31. YIL DÖNÜMÜNDE
“Yirmi yedi yıldır böyle kar görülmedi. Ben otuz beş yaşındayken böyle bir kar yağmıştı.”
Böyle demişti Behçet emi o gün.
Üç günlük kar tatili verilmişti. İki gün de hafta sonu, tam beş gün tatil var demekti. Okuldan tatil haberini aldığımızda daha sabahtı. Buz kristallerini soluyarak Oltu Çayı’nın üstünden geçip yurda döndük, yurdun içi de buz gibiydi. Önceki gün ikindide yanan kaloriferler akşamdan sönmüştü.
Köyleri yakın olan çocuklar, çantalarını sırtına vurup sıvışıyorlardı. Biraz sonra yurtta her tarafı derin bir sessizlik sardı. Kimse kalmamıştı. Aslında sekiz-on öğrenci vardık ama ağzımızı bıçak açmıyordu. Sanki hepimiz geçici bir öksüzlük duygusunu giyinmiş gibiydik. Şimdiye kadar yurttaki diğer çocukların içinde bu duyguyu unutmuşuz da onlar gidince farkına varmıştık sanki.
Her okul dönüşü yirmi litrelik kovada çay yapardık su ısıtıcısıyla. Sonra dolap odasının kapısını kilitler, su bardaklarıyla bir güzel içerdik. Bu soğuk havada iyi de giderdi doğrusu. Ama…
Köyün yollarının kapandığından ve arabalarının gelmediğinden emindik. Hepimizin aklında aynı şey vardı: Ne yapıp edip köye gitmeliydik. Burada kalamazdık. Bu yurt, bu saatten sonra artık çekilmezdi. Gözümüzde zindandan farksız bir hâl almıştı.
O yurttaki ilk sabahımızda: “Baba yiyin!” diyerek okula göndermişlerdi bizi. Sonraki günlerde de hep aynı şeyi yiyorduk.
Öğrencinin tamamı olduğu zaman bile yeterince ihtiyaçlarımız giderilmez, yurt bir türlü ısınmazdı. Bu tatilde ise bizden başka kimse kalmadığına göre, muhtemelen, ne ısıtmak için kapıyı çalan olacaktı ne de mutfağı açmak için. Zaten kaloriferler ikindide yanar, akşam yemeğine kadar da sönerdi.
Ya yemekler… O akşam bir fasulye vardı, tabağın içindeki fasulyeleri yakalamak için dalgıç olmak gerekirdi. Yemek, üç fasulye tanesi ve bir tas sudan ibaret. Zaten birçok arkadaşa bu yemekten de kalmadı. Onlar da çeyrek ekmeklerini alarak koridorda tatlı tatlı yediler… Sabahları ise kurtlu zeytin verirlerdi. Ben zeytin yemezdim ama arkadaşlar öyle söylerdi. Benim kahvaltım bir bardak çayla bir çeyrek ekmek idi…
Birbirimizle konuşmadan, birbirimizin kalbini dinler gibi yavaş yavaş kirli elbiseleri çantalara koymaya başladık. Artık gitmek için hazırdık. Hazırdık belki ama bu gidiş her zamanki gidişlere pek benzemiyordu aslında. Okula gitmek, çarşıya gitmek ya da gezmeye gitmek değildi. Sonunu tahmin edemediğimiz bir yolculuğun adıydı bu. Bir yanda ailelerimizin yanına varma heyecanıyla yüreklerimiz kıpır kıpırken; öbür yanda bir korku, bir tedirginlik, bir belirsizlik… Belki de dışarıdaki kar yığınlarına rağmen hâlâ köyün arabasının gelmiş olması umudunu taşıyorduk yüreklerimizde.
Çantalarımız ellerimizde yurttan çarşıya yürürken, birbirimizle konuşmadan hatta göz göze gelmeden hafif adımlarla yürüyorduk. Sanki saklıyorduk birbirimizden bu gidişi. Belki de hayal kırıklığı yaşamaktan korkuyorduk. Ya gidemezsek, ya araba gelmediyse, ya bu soğuk yurda tekrar dönmek zorunda kalırsak…
Çarşıda parlak bir güneş var: Kış güneşi. Gece yağan kardan sonra bir günde bunca karı eritmeye heveslenmiş bir güneş… Caddelerin karını aralayıp araçlara yol açan belediye araçları, şimdi de ana caddeye bakan sokakları temizlemeye çalışıyordu. Ümidimizi kırmak için seferber olmuştu sanki her şey. “Eğer ilçe merkezi böyleyse, köy yolları nasıldır kim bilir.” düşüncesiyle savaşarak ilerliyordu adımlarımız. Yine de güneşin varlığı biraz rahatlatıyordu içimizi.
