Bilemiyorum.

Artık büyük piller çoğunlukla tedavülden kalktığı için oyun da unutuldu.

Oyunumuzu büyük pille oynardık.
Oyunda pil ve el büyüklüğünde yassı taşlar kullanırdık.

Devamını oku

İsmail’in Ardından

Köyden dönmüştüm. O gün sadece onu görmek ve onunla biraz konuşmak için gitmiştim Sondurak?a. Alt caddeye vardım önce. Yoktu, görünmüyordu. Sonra caminin yanından yukarı caddeye, karakolun bulunduğu caddeye çıktım. Cami önündeki saatli parkın yanındaki kaldırımda gördüm onu. Yanına yaklaştım; bir elinde süpürge diğerinde de el arabası? ?İsmayıl? diye seslenince dönüp bana baktı, gülümsedi; tekrar yüzünü çevirip hızlı hızlı el arabasını sürmeye başladı. Ben, arkasından ?İsmayıl? dedikçe hızlandı. Sonra trafikten bir fırsat bulup karşı kaldırıma geçti. Ben de arkasından karşı kaldırıma geçtim. Yine seslendim; geri dönüp baktı, muzipçe güldü, dönüp devam etti ters yönde yürümeye. Öyle hızlı gidiyordu ki, sanki o kaçıyor ben kovalıyorum. Arada bir dönüp bakıyor, alttan alttan gülüyordu. Bir oyun oynuyor gibiydik. Hani çocuklar: ?Beni yakalayamaz! Beni yakalayamaz!? der de koşarlar ya?

İsmail

Karakolun önüne varınca el arabasını bıraktı, tekrar karşı kaldırıma geçip caminin avlusuna indi. El arabasının yanında biraz bekledim, gelmedi. Beni bir yerden gözetlediğini düşünerek oradan ayrıldım.

Devamını oku
« Daha eski yazılar

© 2023 iNCi KöYü