Güneşin sert sıcağında adımlarımızı biraz daha hızlandırıp dükkânların önüne geldik. Ürkek bir tavşan gibi bakıyorduk etrafa… Kimselere sormaya cesaret edemiyor, duymak istemediğimiz gerçekle karşılaşmaya korkuyorduk. Bu yüzden tanıdık insanlardan uzak duruyorduk. Etrafa bakındıkça içimizdeki umut karanlığa büründü. Evet, araba gelmemişti…
Dükkân vitrininin önünde güneşlenen köylülerden bir iki kişiyi gördük. Haber kötüydü… Artık güneşin varlığı da pek bir anlam ifade etmiyordu.
Kehanete gerek yok, arabanın gelmesi mümkün değil. Hele Oltu’ya bu kadar yağdıysa Masırik’i Allah bilir…
“Yirmi yedi yıldır böyle kar yağmamıştı.” Behçet emi, o dükkânın önünde elimizde çantalarla bizi biraz heveskâr görünce söylemişti bu sözü. Bizi uyarmak içindi belki de. Sanki bize biraz da bıyık altından gülmüştü. “Gidin gidin, nenezin dügününü görürsüz.” der gibi.
Biz Özel İdare Yurdu’nda kalıyorduk. Birlik Camii Yurdu’nda kalan öğrencilerin de gelmesiyle sayımız on beşe tamamlandı.
Öğle vakti yaklaştıkça güneşin aydınlığı umut saçıyordu. Yapılacak şey ortadaydı: Gitmek… Evet, gitmekten başka bir çıkış yolu görünmüyordu bu toy delikanlıların gözüne… Arabasız, yaya… Burada kalmaktan daha iyiydi… O yurda geri dönmektense dağlara ferman okumaya bile razıydı yüreklerimiz.
Gidilebilirdi… Kar çoktu ama önceki senelerde de gitmiştik. İmam Hatip Lisesi’ne başladığımız ilk yıl şubat tatiline giderken yine yollar kapanmıştı. Yine de gitmiştik… Hatta o gün öğleden önce Tabur’da maç yapmış sonra da yola çıkmıştık. Kalenin Boğaz’a kadar bir kamyonun kasasında gitmiş, sonrasını yürüyerek bitirmiştik. O zaman da yine çok kar vardı. Hatta greyder bile karı kaldıramamış, sırtta bozulmuştu. Sonraki yıllarda da o karlı dağları aşarak varmıştık köyümüze.
Gitme yönünde bütün tezleri sıraladık. Hatta dükkânların yanındaki boş arsada – o zamanlar kömür satılan, otopark olarak kullanılan bazen de Kısıkderelilerin at arabalarını çektikleri bu arsada şimdilerde boş yer kalmamış- kar üzerinde denemeler, sınamalar yaptık. Karı ölçüp biçtik, içine girip gezindik ve karın ancak dizlere kadar çıktığını görünce gidilebileceğine karar verdik. Artık kimsenin itirazı kalmamıştı. Mutabakat sağlandı, gidilecekti.
“Şöş (şose yol) açılmıştır. Şöşü bir araçla çıkarsak gerisini yürüyerek aşarız.” Bu fikirde de mutabık kaldık. Şimdi tez elden bir araç bulunmalıydı. Huvaklı arabacıya iki kişi gönderdik. Adam önce kabul etmemiş ama arkadaşlar ısrar edince: “Araba nereye kadar giderse, oraya kadar…” demiş.
Öğleden önce yola çıkılmalı. Zîra yol uzun, gün kısa.
Arabacı, Birlik Cami’nin yanına gelecek, Birlik Cami’de kalan arkadaşlar da yurttan çantalarını alacaklar, buradan yola çıkılacak; plan bu…
Plan bu da, Ali Hoca’ya yakalanmak kimsenin aklının ucundan bile geçmiyordu. Biz arabanın geleceği yerde beklerken öğle namazına da az bir zaman kalmıştı. Birlik Cami talebeleri de çantalarını alıp yola çıkıyorlardı ki, namaza gelen Ali Hoca’ya yakalandık.
Hoca kızarak : “Yersiz yurtsuz mu kaldınız? Bu kar kış kıyamette nereye gidiyorsunuz, hayvan oğlu hayvanlar ?” deyince her birimiz yere bakmıştık. Bir kısmımız caminin altına, bir kısmımız da tuvaletlere kaybolduk. Hoca bizim vazgeçtiğimizi düşünerek camiye girdi. Ezan okununcaya kadar bekledik. Araba Sinem Market’in -şimdilerde Yangunci Memmet eminin dükkanının yeri-önünde bizi bekliyordu. Ezan okununca zaman kaybetmeksizin atladık arabaya…
Uçuyorduk artık… Daha bizi kimse engelleyemezdi. Hoca camiden çıkana kadar biz İğdeli’nin önüne varmış oluruz, düşüncesindeydik.
Eski model pikap arabanın arkasına dolduk. Dağ taş bembeyaz, öğlenin güneşiyle pırıl pırıl bir hava. Gökyüzünde bir parça bulut yok. Göz alıcı bir gelin(lik) gibi duruyor dağlar karşımızda…
Arabacı şöşü bitirince köy yoluna hiç girmeden bizi bırakıp: “Benden bu kadar!” dedi ve parasını alıp döndü. Bu arada Çelebi’yi arabayla geri gönderdik. Kışın o gününde ceket bile almamış sırtına, üstelik daha yeni banyo yaptığı için saçları bile kurumamıştı. O gün yaptığımız en akıllı işti belki de bu.
Şöşden köye ayrılan yol artık ayaklarımız altındaydı. Önümüzdeki uzun yol ve kısa zaman hiç aklımıza gelmiyordu ve doğrusu umursamıyorduk. Çıktık ya yola, Allah kerimdir… Nasıl olsa gideriz…
İğdeli’nin önüne kadar ne yola baktık ne de zamana… Hâlâ kaçar vaziyetteyiz. Kalenin Boğaz’a vardığımızda gözden ıraklaşmış olup selamete varacağız sanki. İğdeli köyünün önünü de hızlı ve kaçar adımlarla geçtik. Ta ki kalenin önüne geldiğimizde kendimize geldik ve aç olduğumuzun farkına vardık.
İğdeli’den ekmek mi isteseydik acaba? Yol çok uzundu ve akşamdan beri yemek yememiş arkadaşlar vardı. Karınlarından zil sesleri geliyordu. Diğerleri de tok değil amma hiç olmasa sabah kahvaltısı yapmışlardı. Eşref ve Hasan (Aktaş)’ı geriye, İğdeli köyüne gönderdik ekmek almaları için. Biz de ikindi girmeden öğle namazımızı kalenin dibinde eda edelim diye düşündük. Derede karların kapattığı buzu kırıp altından akan suyla abdestimizi aldık ve karların üstünde namaz kıldık.
Birazdan arkadaşlar elleri boş döndüler. Köye girememişler, köpeklerden yaklaşamamışlar. Ekmek getiremediler, yoruldukları da cabası oldu…
Döndük yeni yapılan yollara doğru. Ağzımıza dayanmış yüksek bir dağ var artık karşımızda. Eskiden hep bu dağdan aşarlarmış. Hele kış günü bir hasta varsa, doktora ulaşması gerekiyorsa, sedyelerle bu derelerden aşağı taşırlarmış. Araba yolu yapıldıktan sonra, yollar açık oldukça arabalar iş görürdü ama şimdiki gibi yollar karla kapalıysa, o zaman da iş yine ayaklara düşerdi.
İş ayaklara düşmüştü yine. Kalenin önünden tırmanış başladığında ikindi vakti de girmişti. Yolların kılıcında tek sıra yürüyorduk. Karla beraber esen tipi, yolların kenarını açmış ve karı kuytu yerlere, dibe köşeye basmıştı. Bu bizim için harika bir şeydi ama tipinin bize sunduğu bu iyilik çok uzun sürmedi.. Şeb Taşı’nın önüne çıktığımızda kar yığınları iyice çoğaldı ve dizlerimizdeki takat sınırını zorlamaya başladı. Üstüne açlık, yorgunluk ve halsizlik de iyice baş göstermeye başlayınca bazılarımızda: “Bu yol bitmez!” kanaati hasıl oldu. Artık açlıktan güneşin kar üstündeki son parıltılarını yıldız olarak görmeye başlamıştık. Gözlerimiz kar beyazlığına doymuştu. Sırta yaklaştıkça çoğalan çam ağaçlarının haki gövdeleri bize yol göstermeye başlamıştı.
Şeb Taşı’nın önünde yolumuzun birinci merhalesini bitirmiş sayılırdık. Yolculuğumuzun en güzel, en zevkli ve takatimizin yerinde olduğu kısmı geride kalmıştı. Zevkli dediysek sonraki kısma göre…
İkinci kısımda yorgunluk, açlık, ümitsizlik belirtileri başlamıştı. Güven, Oltu’da başladığı vaaza buradan devam ediyordu. Muammer’i bir abi edasıyla sırtına aldığında en fazla üç adım atabilmişti.
Badıraz’ın sırta dönen büyük viraja geldiğimizde, Orcuk’un tepelerinden son gülümseyişini sunan Güneş, bizi virajdaki büyük yarın kar almamış oyuğunda sıraya dizdi. Birazdan bize veda edecek ama son veda olmasın diye dua ediyoruz.
O oyukta güneşin son hüzmelerine bakarken; yorgunluktan, açlıktan ve ayaklarımızdan başlayan donma belirtilerinden gözlerimizin kapağını kaldıramıyoruz. Sanki günlerdir uyumamışız gibi üzerimize çöken uykunun ağırlığı belki tonlarca yüke bedeldi. “İnsan donarken ilk önce uyku basarmış.” dedi bir arkadaş. Ümitsizliğin ilk belirtileri başlamıştı. Korkunç ve ürkütücü bir istek: “Beni bırakın da gidin!” Bu ses içimizden yükselince ürperdik. Bu korkuyla, ha gayret, dedik.
Her şeye rağmen ha gayret, dedik…Toparlanıp yola koyulduk.
Sırta çıkmıştık artık. Alacakaranlıkta yola devam ederken karın vahametini daha yeni anladık.
Tam sırtta önümde yol açan İlhami’yi hatırlıyorum. Ta omuzlarına çıkan kar yığınını omuzlarıyla sağa sola, ileri geri yaparak açıyordu. Sonra adım atıyordu. Biz de arkasından tek iz gidiyorduk. O, uzun boyuyla tek kahramanımızdı. Evet, o günün kahramanı…
Hani arabayla giderken çamların arasından süzülen, arabanın penceresinden içeriye dolan berrak, soğuk/serin mis gibi köy kokusu var ya işte ona ulaşmıştık. Sanki bir adım sonrası köy… Bir adımdan daha fazla şeylerin bizi beklediğinin farkındaydık ama serde delikanlılık vardı, düşünmüyorduk. Bu topraklar bizimdi; bu dağlar, bu tepeler… Bu dereler joğunu, bu bayırlar telhacını bize verirdi. Bu yollar şimdi bize yol mu vermeyecekti?.. Daha dün gibi hatırlıyorum şu karşı ormanın içinden çıkardığım öküz arabasını… O orman da bizim…
Dağ bizi tanıyordu, yol bizi tanıyordu ama kar bizi tanımıyordu; yolumuzu kar kapatmıştı.
Masmavi bir ayaz etrafımızı kuşatırken meşhur Gannimerekler’deki virajlara kadar inmiştik. Kar iyice ağırlaştı, ben artık ayaklarımı hissetmiyordum. Odun gibiydiler. Vücut sıcaklığımız yorgunluktan dolayı hararetli olsa da kar içinde saatlerdir göremediğimiz ayaklarımızı hissetmiyorduk…
Tek iz üzerinde on beş can… Arka arkaya sıralanmış on beş can… En önde İlhami, arkasında beraber ilerleyen bir grup, sonra kuyrukta bir kopma var, arkada bir grup. Ben arka grubun önünde biraz yalnızım. Arkada Hasan, Recep, Eşref, Muammer ve başkaları var. Arkada durum biraz vahim görünüyor. Bir ümitsizlik hakim. Hasan, ‘benden sonraya kimse kalmasın’ diye en arkada geriye kalanları gayretlendiriyor. Öndekilerden belli belirsiz sesler geliyor sonra onlar da susuyor.
Ve sessizlik… Çamlar zikrini bitirip hırkasına sarılan dervişin sessizliğine bürünmüş, çamdan çama konuşan kuşların sesi donmuş, karşı yamacın gözesinden çağıldayan suyun sesi donmuş. Hilkat lal kesilmiş! Birazdan yaşanacak olana mı kulak kesilmiş acaba? Bir huzurun sesi mi bu?
Birazdan mı?.. Aman Allah’ım korkunç şeyler yaşıyorum suskunluğumda. Susmasam mı yoksa, bir türkü mü patlatsam? Yol biter mi yoksa teker teker mi döküleceğiz yollara?.. Yok yok bu ihtimali düşünmemeliyim. Allah bizimle beraberdir…
Karşı yamaçta çam ağaçlarının arasında eski bir yol var. Yıllardır kullanılmayan bu yol sırta kestirme olarak çıkıyor. Bir çocuk bu eski yoldan seher vakti bir araba çıkarıyor. Uykusuna doymamış belli. Arabanın sesini ninni olarak algılıyor. Her bir takırtıda düşmemek için arabanın kazıklarına iyice sarılıyor. Arkasında başkaları da var. Güneş doğmadan Hüsüpens’e varması lazım. Babası, arabayı sazlayıp öküzleri koşmuş ve çok erkenden gitmiş. Sapı toplayıp bağlayacak, araba geldiğinde hazır olsun diye. Kuşluk vaktine geri köye dönerse harmanda bekleyen sapların gemi sürülecek….
Arkadan gelenlerin sesleri hayallerime karışıyor, rüyaya karışan sesler gibi. Kim kime ne diyor, dinlemiyorum. Sadece karışık sesler var, suskunluğuma dünyayı hatırlatan belli belirsiz sesler…
Bir ara kafayı kaldırıp baktığımda birinci gurubun arayı açtığını gördüm. Kestirmeden inerken koltuklarıma kadar kara battım. Ayaklarım yerden kesildi. Dünyaya dokunamıyorum. Bir boşlukta kanatlandım… Bir ileri bir geri, yuvarlandım dünyaya. Benim arkamdan gelenlerde izlerimden indiler ama biraz sonra Recep, ayağında ayakkabısının olmadığını fark etti. Nerede çıktığını bilmiyordu. Hasan, boynundaki atkıyı Recep’in ayağına sardı ama az sonra o da kayboldu.
Önden bir ses karanlık dereye doğru umutsuzca inledi.
“Kimse yok muuuu?”
Kimsenin olmadığını bile bile bağırdı.
Ali’nin sesiydi, çamların arasından geçti ve karanlıkta kayboldu. Kimse kulak asmadı bu sese. Kimse zaten yoktu. Kim olacaktı.
Ama o da ne! Ali’nin sesi yankı mı yapmıştı yoksa biz hayal mi görüyorduk. Aşağıdan bir ses cevap veriyordu. Herkes bir anda durdu. Birbirimize bakışıyoruz. Sanki, benim duyduğumu sen de duydun mu, der gibi. Sessizlik…Sesin devamını bekliyoruz. Yalan mıydı yoksa?
Birazdan bir ses karanlığı aydınlatarak, karlı yolları yararak, canlara can katarak, şefkatle kulaklarımıza ulaştı:
“Gelin oğul, gelin!”
Kul daralmayınca Hızır yetişmezmiş. Evet, gelenler var. Yaşasın!
Hüseyin (Sancar) emi, Neşet (Acar) emi (Allah her ikisine de gani gani rahmet etsin) ve Fikri (Altaş) emi birazdan yanımızdaydılar.
…
Ali hoca, ikindi namazına gelince Çelebi’ye (Kadir) bizi soruyor, o da: “Gittiler.” deyince biraz kızıp bağırıyor, sonra da: “Git Servetgilden bir telefon aç bak gitmişler mi?” diye gönderiyor. Telefon açıp Guzik İbrahim emiye (Allah rahmet etsin)söylüyorlar. O da camiden çıkan cemaate durumu söylüyor. İşte bu üç kişi o zaman yola çıkıyorlar ve çığları yararak anca gelebiliyorlar.
Hüseyin emi elindeki poşetten küçük parçalar halinde ekmek çıkararak bize verirken: “Calalarını verim de cana gelsinler.” diye espri yapıyordu. Her üçü de bize moral verici sözler söylüyorlardı.
Neşet emi birazdan Muammer’i arkasına aldı. Bir taraftan yürürken bir taraftan da konuşturmaya çalışıyordu. “Hafiz bismillah çek, hadi, lâ ilahe illallah de…” diyerek kendinden geçmemesi için uğraşıyordu.
Cumanın Pungarı’na geldiğimizde büyük çığları görüyoruz. Bizim yorgun ayaklarla aşamayacağımız büyüklükte çığlar gelmiş ve yolu kapatmış. İşte o zaman anlıyoruz aşılmaz yollarda Hızır’ın hizmetini.
Çığlar bizi kurtarmaya gelenleri biraz uğraştırmış. Biz de açılan yoldan kolayca geçtik. Biz ilerledikçe bizi karşılamaya gelen insan sayısı artıyor. Kabanın Başı’nda sanki bütün köy yollarda, herkes tek sıra halinde bize doğru geliyor. Akşam ezanından önce minareden anons yapılmış, haberi alan düşmüş yollara.
Birisi arkadan gelenlere bağırıyor: “At getirin, gelemeyenler var!” Kulaktan kulağa bu ses taa köye kadar ulaşıyor. Köyden çığlıklar yükseliyor. “Dondu mular?..”
Kalabalık tek sıra halinde yürüyor. Herkes kendi yakınını, öğrencisini görmek, bulmak için tek izden bir adım geride durarak karanlıkta seçmeye çalışıyor.
Köprünün Başı’ndaki o manzarayı hatırlıyorum. Anlatılmaz bir kargaşa, kalabalık, gürültü, şamata… Sesler birbirine karışıyor. Kimisi ağlıyor, kimisi şükrediyor, kimisi sövüyor, kimisi kendi çocuğunu soruyor: “Bizim hafiz de geldi mi?”
Bu kadar insan gelince eve gitmek kolaylaşıyor.
Bu arada evde benim ayakkabıları keserek ayaklarımdan çıkardılar. Tabi ki birçok arkadaşım için de durum aynıydı.
Evet, tam otuz bir yıl oldu. O kar bir daha yağmadı.
Zakir ALKAN
NOT: Yukarıda anlatılan hikaye 1990 yılının şubat ayının üçüncü haftasında (21.02.1990) aynen yaşandı.
Eksikleri var. Biz orta üçte idik. Ara tatil bitmişti. Bir hafta okula gittik, sonraki hafta bu kar tatili verildi.
Ben sadece benim hissiyatımla yazdım. Bu yolculuğa katılan 15 arkadaş vardı. Muhakkak ki onların gözlem ve anlatımı daha farklı olabilirdi.
O dönemde köyümüzden Oltu’da okuyan 30-40 civarında öğrenci vardı. Kahir ekseriyyeti hafız idi. Bu yolculuğa katılanların (ikisi dışında) da hepsi hafızdı.
Bir Ali Hoca’nın tepkisini ve bizden sonra Oltu’daki durumu kısa geçtim, bir de köydeki bekleyişi, çocuğunu bekleyen ailelerin durumunu ve de yardım için yola çıkanların yaşadıklarını bu hikayeye sığdıramadım. Belki bunlar da başka bir hikayenin konusu olabilir.
Tabi biz köye vardığımızda ayaklarımızdaki donmaya karşı yapılan ilaçlar, işlemler de sonraki hikaye de anlatılabilir.
Bu yolculuğa katılanlar:
İlhami Akpınar
Ali Kaya
Eşref Altaş
Hasan Aktaş
Zakir Alkan
Güven Akçay
Muammer Akçay
Mustafa Sancar
Hasan Sancar
Hasan Kaya
Şükrü Kaya
Musa Acar
Ömer Ağırman
Recep Kaya
Ali İhsan Şimşek